okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün551
mod_vvisit_counterDün877
mod_vvisit_counterBu hafta1790
mod_vvisit_counterBu ay9874
mod_vvisit_counterHepsi1850654

Kimler Sitede

Şu anda 18 ziyaretçi çevrimiçi

EPİSTEMİK ŞİDDET (III)

Önceki yazılarımızda dikkat çektiğimiz burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan (ve halihazırda ülkemiz akademisinde cari olan) bilme-kavrama-yorumlama biçiminin sosyal bilimlerin diline/söylemine nüfuz ettiği gerçeğiyle (de) yüzleşmemiz gerekiyor. Demem o ki modern sosyolojinin bilme-kavrama-yorumlama biçimine yaslanarak Müslüman bir toplum analizi yapılamaz. Çünkü bu disiplin Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak ortaya çıkan sosyal gerçekliği referans alır ve bütün toplumları bu gerçekliğin (sınırları) içinden değerlendirmek ister. Bunu Said Halim Paşa yaklaşık yüzyıl önce söylüyor… Öte yandan toplum hayatının bütününe nüfuz etme özelliği olan siyasetin Fransız devriminin ilham verdiği kavramların tasallutundan kurtarılması, İslami referanslar temelinde bir siyaset felsefesinin ve dilinin inşası, zaruridir. Ulus-devlet aygıtının bilinçlerimizde açtığı yaraların tedavisi için seferberliğe ihtiyacımız var. Özellikle İslami iddialı havzaların bu seferberlikte rol almaları gerekiyor. İstişari zeminlerimizi olabildiğince geniş tutmak elzemdir. Her bağımsızlık mücadelesinde olduğu gibi epistemolojik bağımsızlık ta ciddi riskler içeriyor. Bu risklerin başında da egemen paradigma tarafından kriminalize ve terörize edilmek geliyor. Aydınlanma projesi kendi içinde evrim geçirerek (radikal bir iç eleştiri yaparak) kendisini güncelliyor. Ancak bu güncelleme yapısal olmaktan ziyade kozmetik özelliklere sahip. Bilginin kaynağı olarak tabiat , ahlakın kaynağı olarak ise insan “ön kabulü” nde herhangi bir değişiklik olmuyor. İlahi vahiy ve nübüvvet bilgisi referans alınmıyor. “Beyaz adamın” tarihin öznesi olduğu iddiasından sarfınazar edilmiyor. Tarihin “ilkelden medeniye” doğru doğrusal bir çizgi üzerinde aktığı tezi (hala) meşruiyetini koruyor. Doğu’nun duygusal/ mistik/masalsı/dişil/despotik, Batı’nın ise rasyonel/demokratik/eril/hümanist karakterde olduğu “dogması” yürürlükte olmaya devam ediyor. Hatta emperyalizm/kolonyalizm demokratik teamüller ve klişeler aracılığıyla “üçüncü dünya” halklarına ihraç ediliyor. Aralarında İslam Dünyası toplumlarının da bulunduğu bu halklar, başlarındaki yöneticilerin basiretsiz-ferasetsiz-hikmetsiz siyasetlerinden kurtulmak için,bu klişelerden medet umuyor… Post-hümanizm, post-kolonyalizm, bio-politika,feminizm, pluralizm (çoğulculuk), ekolojizm gibi “albenili ambalajlara” sarılmış ideolojilere sığınarak, zamana tanıklık edeceğini zannediyor.

 

EPİSTEMİK ŞİDDET (II)

Hayli zamandır Dünya’da ve Türkiye’de olup bitenleri anlatma iddiasındaki haberlerin ayrılmaz bir parçasını oluşturan kelimelerin başında “şiddet”in geldiğini görüyoruz. Sosyologlar, psikologlar, eğitimciler ve daha nice uzman, şiddetin çeşitli veçhelerinden bahsediyor. Lakin zikredilen bu veçheler arasında bilinç üzerinde etki gücü çok yüksek olan “epistemik şiddet” ne yazık ki yok. Oysa ki sahih bir “şiddetle mücadele” stratejisinin yol haritasında ilk iş “bilgi(episteme)”nin mahiyeti ve keyfiyetini teşrih masasına yatırmaktır. Bu şiddet türünün gereği gibi anlaşılmaması halinde toplum ve insanlık olarak onurlu bir yarına uyanmamızın mümkün olmadığı kanaatindeyim. Bilginin “hamd vesilesi” olmaktan çık(arıl)ması, iyinin-doğrunun-güzelin-erdemin-faziletin inşa ve ikamesi yerine güç ve kar amaçlı istismar edilmesi sürecinin bu şiddetle yakından alakalı olduğu gerçeğine sırtımızı dönemeyiz. Bu noktada “epistemik şiddet nedir?” sorusuna odaklanmak gerekiyor.

 

Muhafazakar "Bürokratik Oligarşi"nin Depremle İmtihanı

Yıkımın büyüklüğü; bürokrasideki yozlaşmayı, kurumlar arası eşgüdüm zafiyetini, vaktiyle şikayet edilen statükocu perspektifin (bu sefer) muhafazakar kadrolar eliyle ikame edildiği gerçeğini, hasılı kelam etkin yönetim ve hızlı karar alma olanağı sağlayacağı gerekçesiyle cari kılınan “başkanlık sistemi” nin doğasından kaynaklanan sorunları görünmez kılmamalı… Bilakis bunlarla yüzleşmeli ve bir daha aynı delikten ısırılmamak için müteyakkız olmalı… Dahası, geçmişte kaldığını zannettiğimiz Kemalist bürokratik oligarşinin “evrim geçirerek” muhafazakar demokrat kadrolara “nüfuz” ettiği (onları Matrix filmindeki ajan Smith gibi kendine benzettiği) ve az önce zikrettiğimiz sorunların bu nüfuzla/benzetmeyle çok yakından alakalı olduğu da unutulmamalı…

Bugün olduğu gibi geçmişte de “en zor zamanlarda” olağanüstü çaba göstererek, büyük fedakarlıklara katlanarak yaraların sarılmasına müzaheret eden insanımızı siyasal hayatın öznesi (karar alma süreçlerinin faili) olmaya ikna (ve teşvik) etmek boynumuzun borcu olmalı… Böylece hayatın bütününe etki eden siyaseti Ankara’nın “soğuk duvarları” arasında biz fanilerin “aklının er/e/meyeceği” spesifik bir iştigal alanı olmaktan kurtarıp, İslam’ın ruhuna uygun sosyal gerçekliğin vazgeçilmez unsuru olarak konumlandırabilir, gerçek soru(n)ların konuşulduğu, çözüme bağlandığı sahih bir mecraya irca edebiliriz. Mustazafların muktedir olmasının yolu da böylece açılmış olur…

 

Atasoy Müftüoğlu'nu Nasıl Okumalı?(I)

Taşralı toplumlarda partizan bir böcek bir düşünürden daha değerlidir. (Atasoy Müftüoğlu)

Zihinsel ve fiziksel konformizmin (ki bunlar birbirini tamamlar) anaforunda debelenen toplumlar sahih bir değişimin faili olamazlar. Böyle toplumlarda ilmi/entelektüel sorumluluk ve celadet sahibi olanlar ya kriminalize ve terörize ya da ademe mahkum edilme riskiyle karşı karşıyadırlar. Statüko belirleyicidir çünkü...Çıkarlarını statükonun devamında görenler değişimden nefret ederler. Bilirler ki değişim öncelikle kendilerinin rahatını kaçıracak/ huzurunu bozacaktır. Bu nedenle bütün güçleriyle direnirler… Ellerinin altındaki enformasyon araçlarını/bilgi üretim mekanizmalarını en etkili şekilde kullanarak statükonun değişmesi gerektiğini söyleyenlerin güvenilmez kişiler olduğuna kamuoyunu ikna etmek isterler. Çünkü mühim olan hasımlarının (statüko karşıtlarının) hor ve hakir kılınması, zillete düçar edilmesidir. Bu uğurda yapılan her eylem meşru ve makbuldür. Muhalif olanların etiketlenmesi, yaftalanması, insan içine çıkamaz hale getirilmesi için oldukça sistematik ve örgütlü bir propaganda yürütürler. Yakın çevrelerinde mebzul miktarda aparatçik ve trol bulunur. Bunlar manipülasyon üstatları olarak maaşa bağlanır ve ihtiyaç duyulduğunda cepheye sürülür. Maruz kaldığı enformasyon sağanağı nedeniyle zihinsel teşevvüş yaşayan toplum neyin iyi neyin kötü,neyin hayır neyin şer ,neyin faydalı neyin zararlı olduğunu idrak edebilecek yetkinlikte değildir artık. Erk sahipleri tarafından ahmaklaştırılmışlardır çünkü… Dolayısıyla propaganda memurlarının tezviratları (resmi yalanları) hakikatmiş gibi algılanır. İlmi/entelektüel sorumluluk sahibi çok az insan/lar toplumu içine düştüğü bu girdaptan kurtarmak için büyük riskler alarak öne çıkar ve fakat en ağır darbeyi kurtarmak istediklerinden yer… Statükonun devamını konforlu istikballeri için zaruri görenler değişimin tehlikeli bir şey olduğuna toplumu inandırmış, ilmi/entelektüel çabanın ciddiye alınmaması gerektiğine ikna etmiştir. Tam bu noktada iki seçenek belirginleşir. Ya reel duruma teslim olup ilmi/entelektüel çabayı yadsıyarak zihinsel konformizmin tadını çıkarmak(!) ya da bütün riskleri göze alarak hakikati temsil ve tebliğ etmek…

 

Derkenar (42)

Türkiye’nin, barbarlığın tecessüm etmiş hali olan İsrail’le ilişkilerini düzeltmesi ( normalleştirmesi ve böylece siyonizme güç vermesi,meşruiyetini,bir kez daha, tescillemesi) karşısında İslami havzalar, edilgin/pasif/pısırık bir tutumu, tavrı ve tarzı tercih etti/ler. Ulus-devlet realizmine bağlılık andı içenler için “reel politik” argümanlar eşliğinde meşrulaştırılabilecek bu "normalleşmenin" , İslami iddialı havzalar tarafından “sanki hiç olmamış” gibi muamele görmesi (görmezden gelinmesi) anormal... Demek ki "anormalliğin normalleştiği" bir zamana tanıklık ediyoruz. Filistin/Kudüs duyarlılığının, siyonizmin azgınlaştığı/azmanlaştığı/pervasızlaştığı/iğrençleştiği zamanlarda ( o da retorikten öteye geçmeyen, romantik,duygusal tepkilerle ) zuhur etmesi, aslında meselenin ehemmiyetini müdrik olmadığımızın delili...

 

EPİSTEMİK ŞİDDET (I)

Bilim, felsefenin yol göstericiliğini reddettikten sonra iflah olmadı… Kıta Avrupa’sında (Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak) ortaya çıkan “felsefeden bağımsız bilim” anlayışı insanlık ailesinin halihazırda yaşadığı buhranlarının sebebidir bir bakıma… Tarihte emsali olmayan bir sapmanın (inhirafın) adıdır… Bu sapma Avrupa’yla sınırlı kalmayacak, yumuşak ve sert sömürgecilik yoluyla diğer uluslara/kavimlere de benimsetilmek istenecektir. Bilim-felsefe arasındaki bağın kop(arıl)ması sadece pozitif bilimler-beşeri bilimler-dini ilimler ayrımına meşruiyet kazandırmakla kalmadı, aynı zamanda (İslam dünyası için) vahiy bilgisinin irrasyonel bağlama hapsedilerek referans alınamayacağı tezine de ilham kaynağı oldu. Gerçi düşünce geleneğimiz çok daha öncesinde dini-dünyevi ilimler tasnifiyle karşılaşmıştı. Gazali’nin meşhur eserinin adı “din ilimlerinin ihyası” idi. Ancak bu ayrım modern dönemdeki gibi birbirinden bağımsız iki alan ihdas etmeyi amaçlamayan, bilakis Grek felsefe geleneğinin/tarzının Müslüman dünyaya nüfuzunu engellemeye dönük “döneme özgü” bir ayrımdı. Kaldı ki Müslüman düşünce hayatı vahiy bilgisinin rehberliğinden azade bir bilim anlayışına müsait değildi. Bu müsait olmama durumu vahyin doğasından kaynaklanıyordu. Yüce Kur’an din-dünya, ruh-beden, madde-mana, dünya-ahiret, fizik-metafizik, akıl-gönül gibi ayrımları (düalizmi) onaylamıyor, birbirinin mütemmim cüzü olarak zikrediyordu. Tevhidi beyan, bilgiye-hayata-tarihe vahyin rehberliğinde bir bütün olarak bakmayı salık veriyordu.

 

Atasoy Müftüoğlu'nu Nasıl Okumalı? (II)

Kendisiyle sohbetimizde Müftüoğlu yedi güzel adam adıyla maruf Mavera havzasından ayrılmasıyla ilgili dört hususa işaret ediyor. Ertuğrul Bey’in kitabında üç madde olarak sıralanmış.(9) Bunlardan birincisi sanat ve edebiyatın işleviyle ilgilidir. Müftüoğlu sanatın ve edebiyatın kendi zamanına tanıklık etmesi (tabiri caizse savaşa katılması) gerektiğine dikkat çekerek Nizar Kabbani’yi örnek gösterir. “Lale devri edebiyatı” yapmanın lüzümsuzluğuna dikkat çeker. Nasıl ki Nizar Kabbani şiiriyle savaşa müdahil olduysa biz de öyle yapmalıyız der. Bu uyarısı karşısında merhum Rasim Özdenören “ fizik hakkında konuşacak birinin iyi bir fizikçi olması gerekir” diyerek kendine mahsus çelebi üslubuyla Atasoy Bey’e edebiyatçı olmadığını hatırlatır. Edebiyatı, dünyayı daha insani,daha adil,daha güzel daha kültürlü kılma çabası olarak,evrensel varoluşun ruhu olarak anlamalıyız (10) derken Müftüoğlu yaşadığı zamana sözü güzel ve hikmetli söyleyerek tanıklık etme derdindedir. “Sanat,edebiyat,hikmet ve felsefeyle kendi inanç,kültür,siyaset dünyamızda karşılaşabileceğimiz baskılara, bağnazlıklara, ufuksuzluklara karşı bir engin gönüllülük kazanırız” diyerek bu tanıklığın çerçevesini de belirlemiş olur. Akif’in doğrudan hayatın içinden aldığı örnekleri şiirine konu edinmesi, hayatı şiirle anlamaya-anlamlandırmaya-eleştirmeye çalışması,önerilerini de yine şiirin imkanlarıyla beyan etmesi örneğinde olduğu gibi Müftüoğlu da edebiyat-sanat aracığıyla kendi gerçekliğimizle yüzleşmeyi salık vermektedir.

 

Bir "Pagan Ayini" Olarak Futbol

Yaklaşık yirmi yıl önce yine bir dünya kupası “heyecanı” yaşanırken Umran Dergisi “Din Dışı Kutsallıklar ve Futbol Paganizmi” başlıklı bir dosya ile çıkmıştı okurlarının karşısına.(1) O zamanlar üniversite üçüncü sınıf öğrencisiydim ve futbolun büyüsünün henüz, yeteri kadar, farkında değildim. Türkiye’nin dünya üçüncüsü olduğu bu şampiyonada tabiri caizse yer yerinden oynamıştı ülke genelinde. Ben de herkes gibi bu heyecana ortak olmuştum… Lise yıllarında sahici bir Beşiktaş taraftarıydım. Bütün topçularının adlarını ve mevkilerini bilir, bütün maçlarını izlemeye gayret ederdim. Metin-Ali-Feyyaz üçlüsü, takoz Recep, Şifo Memet, Rıza Çalımbay, müstesna sol ayak Sergen sohbetlerimizin başkahramanlarıydı. Diğer takım taraftarlarının fanatikliğe varan söylem-eylemlerini anlayışla karşılar (çünkü biz de öyleydik) , işin doğasının böyle olduğuna inanırdık o yıllarda. Argo,hem futbolcu hem de taraftar için çok normaldi…Hatta olmazsa olmazdı. Aynı takımı tutanlar, daha önce birbirlerini hiç görmemiş olsalar da, bir vesileyle (örneğin stadyumda ya da kahvehanede maç izlemek için) bir araya geldiklerinde , kırk yıllık arkadaşmış gibi davranırlardı. Bunu da normal karşılardık... Rakip takım oyuncularına ve taraftarlarına hakaret etmek, onları düşman gibi görmek racon gereğiydi. Uymayanları kınar,cemaate (pardon takıma) sadakatinden şüphe ederdik. En galiz küfürleri savuranlar en samimi taraftar olarak nam yapardı. Tuttuğumuz takımı inciten yorumlarla karşılaştığımızda gücümüz yetiyorsa elimizle, olmadı dilimizle, o da olmadı kalbimizle tepki verirdik/buğz ederdik!Futbol hayatın akışına etki eden bir boyuta sahipti bizim için. Özellikle derbi maçlarda “hayat durur”, ”nefesler tutulur” vakitler bu maçlara göre ayarlanır, randevular ona göre verilirdi. Maçın ardından ise kazanan takımın naralar atarak, böğürerek, klakson sesleriyle şehri inletmeleri sıradan bir şey gibi algılanırdı.