okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün450
mod_vvisit_counterDün527
mod_vvisit_counterBu hafta1623
mod_vvisit_counterBu ay11854
mod_vvisit_counterHepsi1838863

Kimler Sitede

Şu anda 10 ziyaretçi çevrimiçi

Kapitalizmin Kurt Kanunu:Düşeni Yemek Gerek...

Modern uygarlığın inşasında tüccarların rolü hayatidir. Bu rolün ikamesinde ise tarihin radikal kırılma anlarından biri olan 1492 ‘yi zikretmek gerek. Batı’dan Endülüs Doğu’dan Osmanlı, güneyden Memlük tarafından sıkıştırılan Avrupa’nın 1498’de Portekizler öncülüğünde başlattığı deniz seferleri ( uzun süredir zorunlu olarak içe kapalı yaşayan kıta Avrupa’sı için görkemli bir “dışa açılma” adımı olarak) tarihin seyrini değiştirecektir. Amerika’nın, Afrika’nın ve Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi anlamına gelen bu seferler vesilesiyle Avrupa’da gerçekleşen sermaye birikimi zamanla adına kapitalizm denilen iktisadi düzenin egemen kılınmasına sebep olacaktır. Bu dünyayı ve insanı kötü gören, aşağılayan,fakirliği tavsiye ve teşvik eden Katolik Hıristiyanlığın söyleminden (vaaz/lar/ından) bizar olanlar, tüccarların bu “dışa açılma” adımından istifade ederek yeni bir teolojik/teopolitik adıma önayak olacaklardır. Protestanlık… Burjuva ile ittifak halindeki bu yeni akım, çok ağır bedeller ödeyerek ama asla geri adım atmayarak Katolikliğin korunaklı surlarında onarılması güç gedikler açacaktır. Burjuva Protestan ittifakının en önemli destekçisi bilimdir. Endülüs’ün ilmi/entelektüel/bilimsel mirasını (özellikle de matematik-fizik ve kozmolojiyi) sekülerleştirerek Katolikliğin teolojik/teopolitik nüfuzunu azaltan bu yeni akımın emeli cenneti bu dünyada inşa etmektir. Çünkü İsa’nın geri dönüp kurtarıcı rolünü oynayacağına dair asırlara baliğ beklenti/vaad boş çıkmıştır. Tanrının temsilcileri (kilise adamları) halka fakirlik tavsiye ederken, kendilerini ayrıcalıklı kılacak bir yaşam sürmektedir. Mutlak kontrol ve denetim arzusu kiliseyi bilgi-yorum ve mülk(sermaye) tekeli yapmıştır.

 

Türkiye'ye Özgü "Müphem" Sekülerlik Tecrübesi

Osmanlı’dan Cumhuriyete tevarüs eden modernleşme tecrübemizin en muhataralı başlıklarından biridir sekülerlik. Üzerinde mutabakata varılmış bir tanım(ın)dan bahsetmek zordur. Başka bir anlam-değer dünyasının (paradigmanın) sosyal gerçekliğinde anlamlı olan ve fakat bizim gerçekliğimizde muadili olmayan birçok ithal kavramda olduğu gibi sekülerizm de dileyenin istediği yere çekebildiği (adeta oyun hamuru gibi) dilediği şekli verebildiği kavramlardan biridir. Sözcüğün Anglo-Sakson kültürdeki ifadesi “secularism” iken, Fransız kültür kodlarındaki karşılığı “laicisme” dir. Aralarında bazı nüanslar olsa da (örneğin laicisme derebeylik düzeninin teokratik devlet anlayışına karşı burjuva tepkisi (1); kurumsal Katolik öğretinin-ruhban sınıfının- dışında yer alarak manastıra kapanmadan da dindarca yaşamanın mümkün olduğuna inanma; siyasal anlamda ise kilise ve devlet örgütünün otonom yapılarının tanınması anlamına gelirken; secularism yaşam tarzı,dünya görüşü,anlama ve anlamlandırma biçimi (kısaca tanrı,insan,tabiat,bilgi,tarih vb tasavvuru) bağlamında öne çıkan ve Seyyid Hüseyin Nasr’ın ifadesiyle bir bütün olarak hayatın “desacralisation(kutsalsızlaştırma)”(2) anlamında kullanılan bir sözcüktür) esin ve besin kaynakları itibariyle hem laicisme hem de secularism Hıristiyan itikadına işaret eden bir kök anlama sahiptir. Dolayısıyla biz bu yazıda laisizm ve sekülerizmi aynı memeden süt emen ikiz kardeşler olarak değerlendirmekten yanayız. Niyazi Berkes, “laikliğin toplumbilim açısından yalnızca devletle din arasındaki ilişki sorunu değil, toplumsal değerlerin kutsal(sacrum) ile “kutsallık dışı”(profanus) değerler arası ilişkiler sorunu olduğuna dair tespiti ve (ilaveten) devletin kiliseden ayrılması olayını laikleşmenin yalnız bir yanı olarak değerlendirip asıl önemli olanın ekonomik,toplumsal ve kültürel örgütlerinde din ölçülerinden ayrılması ve bununla birlikte giden bilim,felsefe,sanat ve edebiyat,halkın alışılmış davranışları gibi alanların da dinden ayrılması gerektiği vurgusunun(3) Avrupa Hıristiyanlığının geçirdiği evrimi anlamak bakımından doğru ve fakat İslam’ı ortaçağ Katolik kültürünün zaviyesinden değerlendirmesi bakımından sorunlu olduğunu tespit etmek gerekiyor. Hem sekülerizmin hem de laikliğin Hıristiyanlık mensubu halkların(özellikle kıta Avrupa’sı halklarının) tarihsel tecrübesinden neşet ettiği gerçeğini gözden ırak tutarak yapılacak değerlendirmelerin kaçınılmaz bir biçimde “anakronizme” demirleyeceğini söyleyebiliriz.

 

Zübeyir Yetik'in Hatıratının Hatırlattıkları

Hatıra yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır der Andre Gide… Sonrakiler,bu kurtulanlardan ibret alarak inşa ederler yarının tarihini… Bugün yaşananlar dünden, yarın yaşanacaklar ise bugünden bağımsız olmadığı (yani tarihte mutlak anlamda bir kopuştan/kesintiden bahsedilemeyeceği) için mühimdir tarih bilmek… Hatıra(t)lar bu bilme arzusunun tatmin edilmesi için hayati önemi haiz metinlerdir. Akademik tarih anlatısının soğuk, hiyerarşik, kronolojik ve sistematik doğasına karşı hatıra(t)lar akıcı,içten ve ayrıntı zenginliği bakımından ilgili dönemin zihinsel-sosyal gerçekliğine nüfuz etme imkanı barındıran eserlerdir…Bir kişinin gözlemleri-tanıklıkları-tahlilleri olması münasebetiyle zaman zaman objektiflikten uzaklaşmaları hatıraların zaafı olarak zikredilebilir.

Bu girizgahı yakın tarihimizin milliyetçi/mukaddesatçı zaviyeden oldukça ayrıntılı fotoğrafını çeken Zübeyir Yetik’in “Geçmişten Notlar” adlı hatıralarına dikkat(ler)imizi celbetmek için yaptım… Zübeyir Yetik’i bizim kuşaklar “İslam Savaşçısına Notlar” ve “Her Nemrud’a Bir İbrahim” kitaplarıyla hatırlayacaktır… Bir de rahmetli Aliya’nın nehir yayınlarından çıkan “Doğu-Batı Arasında İslam” adlı eserinin redaksiyonuna yaptığı katkıdan… Ancak O, seksen yıllık ömrüne kitap yazma haricinde, Türkocağı Şube Başkanlığı, Komünizmle Mücadele Derneği kuruculuğu, Memur-Sen Genel Başkanlığı, Milli Gazete Genel Yayın Müdürlüğü, Hak-İş kuruculuğu, İSKİ’de idarecilik gibi teşkilat tecrübesi gerektiren bir çok vazifeyi de sığdırmıştır.

 

Cihanşümul Perspektife Yabancılaşmak

“Başkasının yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu balyoz zannedermiş” diye bir söz vardır Anadolu’da. Kendisiyle büyülenmiş, bencil ve narsist tavrın/tarzın/ tutumun tasviri (ve akıbeti) bakımından çok önemlidir bu söz. Hem bireysel hem de toplumsal boyutları içkindir. Bencillik, kibir ve kendini dev aynasında görme gibi eğilimler nedeniyle başkalarıyla temas kurmaktan imtina eden fertlerin/toplumların başına neler gelebileceğine dair bir sonuç çıkarılabilir buradan. Yumruğunun gücünü abartanlar, bu abartının neye mal olduğunu anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır. Nitekim Osmanlı modernleşmesi biraz da böyle bir perspektifin sonucudur. Savaş meydanlarındaki üstünlüğün verdiği özgüvenle kendi dışındaki dünyaya karşı ilgisini kaybettiği (güç zehirlenmesi yaşadığı) için 16.yüzyıldan itibaren iktisadi, askeri, entelektüel ve siyasi karizmasını kaybeden imparatorluğun yaşadığı travmaların izleri hala tazeliğini koruyor. Lakin bu travmaları ve (travmayı yaratan nedenleri) hem fert hem de toplum olarak yeterince iyi etüt ettiğimiz söylenemez. Romantik, nostaljik, kurgusal, vülger tarih anlatısının anaforunda debelenmeye devam ediyoruz. Dışarıda ne olup bittiğine dair farkındalık yoksu(n/l)luğumuz her geçen gün derinleşiyor. İçe kapanmanın zorunlu sonucu olan taşralılık ve muhafazakarlık “yerlilik-millilik” klişelerinin gölgesine sığınarak devam ediyor. Hem de burjuva Protestan kültür kodlarından esinlenen bilginin (modernlik/post-modernlik veçheleriyle) küreselleşme adı altında bütün yerellikleri aşındırdığı, ulus-devletleri tehdit ettiği bir zamanda…

 

Mehsa Amini'nin Aşikar Ettiği

Modern tarihin en görkemli inkılabını yapan İran, evlatlarını yiyor… Boudrillard’ın son dört asırda dünyanın başına gelmiş en iyi şey olarak nitelediği inkılap, taş kafalıların ellerinde can çekişiyor… Ömrü boyunca toprağa yakın yaşayan Humeyni için görkemli anıt mezar dikilirken başlamıştı zaten kan kaybı… Ayetullah Muntazari ev hapsine alındığında ve evi taşlandığında ise inkılabın ilkeselliği şüpheli hale gelmişti. Çağını müdrik nitelikli alim/entelektüeller emperyalistlerce tertiplenen İran-Irak savaşında yitirilince bu kadim ülke bugünkü şuursuzların eline kaldı… İnkılabın öğretmeni Ali Şeriati henüz Şah devrilmeden önce “sakıncalı” ilan edilmişti… Ne mollalara ne de “ruşenfikr(aydın)” havzasına yaranabilmişti. Onun “Ali Şiası-Safevi Şiası” ayrımı mühimdi. Son Nebi(s.a.v)’nin mümtaz talebesi Ali(r.a)’nin izinden gidenlerle Pers/Pehlevi kültürünü Şiilikle mezceden Safevici geleneğe ram olanlar arasında “nitelik farkı” olduğuna dikkat çekmişti. Kokuşmuş saltanat ideolojilerine İslam gömleği giydirmeye çalışan Emevi/Osmanlı Sünniliğinin karşıtı sayılırdı Safevi Şiiliği… Nasıl ki biz Osmanlı Sünniliğine Türk-İslam elbisesi giydirerek “yeni Türkiye’yi” inşa etmeye çalışıyorsak, İran da Pers/Pehlevi kültürünü isnaaşeriye ekolüyle sentezleyen Safevi Şiiliğini istinatgah olarak görüyor… Etnik ve mezhebi kodlara yaslanarak felaha erişeceğini zannediyor… Kavmiyetçiliği besleyen her adımın mutlaka bir karşı adıma ilham vereceğini akıl edemiyor. Kavmiyetçilik hastalığı İslam dünyası toplumlarını esir almış durumda ne yazık ki… Oryantalistlerce Ortadoğu olarak adlandırılan havzada Arapçılığın varyantları kamplaşıyor. Şu halde Arap-Fars-Türk kabileleri (kültürel kodlarına uygun İslam algısıyla, yani Arap İslam’ı- Fars İslam’ı-Türk İslam’ı yaklaşımlarıyla) birbirlerinin kuyusunu kazıyor… Her biri kendi İslam anlayışıyla büyülenmiş halde… Bu kabilelerin ortak hedefi ise Kürtler…(Mehsa’nın Kürt olması tesadüf mü acaba? Abdülkerim Suruş Mehsa’nın Nakşi-Halidi geleneğe mensup olduğuna da işaret ediyor. Bu durumda Şah İsmail ‘den bu yana Nakşiliği bertaraf ederek İran’ın Şiileşmesini sağlayan Safevici geleneğin,merhum Şeriati’nin de işaret ettiği üzere, gücünü konsolide ettiği söylenebilir.)

 

İstanbul Kim(in)dir?

Şehirlerin de kimlikleri vardır. Orada mukim olanlara ruh veren öğretiden iz/ler taşır bu kimlikler… Sokaklarında, caddelerinde, mahallelerinde dolaştığınızda o şehrin “kim” olduğunu, aidiyetini, mensubiyetini hemen anlarsınız… Her zerresine sinmiştir kimliğin izleri… “Mekanın şerefi orada oturandandır” kavlinin ispatıdır adeta izler… İnsan gibidir şehirler… Canlıdır yani… Doğar, büyür ve ölür… Şayet muhatabına canlılık bahşedecek bir ruha sahipse her yeni kuşakta yeniden doğar,dirilir… Kimlik ile kişilik arasında,biri diğerinin mütemmim cüzü olmak üzere,çok yakın bir ilişki vardır. Kimliğin inşasında rol oynayan öğreti, kişiliğin (şahsiyetin) tebarüz etmesini de sağlar. Demek ki “kim”lik ve “kişi”lik birbirinden bağımsız değildir.

Şehirlerin de mü’mini,münkiri,münafığı,müşriği,fasığı vardır. İnsan, tabiatı icabı medenidir denir. Doğrudur. Ahlaki ilkelerden bahsedebilmek için birlikte yaşamak zaruridir… İnsanlardan uzakta tek başına yaşayan birinin ahlaklı ya da ahlaksız olması bir şey ifade etmez. Hukukun ikamesi ve işlerliği de birlikte yaşamaya karar veren insan topluluklarında mümkündür. Özgürlük ve kölelik de öyle… Özgürlüğün kayıtsızlık/hadsizlik anlamına gelmediğini, köleliğin istiskal edici bir mahiyete sahip olduğunu birlikte yaşamaya karar veren insanlar bilebilir. İnsanın mekanla kurduğu ilişki onun aşkın/metafizik boyutunu havidir. Mekanın bizatihi kendisinde kudsiyet aramak beyhudedir. Orayı anlamlı kılan, değer yükleyen insandır. Şehirler, birlikte yaşamaya karar vermiş insan topluluklarının aşkın/ metafizik yoğunluklarının ve bu yoğunluğun ete kemiğe büründüğü mekanlardır.

 

Putkırıcı Bir Şiar Olarak "EZAN"

Muazzez ve mübeccel İslam’ın en yüce şiarlarından biridir ezan… İlahi öğretinin (tevhid hakikatinin) serlevhasıdır… Nebevi geleneğin son temsilcisi Rasul (s.a.v)’e intisabın sarih beyanıdır… İnsandan insana davettir…

Varlığın, varoluşun, varedilişin gerçek sahibinin büyüklüğünü ikrar (tekbir) ile başlar ezan…

Ardından tüm sahte ilahların (ilahlık iddiasında bulunanların) reddiyle ve gerçek uluhiyetin O’na mahsus olduğu hakikatine şahitlikle devam eder…

Rasulü Ekrem(s.a.v)’in risaletine iman ve nübüvvetin insanlık ailesine en büyük ikram olduğu da dahildir bu şahitliğe…

Sonrasında şehadetinde sebat edenleri felaha er(iş)meleri için namaz eylemine çağırır. Çünkü şahitlik mücerret bir olgu değildir sadece... Müşahhastır da… Derdi/ davası/ gayesi/ hüznü/ sevinci ortak olanların omuz omuza vermesi lazım gelir…

Nihayetinde ise yine Allah(c.c)’ın büyüklüğünü ve uluhiyetteki tekliğini tekrar ederek hitama erer…

Müstesna bir manifestodur ezan…

Mutlak hakikat olan vahyin insanla buluşmasının remzi olan maverai bir nefestir… Nübüvvet olmaksızın hidayete erişilemeyeceğinin sembolik izahıdır… Ezan, Yesrib’in Medine oluşunun (s)imgesidir…

Nebevi öğretiye ram olan Müslümanların cemaat olarak müstakil bir varlık kazandığı yerdir Medine… Cuma namazı burada farz kılınmıştır… Küçük İslam toplumunun ihmal ve inkar edilemez mevcudiyetinin tebarüz ettiği bu yerde ezan, işte bu küçük topluluğun, şehrin kalbinin attığı mescitte/camide toplanmasını, birbirinin derdiyle dertlenmesini, ilahi rızaya muvafık bir hayatın inşası yolunda yardımlaşmasını sağlayan çağrıdır…

 

Kapatılma Mekan(lar)ı Olarak Hapishaneler

Hapishaneler, kapatılma mekanları olarak her devirde en dikkat çeken yerler olmuşlardır. Suç ve ceza arasındaki (sebep-sonuç) ilişkisinin somutlaştığı bu mekanlar,bir yandan mer’i( yürürlükte) hukukun mahiyeti hakkında fikir verirken diğer yandan bu hukukun uygulanabilirliğini temin eden meşru bir otoritenin varlığına da işaret eder. Bir insanın suçlu olduğunu iddia ve ispat edip o suça istinaden “ceza” ver(ebil)mek için yazılı ya da sözlü (fark etmez) “yasa/şeriat” gerekir. Yasanın uygulanması içinse meşruiyeti tartışmalı olmayan bir otorite… Belirleyici olan yasa/şeriattır. Otoritenin kendisi de meşruiyetini oradan alır… Geleneğimiz “şeriatın kestiği parmak acımaz” derken, yasaya duyulan (duyulması gereken) güvene işaret etmiş olsa gerektir…

Ürkütücüdür hapishaneler… Sadece mahkumların kötü, tehlikeli ve zararlı kişiler olduğuna dair anlatı değildir buraları ürkütücü yapan… İnsanı hürriyetinden yoksun bırakan soğuk duvarlar, katı prosedürler ve envai çeşit suçtan hüküm giymiş olanlarla aynı havayı teneffüs etmenin zarureti de dahildir bu ürkütücülüğe… Merhum Aliya, hapishanede geçen yıllarını anlatırken adi suçlularla değil de idealleri için mahkum olanlarla aynı koğuşta kalmanın kendisi için büyük bir nimet olduğundan bahseder…

İslamcı havzalarda Yusuf’un medresesi olarak adlandırılır hapishaneler… Yüce Kur’an’da beyan edilen kıssada Yusuf(a.s),dünyada tadılabilecek en büyük beşeri lezzetin ayartısından ilahi iradenin “burhanıyla” kurtulur. Ayartıdan kurtulur ancak yeni durak hapishanedir… Ünlü dil alimi Rağıb El İsfehani Mufredat adlı eserinde hapishane sözcüğünün Arapça karşılığı olan kelimenin kökü olarak “s-c-n” maddesini açıklarken, aynı kökten türeyen “siccin” sözcüğünün “cehennem” anlamına geldiğine dikkat çeker. Yerin en alt tabakası olarak ta “siccin” sözcüğünün kullanıldığına işaret eder… “Cehennemin dibi” olarak Türkçede kullanılan terkip bu bağlamdan ilham alır… Gerek Katolik-Ortodoks Hıristiyanlıkta gerekse Abbasi-Osmanlı-Selçuklu gibi İslam devletlerinde hapishanelerin yerin metrelerce altına yapılmasındaki hikmet(!) bu olsa gerek… Cehennem ile benzerlik…