okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün163
mod_vvisit_counterDün535
mod_vvisit_counterBu hafta2108
mod_vvisit_counterBu ay6907
mod_vvisit_counterHepsi1847687

Kimler Sitede

Şu anda 12 ziyaretçi çevrimiçi

Bütün Yönleriyle Seyyid Kutub

 

Yazar: Prof.Dr.İbrahim Sarmış

Yayınevi : Fecr Yayınları Ekim 2018

552 sayfa

Tanıtacağımız kitapta İslam dünyasının son dönemlerde yetiştirdiği en büyük alim, mütefekkir ve dava adamlarından olan Seyyid Kutub, tüm yönleri ile kapsamlı bir şekilde, yazarımız İbrahim Sarmış tarafından ele alınmaya çalışılmıştır.

Birinci Bölüm:

Bu bölümde Kutub'un içine doğduğu zaman dilimindeki Mısır'ın siyasi, sosyal ve kültürel durumu çok özet olarak dile getirilirken, ülkenin İngiliz emperyalizminin etkisi altında Krallık yönetimindeki kötü yönetimine ve bu süreçte ki bir takım sosyal, milliyetçi ve siyasi hareketliliklere değiniliyor. Müslüman kardeşler teşkilatının kurulması, siyonist işgal devletinin ortaya çıkması ve Hür Subaylar Darbesi’yle krallığın sona ermesi birer cümle ile zikrediliyor. Aynı dönemdeki eğitim ve kültürel alanda öze dönüş ve eğitimin ıslahı girişimlerindeki başta Muhammed Abduh olmak üzere bir takım alim ve düşünürlerin isimleri kayda geçiriliyor.

İkinci bölüm:

Kutub'un hayatının ve eğitim sürecinin anlatıldığı bu kısımda, Mısır'ın güneyinde bulunan Asyut'a bağlı, bir köyde doğan Kutub'un, dindar bir ailedeki çocukluk dönemi ve Kuran'ı hıfzetme süreci anlatılıyor.

İlkokuldan sonra eğitim için Kahire'ye giden Kutub öğretmen okulunu bitirdikten sonra iki yıllık bir öğretmenlik yapıp sonrasında Kahire Üniversite Daru-l Ulum fakültesine girip eğitimini tamamlar.

Üniversite sonrası gazetelerde yazı yazmaya başlamışken Dimyat'a ortaokul öğretmeni olarak atanır.

Daha sonra milli eğitim bakanlığında göreve başlar buradaki görevini sürdürüken Amerika'ya araştırmacı olarak gönderilir.

Kutub daha öğrencilik yıllarında düşünce hayatı ile yakın bir temasta bulunma imkanı elde etmiştir. Edebiyata büyük bir ilgi duymaktadır. Bu dönemde kendi ifadesi ile müridi olacağı kişi Abbas Mahmud El-Akkad'dır. Uzun süre edebiyat üzerine Akkad ekolü çizgisinde yazılar yazar ve onu muhafazakar muhaliflerine karşı şiddetle savunur.

 

WASP İdeolojisinin Karakteristiğine Dair

Bu yazının hazırlık sürecinde, kapitalist/neo-liberal sistemin baronluğu makamını, ikinci dünya savaşından bu yana işgal eden ABD’de başkanlık seçimleri sonuçlanmış ve müesses nizamın (establishment) sadık hizmetkarı olarak görevinin hakkını ziyadesiyle veren bir megaloman (Trump),istemese de, yerini aynı nizamın belirlediği çerçeveye sadakati şüphe götürmeyen başka bir megalomana bırakmak zorunda kalmıştı. Günlerce Türkiye ve Dünya medyasını meşgul eden bu gölge oyunu, küresel sistemin kaptan köşkünde kimin olduğunu (bir kez daha) açık etmenin yanında, kaderi bu sistemin çarklarının sorunsuz dönmesine bağlı olanları da deşifre etmiş oldu. Bu durumun “ne yani koskoca bir süper gücün direksiyonuna kimin geçeceğiyle ilgilenmeyelim mi?” naifliğiyle geçiştirilemeyeceği muhakkak. Bir süper güçten bahsediyorsak şayet, bu gücün yönetim kademesinde kim(ler)in bulunduğundan ziyade, hangi paradigmanın/ideolojinin klavuzluğunda yol aldığının konuşulması daha efdal olsa gerek. Çünkü hiçbir süper güç geleceğini kalabalıkların reyleriyle belirlemez. Ya da şöyle diyelim: kalabalıkların rızasını kendi çıkarlarıyla örtüştürme becerisine sahip olmayan veya ilham aldığı ideolojik referanslar temelinde kalabalıkları endoktrine edemeyen (ki buna “rıza üretimi” de diyebiliriz) bir süper güçten bahsedilemez. Bu durumda Trump’ın gidişine üzülmek ne kadar manasızsa Bıden’ın gelişine sevinmek te o kadar manasızdır. İyi polis kötü polis rolünü oldukça profesyonelce icra eden Amerikan siyasal aklı, öngörülemez çılgınlıklar yapma ihtimalinin yüksek olduğu büyük bir çoğunluk tarafından tespit edilen Trump gibi birine küresel sistemin direksiyonunu emanet ederek, aslında hem yerelde hem de küre ölçeğinde ideolojik ve bürokratik düzeninin sağlamlığını test olmuş oldu. Amerika devletinin başına geçen(ler)in akli olgunluğunun, ahlaki duyarlılığının, siyasal bilgi ve becerilerinin ya da uluslar arası ilişkiler literatürüne vukufiyet düzeylerinin önemsiz olduğu; aslolanın WASP ideolojisinin kılavuzluğunda kapitalist iktisadi düzenin sorunsuz bir şekilde devamını sağlayacak enstrümanların güvenliği olduğu bir kez daha tüm dünyanın gözüne sokulmuş oldu. Kapitalizmin güvenliğini sağlamak içinse askeri müdahaleler de dahil her yolun meşru ve mubah olduğuna tarih şahittir.

 

Yeryüzünün Lanetlileri Avrupa'yı Taşralaştırabilecek(mi)?

Yazımın başlığını Fransız sömürüsüne karşı sömürgesizleşme mücadelesinin öncü isimlerinden olan Martinikli psikolog Frantz Fanon ile Avrupa’yı taşralaştırma önerisiyle dikkatlerimizi celbeden Hintli entelektüel Dıpesh Chakrabarty’ den ilham alarak koydum. Fransa’nın İslam’ın değerlerine yönelik saldırısının ardından yaşananlar ve bu saldırıdan çok önce(bilhassa Arap Baharı olarak bilinen süreçte) genel olarak Avrupa’nın takındığı tavır ve bu tavrın sonuçları bağlamında bu başlığın uygun olacağını düşündüm. Mustazaf halkların tiranlıklar karşısındaki duruşu ve direnişi modern tarihyazımının beyaz adamı kayıran yaklaşımına ciddi bir reddiye anlamına geliyordu. Edilgen, pısırık, itaatkar ve duygularının esiri olarak tesmiye edilen Doğulu(Müslüman) toplumların, batı aklıyla efsunlanmış totaliter rejimler karşısında özgürlük-onur-adalet arayışı bağlamında gerçekleştirdikleri eylemlerin bilerek ve isteyerek görmezden gelinmesi sıradan bir olay olarak değerlendirilemez. Gerçek devrimi sadece Batı aklından ilham alanların yapacağına inanan Avrupamerkezci yaklaşım, taktik ve stratejik gerekçelerle Müslüman halkların isyanına kayıtsız kalmayı tercih etti.Fakat küreselleşme realitesinin dünyayı küçük bir köy haline getirdiği bir vasatta bu kayıtsızlığın çokta fazla bir anlamı olmadı. Bilakis Batı aklının insanlık ailesine armağanı olarak kabul edilen ( ki bu kabul bile oldukça kibirli bir perspektifin sonucudur) ve evrenselleştirilen demokrasi-özgürlükler-eşitlik- sivil toplum gibi olguların aslında evrensel olmadığı (yani sadece beyaz adamın çıkarlarını korumakla amacıyla öne çıkarıldığı) anlaşıldı. Bunları söylerken Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabına Sartre tarafından yazılan önsözde dile getirilen “yerliler ideallerimize sadık olmadığımızı söylüyorlar. Demek ki ideallerimize onlar da inanıyorlar”(1) iddiasını sahipleniyor değilim elbette. Beyaz adamın ideallerine saygı göstermek zorunda değiliz. Bu idealleri sahiplenmek zorunda da değiliz. Vatandaşı olduğu ülkenin Cezayir’de işlediği cürümlere yakinen tanıklık eden Sartre “Tatlı dil şiddetin izlerini silemez. Sömürgeleştirilen ancak sömürgeciyi silahla sürüp atarak sömürge nevrozundan kurtulabilir. Bir savaşçının silahı onun insanlığıdır.”(2) Diyerek (bir anlamda) Avrupa’nın değerleri olarak evrenselleştirilmeye çalışılan demokrasi-insan hakları-özgürlükler klişelerinin aldatıcılığına karşı anarşizan bir duruşun öne çıkmasına öncülük etmektedir. Bu öncülüğü nedeniyle Fransız sağ/muhafazakarları tarafından vatana ihanetle suçlanacak ve idamı istenecektir. Ancak Fanon’un sömürgesizleştirme çabası Sartre gibi varoluşçu bir filozof üzerinde oldukça etkilidir. Temsilciliğini üstlendiği varoluşçu tezlerin tezahürlerini Cezayir direnişinde görmesi onu ziyadesiyle heyecanlandıracaktır.

 

Derkenar (18)

Geçtiğimiz günlerde devlet aygıtının en yetkili makamı, benzerine daha önce de tanık olduğumuz bir açıklamayla, Türkiye’nin en ciddi meselesinin eğitim-öğretim olduğunu beyan etti. Bayındırlık hizmetlerinde ulaştıkları hedefe eğitimde ulaşamadıklarına dikkat çekerek “kültürel iktidar olamadık” serzenişinde bulundu.( Ki bu iktidar olma arzusunun bizatihi kendisi de, hangi amaçla olursa olsun, sorunludur. Çünkü iktidara ulaşma arzusu bir şekilde makyavelist perspektifle akrabadır. Bunun yanında devletin “nesil yetiştirmek” gibi bir görevi yoktur. Nesilleri başta aile olmak üzere devlet aygıtına karşı bağımsız duruşu temsil eden ulema/entelektüel kadroları yetiştirir.)Eğitimin reforma ihtiyacı olduğunu dile getirdi ve sadece müfredat tadilatıyla yetinmemek gerektiğine işaret etti. Batı menşeli eğitim sisteminin nesillerimizi iğfal ettiğine dikkat çekti ve fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür nesiller yetiştirmek gerektiğine vurgu yaptı…

Eğitim-öğretim meselesinin ehemmiyetine dair yapılan bu vurgular önemli olmakla birlikte, esasa taalluk eden hususların açıkça izah edilmemiş olması yönüyle teşrih masasına yatırılmayı hak ediyor. Sorunun kaynağına inmeden çözüm arayışına girişmek, sadece “kozmetik değişiklikler” için yeterli olabilir ve fakat yapısal değişim asla gerçekleşemez. Bu nedenle bazı acı gerçeklerle yüzleşmeye cesaret etmek elzemdir diye düşünüyorum. Gerçi yaklaşık yirmi yıldır iktidarda olan muhafazakar demokrat( şimdilerde ise muhafazakar Kemalizm ile muhafazakar materyalizm arasında salınıp duran) kadrolar, acı gerçeklerle yüzleşmeye henüz hazır değiller gibi görünüyor. Onlar, ilerleme-büyüme-gelişme putlarından müteşekkil “modern teslis”e olan imanları sayesinde elde ettikleri pozisyonları korumakla meşguller. Onlara muhalif(miş) gibi yapan sol/liberal/sosyalist vb. havzalar ise “modern teslis”in gerçek mü’minleri olarak kendilerini öne çıkarıp,Türkiye’nin bir daha kendine gelemeyecek şekilde zihnen istimlak edilmesine zemin hazırlıyorlar.Bu sürece, aydınlanma aklının referans sistemine teslim olmadığı ve vahiy-nübüvvet istinatgahına tutunmayı şiar edindiği için en sahici meydan okuyuşu gerçekleştirmesi beklenen İslamcılık ise,ne yazık ki, “yoğun bakım odasında” kendine gelmeyi bekliyor. Bir yandan muhafazakarlık/milliyetçilik /yerlilik ve millilik virüsü,diğer yandan ise kapitalist ve neo/liberal virüsler İslamcı bünyeyi kuşatmış durumda. Bu virüsler öncelikli olarak kalbe ve zihne nüfuz ediyor ve bir süre sonra muhatabını hem zihnen hem de kalben felç ediyor. Umulur ki İslamcı bünye bir an önce bu virütik saldırılardan halas olur ve zihinsel istimlake maruz kalan Türkiye ve İslam dünyası halklarına umut aşılamaya devam eder.

 

Derkenar (21)

“Küresel Tuğyan Çetesi”nin gönüllü tetikçisi İsrail, birkaç gün önce, İran’da bir bilim adamını katletti. Çetenin reisi olan ABD ise bu cinayeti onayladı ve memnuniyetini aşikar etti. Böylece bir kez daha anlaşılmış oldu ki bilim ve bilim adamı, haramzadelerin menfaatlerini korudukça muteber… Şayet menfaat(ler)inin güvenliğine ve sürekliliğine halel getirecek bir bilimsel/entelektüel çaba varsa, anında cezalandırılmalı ve doğduğuna pişman edilmeli…

Esasında biz bu tür barbarca saldırıların yabancısı değiliz. Aselsan’da görev yapan mühendislerimizi, namertçe, katledenler de aynı çetenin mensuplarıydı. Türkiye’nin askeri alanda atmaya çalıştığı bağımsızlaşma adımlarını akamete uğratmaktı amaçları… O mühendislerin failleri hala bulun(a)madı…

1986’da, ABD’de, sahur vakti eşiyle birlikte İsmail Raci El-Faruki’yi hunharca öldürenler de aynı çeteyle iltisaklıydı. Bilginin İslamileştirilmesi üzerine çalışıyordu Faruki… Bu amaçla İslam dünyasını geziyor, konferanslar/seminerler tertip ediyor, programlar hazırlıyordu…

Afiyet Sıddıki’ ye reva görülen insanlıkdışı muamelenin failleri de aynı çetenin üyeleriydi. Bilgiyi güç, para ve tahakküm amaçlı kullananların Sıddıki gibi insanlık ölçeğinde değer üretmeyi yeğleyen birine tahammülü yoktu...

Müslüman olduktan ve (hele ki) İsrail aleyhine yazmaya başladıktan sonra, vaktiyle kendisine Avrupa’nın entelektüel dehası ünvanını yakıştıranlar tarafından, yalnızlığa ve itibarsızlığa mahkum edilen Roger Graudy de sözünü ettiğim çetenin gadrine uğrayanlardan…

 

Derkenar (20)

Sedat Yenigün ve Metin Yüksel gibi fikir ve aksiyon adamlarını ulus-devlet aygıtının en kullanışlı aparatı olan “paramiliter çetelere” kurban veren ve bu yüzden (1970’li yıllardan itibaren) hem muhafazakar/sağ/milliyetçi hem de Kemalist/Stalinist ve Nasyonal Sosyalist gelenekle arasına mesafe koyarak ideolojik duruşunu,özgün söylemini ve sarsıcı eylemliliğini tekamül,tebellür ve inşa sürecinde ağır bir darbe yiyen İslamcıların, şimdilerde, sözünü ettiğim “paramiliter çetelere” ilham veren Amerikan tandanslı Patriotist(vatansever) anlayışın siyasal uzantısını küstürmemek (ya da “reel politika”,”konjonktürel zaruretler”,”ulusal çıkarlar” gibi putların gölgesine sığınmanın sonucu olan “şimdi sırası değil” yaklaşımına teşne olma) adına sükuneti tercih etmeleri, “zamana tanıklık edememe” zaafıyla malül olduklarının göstergesidir.Bu zaaf sebebiyle,Türkiye’nin ana omurgası olan İslamcı ideoloji her geçen gün kan kaybediyor. Kan kaybının yarattığı mecalsizlik nedeniyle siyaset meydanı, Muhafazakar Kemalistlere,Neo-Stalinistlere,Jeopolitizm kuramcılarına,Maocu teorisyenlere ve insanı “homo economicus” katında sabitleyen “teknokrat beyaz Türk”lere kalmış durumda…

 

Derkenar (19)

Sinemanın sosyolojiyle olan ilişkisi öteden beri dikkatleri üzerine çekmiştir. Toplumların belli bir istikamete yönlendirilmesi sürecinde üstlendiği aktif rolle sinema, güç/iktidar sahiplerinin en etkili araçlarından biridir. Sanatın ideolojiden bağımsız olmadığını, sanatçının da eser verirken (kaçınılmaz bir şekilde) bir ideolojinin temsilcisi olarak hareket ettiğini söylemek abartı sayılmamalı. Edebiyat, sinema, tiyatro, resim gibi sanatsal/kültürel unsurlar hiçbir zaman “nötr” olmadı ve olmayacak. Bu nedenle bir toplumun düşünce dünyasını, hayat tasavvurunu, varlık anlayışını, zaman-mekan ve tarih telakkisini anlamanın en kestirme yolu o toplumun sanat eserlerine (edebiyat-sinema-tiyatro-resim vb.) odaklanmaktır. Müslümanların 8.yüzyıldan itibaren temas kurdukları farklı kültür (özellikle Yunan/Roma) havzalarından edebiyat/sanat eserlerini tercüme etmemeye özen göstermesinin hikmeti de kanaatimce budur. Tıp-matematik-fizik-botanik-kozmoloji-felsefe-geometri gibi alanlardan yoğun bir şekilde tercüme yapılırken (özellikle Yunan havzasından) mitoloji ve edebiyat tercümelerinin yapılmaması oldukça önemli bir hassasiyetin işaretidir. Ancak tarihin cilvesine bakınız ki, Osmanlı/Cumhuriyet modernleşmesinin en çok titizlendiği(önem verdiği) husus Batı’nın (özellikle de Fransa’nın) edebiyat/sanat eserlerinin tercümeleridir. 8.yüzyılda gösterilen hassasiyet, ne yazık ki, 19.yüzyılda gösterilememiştir. Neyse, benim asıl üzerinde durmak istediğim konu, sinemanın ideolojik bir aygıt olarak kültür endüstrisi tarafından nasıl kullanıldığıyla ilgilidir. Lozan Antlaşması’nın arifesinde (21 mayıs 1923) sinemanın çok etkili bir propaganda unsuru olduğuna dikkat çeken dönemin Genel Kurmay Başkanı,Bakanlar Kuruluna bu konuda hassasiyet tavsiye etmektedir.(bkz.Özen Köse/Türk Sinemasında Sansür adlı yüksek lisans tezi/İstanbul Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı)

 

Derkenar (17)

Türkiye Diyanet Vakfı’nın riyasetinde 1983’te hazırlık çalışmaları başlayan,1988’de ilk cildi yayınlanan ve 2013’te 44 cilde tamamlanarak nihayete erdirilen, ancak (muhtemelen) gelen tepkiler ve fark edilen bazı eksiklikler nedeniyle ek iki cilt ilave edilerek toplamda 46 cilde ulaşan İslam Ansiklopedisi,Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinin en önemli eserleri arasında sayılabilir kanaatindeyim.Oryantalist çalışmalar karşısında sürekli olarak eziklik duygusu yaşayan Müslüman toplumlar için bu çalışma ciddi bir itibar vesilesi aynı zamanda. Hatta bu çalışmayı,1908’de şarkiyat çalışmaları alanında uzmanlaşmış olan E.J.Brill(Leiden) yayınlarına sipariş edilen ve temel amacı sömürge altında yaşayan Müslüman toplumlar hakkında sömürgeci Avrupalılara(özellikle de Fransa, İngiltere ve Hollanda’ya) bilgi vermek olan İslam Ansiklopedisi’ne görkemli bir cevap olarak değerlendirmek te mümkündür…Ancak erbabının malumudur ki,bu tarz çalışmalar ilgili ülkenin siyasi/ideolojik tutumundan ve hassasiyetlerinden bağımsız değildir. Akademik anlamda bağımsız olunamayacağı ise artık bilim çevreleri tarafından bile itiraf ediliyor.Nasıl ki laboratuara giren kişi “nötr” değilse, ansiklopedi maddesi hazırlayan veya hangi maddelerin ansiklopediye dahil edilip edilmemesine karar veren kişiler de nötr değildir.Nitekim İslam Ansiklopedisi de daha birinci cildinde “bu eser İslam ansiklopedisi telif türüne sadık kalmakla birlikte Türk-İslam medeniyeti ağırlıklı nesilden nesile intikal edecek kalıcı belge ve kayıt niteliğindedir.” Diyerek tarafını belli etmiş oluyor.