Kadraj ve Logo
CNN ekranlarından canlı yayınlanan I.Körfez Savaşı, ekranın/beyaz camın (sonraları renkli camın) büyüleyici etkisinin savaş gibi acı-yıkım-trajedi yoğunluklu bir eylemin bile, çay-kek-patlamış mısır eşliğinde, arada bir kanal değiştirerek ( zap yaparak), nasıl sıradanlaştı/rıl/ğını göstermesi bakımından öğreticiydi. Boudrillard bu nedenle bu savaşın aslında gerçekleşmediğini iddia edecekti. Öyle ya, şayet ortada gerçek bir savaş varsa buna “seyirci” kalınması aklın-mantığın-vicdanın-izanın kabul edebileceği bir şey değildi. Ekranın sağ alt köşesinde Bağdat’ın üzerine düşen bombaların menzili, tahrip gücü ve (belki de fiyatı) yer alıyordu. Bağdat kan gölüne dönerken, insanlar ekranlarında sadece geceyi aydınlatan ışık huzmeleri görüyorlardı. Bir tür havai fişek gösterisiydi sanki yaşananlar. Kilometrelerce uzakta olanlara bu “gösteriyi”(evet yanlış duymadınız gösteriyi) izleme imkanını veren ekran/kamera gerçeği altüst ediyor,onu gerçek olmaktan çıkarıyor,seyirlik malzeme haline getiriyordu. Kameranın ve fotoğraf makinesinin aslında ne olduğu, neyi temsil ettiği,neye hizmet ettiği hususu öylesine profesyonelce gözden ırak tutuldu ki,gelinen noktada,eşrefi mahluk olan insanın muhayyilesi tarumar edildi,böylece hafızası silindi ve adeta yürüyen bir kadavraya dönüştürüldü. Kötülüğün envai çeşidi normalleşti, sıradanlaştı hatta kötülüğün “izlenme oranı” arttı… Bayağılık, pespayelik, çirkinlik,yozluk,iğrençlik,kabalık albenili ambalajlar eşliğinde sunuldu/sunuluyor. Akleden kalbini korumaya özen gösterenler ürpermeden, dehşete kapılmadan, saçını başını yolmadan,acı çekmeden ekran karşısında duramaz oldu. “İzleyici” olmayı kabul edenler içtenliklerini ve itiraz etme kabiliyetlerini kaybetti. Derkenar (43)Çöp deyip te geçmeyiniz… Modern uygarlığın karakteristiğine dair son derece berrak bir fotoğraf çekmenizi sağlar çöp… İnsanın tarihteki yürüyüşünün bugünkü evresi, başka bir çok yanıyla olduğu kadar, ürettiği çöp miktarıyla da ayrılır öncekilerden… Mutlaklık makamının yegane sahibi tarafından insana emanet edilen doğa, muhtemelen, tarihin son üç asrındaki kadar acı çekmemiştir, varedildiği günden bu yana… Bu acının görünür ve sürekli kılınmasında çöpün rolü hayatidir… Derkenar (42)Türkiye’nin, barbarlığın tecessüm etmiş hali olan İsrail’le ilişkilerini düzeltmesi ( normalleştirmesi ve böylece siyonizme güç vermesi,meşruiyetini,bir kez daha, tescillemesi) karşısında İslami havzalar, edilgin/pasif/pısırık bir tutumu, tavrı ve tarzı tercih etti/ler. Ulus-devlet realizmine bağlılık andı içenler için “reel politik” argümanlar eşliğinde meşrulaştırılabilecek bu "normalleşmenin" , İslami iddialı havzalar tarafından “sanki hiç olmamış” gibi muamele görmesi (görmezden gelinmesi) anormal... Demek ki "anormalliğin normalleştiği" bir zamana tanıklık ediyoruz. Filistin/Kudüs duyarlılığının, siyonizmin azgınlaştığı/azmanlaştığı/pervasızlaştığı/iğrençleştiği zamanlarda ( o da retorikten öteye geçmeyen, romantik,duygusal tepkilerle ) zuhur etmesi, aslında meselenin ehemmiyetini müdrik olmadığımızın delili... EPİSTEMİK ŞİDDET (I)
Bilim, felsefenin yol göstericiliğini reddettikten sonra iflah olmadı… Kıta Avrupa’sında (Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak) ortaya çıkan “felsefeden bağımsız bilim” anlayışı insanlık ailesinin halihazırda yaşadığı buhranlarının sebebidir bir bakıma… Tarihte emsali olmayan bir sapmanın (inhirafın) adıdır… Bu sapma Avrupa’yla sınırlı kalmayacak, yumuşak ve sert sömürgecilik yoluyla diğer uluslara/kavimlere de benimsetilmek istenecektir. Bilim-felsefe arasındaki bağın kop(arıl)ması sadece pozitif bilimler-beşeri bilimler-dini ilimler ayrımına meşruiyet kazandırmakla kalmadı, aynı zamanda (İslam dünyası için) vahiy bilgisinin irrasyonel bağlama hapsedilerek referans alınamayacağı tezine de ilham kaynağı oldu. Gerçi düşünce geleneğimiz çok daha öncesinde dini-dünyevi ilimler tasnifiyle karşılaşmıştı. Gazali’nin meşhur eserinin adı “din ilimlerinin ihyası” idi. Ancak bu ayrım modern dönemdeki gibi birbirinden bağımsız iki alan ihdas etmeyi amaçlamayan, bilakis Grek felsefe geleneğinin/tarzının Müslüman dünyaya nüfuzunu engellemeye dönük “döneme özgü” bir ayrımdı. Kaldı ki Müslüman düşünce hayatı vahiy bilgisinin rehberliğinden azade bir bilim anlayışına müsait değildi. Bu müsait olmama durumu vahyin doğasından kaynaklanıyordu. Yüce Kur’an din-dünya, ruh-beden, madde-mana, dünya-ahiret, fizik-metafizik, akıl-gönül gibi ayrımları (düalizmi) onaylamıyor, birbirinin mütemmim cüzü olarak zikrediyordu. Tevhidi beyan, bilgiye-hayata-tarihe vahyin rehberliğinde bir bütün olarak bakmayı salık veriyordu. |
Anakronizm Örneği Olarak Abdülhamit-Erdoğan Karşılaştırması
Müslümanların tarihiyle ilgili (yaptığı çalışmalarla, verdiği eserlerle) tanınan Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma Hoca, 28/03/2023 tarihli Yeni Şafak gazetesinin, “düşünce günlüğü” sayfasına yazdığı “Yoksa 1908’i Yeniden Mi Yaşıyoruz?” başlıklı yazısında, II. Abdülhamid’in “hal’ edilmesi(tahttan indirilmesi)” süreciyle bugün yaşananları karşılaştırarak/kıyaslayarak (anoloji), önümüzdeki seçimlerde tercihimizi “bu gerçeği(!)” göz önünde bulundurarak yapmamız (yani II. Abdülhamid’in bugünkü temsilcisi olan Erdoğan’a destek vermemiz) gerektiğini beyan ediyor. Hoca (özetle) demek istiyor ki; “Abdülhamid tahttan indirildikten sonra yaşanan büyük buhranı unutmayın… Erdoğan giderse aynısı olabilir…” Esasında yeni olmayan bu kıyasa(analojiye), İhsan Hoca gibi İslamcı bir tarih profesörünün de müracaat etmesi, Türkiye entelektüel/alim havzasının “tarih felsefesi perspektifi” nden ne kadar yoksu(n/l) olduğunu göstermesi bakımından manidar. Hamaset ve popülizmin kurumsallaştığı, geçmiş ilgisinin, romantik ve nostaljik bağlamdan kurtulamadığı, tarih bilincinin “diziler aracılığıyla” inşa edilmeye çalışıldığı bir toplumsal-kültürel–siyasal ortamda başka türlüsü de olamazdı zaten… EPİSTEMİK ŞİDDET (III)
Önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan (ve halihazırda ülkemiz akademisinde cari olan) bilme-kavrama-yorumlama biçiminin sosyal bilimlerin diline/söylemine nüfuz ettiği gerçeğiyle (de) yüzleşmemiz gerekiyor. Demem o ki modern sosyolojinin bilme-kavrama-yorumlama biçimine yaslanarak Müslüman bir toplum analizi yapılamaz. Çünkü bu disiplin Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak ortaya çıkan sosyal gerçekliği referans alır ve bütün toplumları bu gerçekliğin (sınırları) içinden değerlendirmek ister. Bunu Said Halim Paşa yaklaşık yüzyıl önce söylüyor… Öte yandan toplum hayatının bütününe nüfuz etme özelliği olan siyasetin Fransız devriminin ilham verdiği kavramların tasallutundan kurtarılması, İslami referanslar temelinde bir siyaset felsefesinin ve dilinin inşası, zaruridir. Ulus-devlet aygıtının bilinçlerimizde açtığı yaraların tedavisi için seferberliğe ihtiyacımız var. Özellikle İslami iddialı havzaların bu seferberlikte rol almaları gerekiyor. İstişari zeminlerimizi olabildiğince geniş tutmak elzemdir. Her bağımsızlık mücadelesinde olduğu gibi epistemolojik bağımsızlık ta ciddi riskler içeriyor. Bu risklerin başında da egemen paradigma tarafından kriminalize ve terörize edilmek geliyor. Aydınlanma projesi kendi içinde evrim geçirerek (radikal bir iç eleştiri yaparak) kendisini güncelliyor. Ancak bu güncelleme yapısal olmaktan ziyade kozmetik özelliklere sahip. Bilginin kaynağı olarak tabiat , ahlakın kaynağı olarak ise insan “ön kabulü” nde herhangi bir değişiklik olmuyor. İlahi vahiy ve nübüvvet bilgisi referans alınmıyor. “Beyaz adamın” tarihin öznesi olduğu iddiasından sarfınazar edilmiyor. Tarihin “ilkelden medeniye” doğru doğrusal bir çizgi üzerinde aktığı tezi (hala) meşruiyetini koruyor. Doğu’nun duygusal/ mistik/masalsı/dişil/despotik, Batı’nın ise rasyonel/demokratik/eril/hümanist karakterde olduğu “dogması” yürürlükte olmaya devam ediyor. Hatta emperyalizm/kolonyalizm demokratik teamüller ve klişeler aracılığıyla “üçüncü dünya” halklarına ihraç ediliyor. Aralarında İslam Dünyası toplumlarının da bulunduğu bu halklar, başlarındaki yöneticilerin basiretsiz-ferasetsiz-hikmetsiz siyasetlerinden kurtulmak için,bu klişelerden medet umuyor… Post-hümanizm, post-kolonyalizm, bio-politika,feminizm, pluralizm (çoğulculuk), ekolojizm gibi “albenili ambalajlara” sarılmış ideolojilere sığınarak, zamana tanıklık edeceğini zannediyor. EPİSTEMİK ŞİDDET (II)
Hayli zamandır Dünya’da ve Türkiye’de olup bitenleri anlatma iddiasındaki haberlerin ayrılmaz bir parçasını oluşturan kelimelerin başında “şiddet”in geldiğini görüyoruz. Sosyologlar, psikologlar, eğitimciler ve daha nice uzman, şiddetin çeşitli veçhelerinden bahsediyor. Lakin zikredilen bu veçheler arasında bilinç üzerinde etki gücü çok yüksek olan “epistemik şiddet” ne yazık ki yok. Oysa ki sahih bir “şiddetle mücadele” stratejisinin yol haritasında ilk iş “bilgi(episteme)”nin mahiyeti ve keyfiyetini teşrih masasına yatırmaktır. Bu şiddet türünün gereği gibi anlaşılmaması halinde toplum ve insanlık olarak onurlu bir yarına uyanmamızın mümkün olmadığı kanaatindeyim. Bilginin “hamd vesilesi” olmaktan çık(arıl)ması, iyinin-doğrunun-güzelin-erdemin-faziletin inşa ve ikamesi yerine güç ve kar amaçlı istismar edilmesi sürecinin bu şiddetle yakından alakalı olduğu gerçeğine sırtımızı dönemeyiz. Bu noktada “epistemik şiddet nedir?” sorusuna odaklanmak gerekiyor. Muhafazakar "Bürokratik Oligarşi"nin Depremle İmtihanı
Yıkımın büyüklüğü; bürokrasideki yozlaşmayı, kurumlar arası eşgüdüm zafiyetini, vaktiyle şikayet edilen statükocu perspektifin (bu sefer) muhafazakar kadrolar eliyle ikame edildiği gerçeğini, hasılı kelam etkin yönetim ve hızlı karar alma olanağı sağlayacağı gerekçesiyle cari kılınan “başkanlık sistemi” nin doğasından kaynaklanan sorunları görünmez kılmamalı… Bilakis bunlarla yüzleşmeli ve bir daha aynı delikten ısırılmamak için müteyakkız olmalı… Dahası, geçmişte kaldığını zannettiğimiz Kemalist bürokratik oligarşinin “evrim geçirerek” muhafazakar demokrat kadrolara “nüfuz” ettiği (onları Matrix filmindeki ajan Smith gibi kendine benzettiği) ve az önce zikrettiğimiz sorunların bu nüfuzla/benzetmeyle çok yakından alakalı olduğu da unutulmamalı… Bugün olduğu gibi geçmişte de “en zor zamanlarda” olağanüstü çaba göstererek, büyük fedakarlıklara katlanarak yaraların sarılmasına müzaheret eden insanımızı siyasal hayatın öznesi (karar alma süreçlerinin faili) olmaya ikna (ve teşvik) etmek boynumuzun borcu olmalı… Böylece hayatın bütününe etki eden siyaseti Ankara’nın “soğuk duvarları” arasında biz fanilerin “aklının er/e/meyeceği” spesifik bir iştigal alanı olmaktan kurtarıp, İslam’ın ruhuna uygun sosyal gerçekliğin vazgeçilmez unsuru olarak konumlandırabilir, gerçek soru(n)ların konuşulduğu, çözüme bağlandığı sahih bir mecraya irca edebiliriz. Mustazafların muktedir olmasının yolu da böylece açılmış olur… |