Bir Klişe Olarak "Yerlilik" ve "Millilik"
Her kavram içine doğduğu tarih/zaman kesitinin (iktisadi, içtimai, siyasi, hukuki, ideolojik ve bunların hepsine renk veren din) kodlarını taşır. Bu kodlar kavramın içeriğini oluşturur. Yani ona bitişiktir ve her nereye giderse onunladır. Bu içeriği kavramdan soyutlamak mümkün değildir. Binaenaleyh kavramlar canlıdır… Taşıdığı içerik doğrultusunda, muhatabının zihin dünyasını şekillendirir ve ona uygun bir eylemlilik üretir. Aynı tarih/zaman kesitinde yaşıyor olsalar da, hakikat telakkileri (insan-evren-zaman-mekan-tarih-toplum-devlet ve Tanrı tasavvurları) aynı olmayan (ve bundan dolayı da) sosyal gerçeklikleri farklılık arz eden toplumların birbirlerinden kavram ithal etmeleri büyük yozlaşmaların kapısını aralar. İslam’ın oldukça hızlı bir şekilde küreselleştiği yıllarda (hicri ilk üç asırda) farklı kültür havzalarıyla temasa geçen Müslümanlar, yukarıda dikkat çektiğimiz bağlamda kavram ithali konusunda olabildiğince titiz davranmaya özen göstermişlerdir. Vahiy bilgisinin ve nübüvvet pratiğinin ruhuna uygun olmayan (yani İslam’ın tevhidi perspektifine yabancı) unsurları tespit edip dışarıda bırakmışlardır. Grek/Yunan/İskenderiye/Pers havzasının bilim ve felsefe literatüründen oldukça yoğun tercümeler yapılırken, aynı kültür havzalarının edebiyat/mitoloji gibi (doğrudan sosyal gerçekliğin ve yaşam tarzının izlerini taşıyan) eserlerinden uzak durulması bu bağlamda değerlendirilebilir. Ancak gösterilen bu titizliğe rağmen, yine de bazı sorunlar yaşanmış, örneğin Yunan metafiziğine İslami meşruiyet arayışı nedeniyle Aristo’nun tanrı anlayışı, yeni bir kavramsallaştırmayla, İslam dünyasına taşınmak istenmiştir. Sözünü ettiğimiz bu anlayış tanrıyı neden-sonuç zincirinin ilk halkası olarak kodlayıp, O’nu gökyüzünde kendi mükemmelliğini temaşa eden bir varlık olarak tanımlamıştır. Eksiklikten-noksanlıktan münezzeh olanın insanların dünyasıyla ilgilenmeyeceği varsayımından hareketle “akıllar teorisi” geliştirilmiş ve Tanrı “ilk akıl” olarak tavsif edilmiştir. Dönemin bazı Müslüman filozofları da bu teoriden etkilenmişlerdir. Aristo’nun tanımladığı tanrı “el muharrikul evvel (“ilk hareket ettirici” veya “hareket etmeyen hareket ettirici”)” olarak kavramsallaştırılıp literatüre dahil edilmek istenmiştir. Bu kavramsallaştırma yüce Kur’an’ın “şah damarınızdan daha yakın” veya “dua edenin duasına icabet eden” gibi beyan(lar)ıyla ters düştüğü için, Müslüman toplumun Allah(c.c) telakkisini zedeleyeceği endişesiyle reddedilecektir. Gazali’nin, Yunan metafiziğine İslami meşruiyet kazandırmaya çalışan filozoflara yazdığı reddiyeler bu bağlamda değerlendirilebilir. İslamcılığın Türkiye'ye Mahsus Tecrübesi
19.yüzyılın ikinci yarısında tarihsel bir sorumluluk alarak çökmeye yüz tutmuş Osmanlı’nın yeniden ayağa kaldırılması, dar-ül İslam’ın gavur eline geçmesinin engellenmesi, Müslüman halkların sömürgeci bilginin, tutumun ve dayatmanın sınırlarını aşması, geleneğin ve modernitenin müteşerri bir perspektifle teşrih masasına yatırılması, içtihadi çabanın özendirilmesi, kolonyalist müdahaleye maruz kalan Müslüman halkların bağımsızlıklarının kazanılması, kokuşmuş saltanat ideolojisinin ve istibdadın tasallutundan bizar olmuş toplumun ferdiyet bilincinin inşası amacına matuf olarak ortaya çıkan İslamcılık ideolojisi, yaklaşık 150 yıllık tecrübesinin ardından yine hayati soru ve sorunlarla yüz yüzedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık kazanmasında oynadığı hayati rolle, bu ülkenin İslamsız var olmasının mümkün olmadığını dosta düşmana göstererek tarihe tanıklık eden bir ideolojiden bahsediyoruz nitekim… Fakat buna rağmen Cumhuriyet modernleşmesinin ötekisi olmaktan kurtulamayan, kolu kanadı kırılarak, terörize ve kriminalize edilerek sistemle uyumlu hale getirilmeye çalışılan, kimi zaman konjonktürel gerekçelerle yardıma çağırılan, şimdilerde ise küresel, bölgesel ve yerel dinamiklerin ittirmesiyle, II. Meşrutiyetin faili olan İttihat Terakki bünyesindeki ittifakları hatırlatırcasına, misyon üstlenen bir ideoloji İslamcılık… Derkenar (34)Yakın tarihimizde olup bitenlere dair farkındalığımız bugünü ve yarını inşa ederken en önemli istinatgahlarımızdan biridir. Geçmişi bilmek bugün olup bitenlerin nedenlerini bilmektir. Tarih, zannedildiğinin aksine, bitmiş bir sürecin adı değil, halen yaşanmakta olanın adıdır. Dün-bugün-yarın sözcüklerinin birbirleriyle olan merbutiyetidir bu tespitimizin dayanağı… ”Yarın” ve “dün” diyebilmek için “bugün”e ihtiyacımız var… Demek ki bugün yapıp ettiklerimiz yarının tarihidir aynı zamanda… Binaenaleyh yaşarken inşa ediyoruz yarının tarihini… Bu nedenle “geçmiş” olarak adlandırdığımız ne varsa aslında bizim (yani insanın) hikayemizdir. Aslolan bu hikayeden insan denen mahlukun zaaf ve imkanlarını öğrenmek ve gereken dersi çıkarmaktır. İbret alınan tarihin tekerrür etmeyeceği erbabının malumudur. Yüce Kur’an’da oldukça hacimli yer tutan kıssaların hikmeti de (kanaatimce) budur… Zamana tevhidi perspektiften bakmamızı salık veren mübarek Kitabımız, dün-bugün-yarın arasında kopmaz bir bağ olduğuna işaret ederek ilerlemeci(doğrusal-lineer) tarih tasavvurunun gayr-ı meşruluğunu beyan etmiş olur… Geçmişten Notlar
Bu girizgahı yakın tarihimizin milliyetçi/mukaddesatçı zaviyeden oldukça ayrıntılı fotoğrafını çeken Zübeyir Yetik’in “Geçmişten Notlar” adlı hatıralarına dikkat çekmek için yaptım… Zübeyir Yetik’i bizim kuşaklar “İslam Savaşçısına Notlar” ve “Her Nemrud’a Bir İbrahim” kitaplarıyla hatırlayacaktır… Bir de rahmetli Aliya’nın nehir yayınlarından çıkan “Doğu-Batı Arasında İslam” adlı eserinin redaksiyonunu yapmış olmasından…Ancak O, seksen yıllık ömrüne kitap yazma haricinde, Türkocağı Şube Başkanlığı, Komünizmle Mücadele Derneği kuruculuğu, Memur-Sen Genel Başkanlığı, Milli Gazete Genel Yayın Müdürlüğü, Hak-İş kuruculuğu, İSKİ’de idarecilik gibi teşkilat tecrübesi gerektiren bir çok vazifeyi de sığdırmıştır. |
Epistemik Şiddet
Editör Derkenar (35)Modern devletin alamet-i farikalarından biri (ve belki de en önemlisi) karşıtını-muhalifini massedebilmesi (emmesi-soğurması) dır…Öyle ki yeri geldiğinde en ateşli muarızlarını dahi kendine hizmet ettirir… Hatta onların muhalefetinin şiddetini kendisi için can suyu yapar… Kimi zaman da bir muhalifini (kendi icadı olan) başka bir muhalifle bertaraf eder… Pekiyi nasıl yapar bunu? “Kamusal alanda” meşruiyeti olan bilgiyi ve kamuoyunu endoktrine edecek enformasyon araçlarını tekelinde tutuyor olması sağlar ona bu imkanı… Fakat asıl avantajı muhalifinin müteyakkız olmaması (yani eleştirel dikkat ve deruni farkındalık bilinci zaafıyla malül olması) dır… Ve bir de ulufeye-makama-mansıba-güce perestiş etmesi…Bilginin öncülüğünde örgütlü-sistematik ve belli bir hedef doğrultusunda mücadele yürütenlerden hoşlanmaz modern devlet aygıtı… Bilir ki böyleleri kolaylıkla manipüle edilemez, kullanılamaz,kontrol altına alınamaz… O, “kullanışlı muhalif “ leri sever… Derkenar (33)
Hapishaneler, kapatılma mekanları olarak her devirde en dikkat çeken yerler olmuşlardır. Suç ve ceza arasındaki (sebep-sonuç) ilişkisinin somutlaştığı bu mekanlar,bir yandan mer’i( yürürlükte) hukukun doğasına dair farkındalık kazandırırken diğer yandan herkesçe meşru kabul edilen bir otoritenin varlığına da işaret eder. Bir insanın suçlu olduğunu iddia ve ispat edip o suça istinaden “ceza” ver(ebil)mek için yazılı ya da sözlü fark etmez “yasa/şeriat” gerekir. Yasanın uygulanması içinse meşruiyeti tartışmalı olmayan bir otorite… Belirleyici olan yasa/şeriattır. Otoritenin kendisi de meşruiyetini oradan alır… Geleneğimiz “şeriatın kestiği parmak acımaz” derken, yasaya duyulan (duyulması gereken) güvene işaret etmiş olsa gerektir… Ürkütücüdür hapishaneler… Sadece mahkumların kötü, tehlikeli ve zararlı kişiler olduğuna dair anlatı değildir buraları ürkütücü yapan… İnsanı hürriyetinden yoksun bırakan soğuk duvarlar, katı prosedürler ve envai çeşit suçtan hüküm giymiş olanlarla aynı havayı teneffüs etmenin zarureti de dahildir bu ürkütücülüğe… Merhum Aliya hapishanede geçen yıllarını anlatırken adi suçlularla değil de idealleri için mahkum olanlarla aynı koğuşta kalmanın kendisi için büyük bir nimet olduğundan bahseder… Postmodern Zamanlarda Aile
Hayata gözlerimizi açar açmaz kendisiyle temas ettiğimiz gerçekliğin adıdır aile. Öncesi de vardır elbet. Henüz dünya ile tanışmazdan evvel anne karnında geçirdiğimiz uzunca bir varediliş sürecini de aile “bağ”ından bağımsız düşünmemek gerekir. Nitekim bebek henüz dünyaya gelmemişken bile anneye bağlıdır. Bu bağ doğum sırasında kesilir. Ancak manevi olarak hayat boyu devam eder. Bir hukuka/yasaya/şeriata/nomos’a istinaden birlikte olan kadın ve erkeğin oluşturduğu yapının ifadesi olarak aile ontolojik bir boyuta sahiptir. İnsanlık tarihinin başlangıcı bu boyutun tezahürü olarak okunabilir. Adem ve Havva insanlık “ailesinin” babası-annesi olarak tavsif edilirken esasında bütün insanların birbiriyle olan münasebetine dair vurgu da belirginleşir. Renk-ırk-kabile-soy-sop farklılıklarına işaret ederken mübarek Kur’an’ın “tearüf” sözcüğünü kullanması boşuna değildir. Tanıma-tanışma anlamında tearüf/muarefe insan-insan ilişkisinin mahiyetine dair önemli bir içeriğe sahiptir. İnsan sözcüğünün “cana yakınlık” manasında ünsiyetle olan anlam ilişkisi de bu bağlamdan bağımsız değildir. “Hepiniz Adem’densiniz Adem ise topraktandır” sarih beyanı insan türü olarak aynı ontolojik kökene sahip olduğumuzu vurgular. Kadın ve erkek olmak üzere iki cins olarak yaratılan insanın fıtratında içkindir aile kurmak. Bu içkinliğin yasasını/şeriatını ilahi otorite peygamberler/nebiler/rasuller aracılığıyla beyan eder. Yasanın/şeriatın ihlal edildiği yerlerde/zamanlarda aile bütünlüğü zaafa uğrar ve nesillerin manevi-içtimai selameti tehlikeye girer. |