okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün155
mod_vvisit_counterDün867
mod_vvisit_counterBu hafta2195
mod_vvisit_counterBu ay12426
mod_vvisit_counterHepsi1839435

Kimler Sitede

Şu anda 9 ziyaretçi çevrimiçi

Kültürel Kolonyalizm: Entegrasyonun Kaygan Zemini

Sadaf Javdani

İngilizceden Çeviren:İbrahim Karapolat

Göçmenlerin ev sahibi ülkenin sosyal ve kültürel normlarına uymaları gerektiğine dair yaygın bir inanç vardır ve istisnai ve ayrımcı önlemlerle dolu ve milliyetçi gündemi güçlendirse dahi, yine de göçmenlerin "entegrasyonunu" uygulaması ve anlayışının temellerinden biri haline gelmiştir. Egemen bir kültürü göçmenlere ya da herhangi bir sosyal gruba ve azınlık nüfusa empoze etmek – bu kez entegrasyon adına, aslında onları daha da ötekileştirmenin ters etkisine sahip olan bir kültürel hegemonya uygulamasıdır. Bunu akılda tutarak, bir kişinin değeri ve geleceği, Avrupai normallik ideasını yürütmedeki başarıları tarafından belirlendiğinde, göçmen entegrasyon söylemine, katılım, çeşitlilik ve kesişme gibi kavramları hala dahil edip edemeyeceğimizi merak edebiliriz. Ve daha da önemlisi, göçmenlere karşı vatandaş kategorilerini tanımladığımız ve buna göre kimin entegre edilmesi gerektiğine karar verdiğimiz ilkeleri sorgulayabiliriz.Farklı insan gruplarını tek bir bütün halinde birleştirmek veya birleştirmek için bir süreç veya eylem olarak tanımlanan entegrasyon genellikle “başarılı” bir göç sürecinin temeli olarak algılanmaktadır. Bununla birlikte, pratikte, entegrasyon demokratize edilmiş tanımına uygun değildir. Gerçekte, entegrasyon, ev sahibi toplumun göçmenlerle beraber canlı, güvenli ve uyumlu mekanlar inşa etmek için çalıştığı dinamik bir süreç oluşturması yerine, asimilasyon denen ve "yabancının", baskın olan Avrupai ve Hristiyan norm ve değerlerine uyum sağlamasının beklendiği bir süreç olarak uygulanıyor. Dahası, göçmen entegrasyonu kavramı, “etiketlenmiş göçmenlerin” aidiyetini refleks olarak siler ve “cinsiyete dayalı ve ırksal olmayan aidiyet üretir."[1] çeşitliliği kabul eder, ancak sadece normdan ayrılmasıyla ilgili olarak ve bunu yaparak, mevcut güç hiyerarşilerinin ve ataerkilliğin temel yönlerini korurken, egemen ulusal dili ana dilden yana tutar.

 

Sürgün Öğretmen

 

 

Yolu olmayan bir köye sürgün edilen Ali Öğretmen bir rehber eşliğinde sarp ve kayalık patikalar aşa aşa köye ulaşır. Ancak asıl aşılması zor olanın insanları kuşatan cehalet, hurafeler olduğu ve insanların din diye yaşadıkları yanlış inançlar olduğunu müşahede eder. Bunların yanında aşılması gereken nice zorluklar da vardı. Amir- memur - reaya ilişkisinden süregelen endişe ve korkulardan hareketle köylü, her memura ve amire hak etmedikleri saygınlığı atfetmiş, onların her türlü haksızlık ve zalimane davranışlarına boyun eğip rıza göstermiştir. Bu durum; köylüyü ezik ve hor görülen, adeta insan yerine koyulmayan birer nesne haline getirmişti. Nesneleştirilmiş bir insan topluluğunun hak ve hukukundan söz etmek şöyle dursun, sefalet içindeki bu insanların elindeki ekmeğe dahi göz diken tamahkar ve insafsız yöneticiler; Ali Öğretmen'i haddinden fazla müteessir eder.

 

Entelektüel Bağımsızlığa Dair

                                  

Bilgi sahibi olmadan fikir üretmek mümkün olmadığı gibi yorum yapmak ta söz konusu değildir.İnsan evvela bilgi sahibi olur.Ardından sahip olduğu bu bilgilerle fikir inşa eder ve karşılaştığı soru ve sorunları bu fikir zaviyesinden yorumlar.Sahih bir fikir inşa etmenin yolu sahih bilgi edinmekten geçer. Tefrik ve temyiz kabiliyetini yeterince geliştir/e/memiş olanlar, bilgi edinme sürecinde, ayartıya kapılabilir. Çünkü bazen batılın bilgisi, hak giysisi giydirilerek sunulur. Çirkin olan güzel gösterilmeye çalışılır.Şerli olan hayırlıymış gibi takdim edilir. Şeytanın doğru yolun (sırat-ı mustakim) üzerine oturması ve gelene geçeni yoldan çıkarmaya çalışması bu bağlamda dikkat çekicidir. Eskiler “ağuyu altın tas içre sunarlar bal da onun suç ortağı” derler. Ayartı, genellikle, süslü/cerbezeli/alımlı ve gösterişlidir.Tefrik ve temyiz yeteneğini geliştirme azminde olanlar,bu ayartının farkına hemen varabilirler. Ayartılamayacak olanlar için aziz Kur’an’ın kullandığı sözcük muhlis… Yani ihlas sahibi olan… İnandığına samimice inanan ve inkar ettiğini de samimice inkar eden…

 

Akif'i Unut(tur)arak İslamcılıktan Teberri Etmek

 

Yakın tarihimizin en dikkat çeken simalarından biridir Mehmet Akif Ersoy. Gerek mücadelesi gerekse yaşantısıyla hak eder bu dikkati. En ateşli muarızları dahi hakkını teslim etmekten imtina etmez. İtikadına olan sadakati, hayatının bütün evrelerinde barizdir. İslamcıdır Akif…Hem de tepeden tırnağa kadar…Unutulmaya terk edilmesinin esas sebebi de (kanaatimce) budur.İslamcılığın 20.yüzyıla tevarüs eden birikiminin sadık bir mümessili olarak, Jön-Türk/İttihat terakki çizgisinin Batıcı perspektifine karşı tavır almıştır.Çile dolu hayatının en muhataralı dönemi başlar böylece.Sükut içinde ölene kadar sürer bu dönem…İstiklal Harbi’nin manifestosu olan marşı yazmış olması bile Akif’i kurtar/a/maz .O artık sadece senede bir iki kere anma törenlerinde ya da miting meydanlarında popülist politik söylemin dolgu malzemesi olarak hatırlanan biridir. Sanki karanlık bir el Akif an(laş)ılmasın diye uğraşmaktadır. Törensel/folklorik nümayişlerle, güya,Akif’e vefa borcu ödenmiş olmaktadır.Oysa ki tam da bu nümayişlerdir Akif’i anlaşılmaz kılan… Bir şey ki törenselleşmiştir, artık o şey, içeriğini kaybetmiş demektir. Hem Akif hem de İstiklal Marşı için durum tam olarak budur. Hayatı şiirle yorumlayan, şiirle düşünen, şiirle isyan eden, şiirle direnen istisnai bir şahsiyet olarak Akif her zamankinden daha çok, şimdilerde hakkıyla anlaşılmayı ve gündemleştirilmeyi bekliyor. İmparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinin sancılarını yakinen müşahede etmiş ve varlık-yokluk savaşı verdiğimiz yıllarda direniş saflarındaki yerini almış, özellikle de tefrikanın tarumar edici doğasına karşı müteyakkız bir bilincin inşası uğrunda ceht etmiş ateşli bir İslamcı olarak Akif’ten öğrenecek çok şey var…

 

Ulusal Kimlik: Türk Ulusçuluğunun Doğuşu

 

Kitap iki ana bölüm ve son bölümde yer alan uzun bir ekler kısmından oluşuyor.

Yazar, giriş bölümünde, Türk uluslaşma kurgusu üzerinden Ulus olgusunun modern karakterini test etmeyi amaçladığını ifade ediyor.

Ulusal Kimlik başlıklı birinci bölümde, öncelikle aynılığı/benzerliği ifade eden kimlik kavramı, etimolojik ve anlam derinliği bakımından masaya yatırılıyor.

Kimlik, uzun bir tarihi olmakla birlikte popülaritesini 20. yy. da kazanmıştır. Modernleşme öncesi geleneksel anlayışta Tanrı merkezli ve dinsel kurumlara bağlı insan anlayışı, aydınlanma ile akıl odaklı ve bireyi merkeze alan bir sürece evrilir. Tarihin dışına itilen geçmiş toplumsallıkların yerine, modern bireyin önüne yeni yapılar çıkartılır. Modernitenin ürettiği toplumsal kimliklerden en yaygını ise ulusal kimliktir.

Ulusal kimliğin tartışma üstü üç dayanağı olduğunu söyleyen yazar, alt başlıkları ile bu temel öğeleri incelemeye alır.

 

Hümanizm Tutmadı(!) Post-Hümanizm Verelim(!)

İnsanı tanı(mla)ma çabasına dair anlatı asırlara baliğdir. Hakkında filozofların, ediplerin, şairlerin, alimlerin en fazla mürekkep akıttığı mesele herhalde insanın bu dünyadaki varlığının anlamı ve gayesi olsa gerek. Bilinen insanlık tarihinin her safhasında insanın nereden gelip nereye gittiği, varoluşunun amacının ne olduğu, potansiyeli, karakteri, zaafları v.b hususlar hakkında dile getirilen kanaatlere rastlamak mümkündür. Düşünce tarihi, insanın anlam arayışının tarihidir dersek herhalde abartmış olmayız. Bu arayış materyalizm, pozitivizm, sicientisizm, hedonizm, hümanizm, sosyalizm, egzistansiyalizm v.b farklı ideolojik kampların inşasında etkili olmuştur. Ancak tüm bu kamplar hakikatin sadece bir cüzüyle temas kurabilmiş fakat insana dair bütüncül ve kamil bir öğretinin mümessili olmayı başaramamışlardır.

 

İstanbul Sözleşmesinin Gizle(yeme)diği "Epistemik Şiddet"

Yaklaşık dokuz yıl önce İstanbul’da imza altına alınan ve tam adı “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan sözleşme metninin son zamanlarda Türkiye siyasi ve entelektüel hayatında oluşturduğu gerilim oldukça dikkat çekici. Bu metin etrafında cereyan eden tartışmalara nazar ettiğimizde, yaklaşık iki asırdır modern paradigma tarafından biçimlendirilen zihinlerimizin fotoğrafını görmek mümkün. Bu yönüyle yapılan tartışmalar dikkatle izlenmeyi hak ediyor… İlgili metnin aile yapımıza zarar vereceği endişesiyle derhal iptal edilmesini isteyenler ile (metnin) kadınların maruz kaldığı “şiddetin” izale edilmesinde hayati rol oynadığını veya oynayacağını iddia edenler arasında yaşanan sert tartışmalar, kısa ve orta vadede bir mutabakat zemininin inşasına vesile olur mu bilinmez. Ancak tartışmaların “paradigma içi” oluşu (yani hem destekleyenlerin hem de karşı çıkanların referans aldığı aklın, modern paradigmayı inşa eden akıl olması) varacağımız menzilin hiç de hayırlı olmayacağını gösteriyor. Çünkü modern paradigmanın bizatihi kendisi şiddet üreterek, şiddeti sistematikleştirerek ve hatta şiddeti bir varoluş biçimi olarak konumlandırarak (Katolik şiddetine karşı Protestan şiddeti) ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla gündemlerimizi meşgul eden sözleşme metninin, modern paradigmayı ortaya çıkaran tarihsel arka plandan bağımsız değerlendirilmesi ziyadesiyle eksik bir değerlendirme olacaktır. Fakat henüz daha gerçek anlamda modernliği bile tam tecrübe edememişken, post-modernliğin başta tanrı otoritesi olmak üzere her türlü otoriteyi reddeden ve hakikati buharlaştıran doğasıyla yüz yüze gelen ve bundan dolayı da çok ciddi bir değer krizi yaşayan; kurtuluşu ise ya köhnemiş ulus-devlet kutsallarına ya konserve ideolojisi olan muhafazakarlığa ya da demokrasi,özgürlük,eşitlik adı altında pazarlanan neo-kolonyalist akımlara sığınmakta bulan Türkiye’nin bu meseleyi hak ettiği bağlamda tartışabileceğine dair fazla umutlu değilim. Bir tür zihinsel teşevvüş hali yaşadığımızı düşünüyorum.

 

Derkenar (25)

Bütün üniversiteleri Avrupamerkezci bilgi (ki bu bilgi seküler/ırkçı/pozitivist ve sömürgecidir) tarafından ele geçirilmiş (fethedilmiş de diyebiliriz) bir ülkede, rektör ataması üzerinden süregiden tartışmalar, Türkiye’deki ilmi-entelektüel-akademik çölleşmenin/çoraklaşmanın/düzeysizliğin/ufuksuzluğun ve en önemlisi de “madunluğun” ürkütücü boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından manidardır. Gerek muhafazakar/milliyetçi/maocu kokuşmuşluk, pespayelik ve kepazelik düzeninin bani ve mümessilleri;gerekse de onlara muhalif(miş) gibi yapan, ama aslında bu ülkede aziz,mükerrem ve mübeccel İslam’ın put kırıcı,devingen ve inkılabi öğretisinin makes bulmasını engellemek için misyon üstlenmiş olan, (tüm bileşenleriyle) liberal/sol/kemalist hınç ve huşunet siyasi kültüründen ilham alan zavallılar, (dar-ül İslam) olan bu aziz ülkenin üniversitelerinde neden vahiy ve nübüvvet bilgisinin meşruiyetinin olmadığına ve/veya Avrupamerkezci bilgiyle barışık yaşamanın ne anlama geldiğine dair,ima yoluyla bile olsa,söz söyleyemiyor. Beyni dağlanmış olanlardan böyle bir beklenti içinde olmak anlamsızdır biliyorum. Derdim odur ki, bu ülkenin muteriz genç kuşakları, yakın geçmişte olduğu gibi, şimdi/ler/de de, siyasal tercihlerini kokuşmuşlukla sığlık arasında yapan politik figürlerin muzaffer gelecekleri için kendilerini heder etmesinler. Hamasi, popülist ve vülger siyasal dilin manipülasyon nesneleri olmasınlar… Zihinleri felç olmuş,algıları kireçlenmiş,gözleri ve kulakları perdeli, kalpleri tedebbür etmeyi terk etmiş olanların izlerini takip etmesinler… Mübarek İslam’ın put kırıcı öğretisinin mübelliği ve mübeşşiri cenab-ı peygamberin(s.a.v) izinden ayrılmasınlar… Bu izi onlara İslamcı ekol gösterebilirdi. Fakat bu ekol de bir süredir düzenli olarak aldığı muhafazakarlık/milliyetçilik ve ulus-devlet realizmi “zehirleri” nedeniyle yoğun bakım odasında can çekişiyor. Bu nedenle genç kuşaklar kurtuluşu protestan burjuva uygarlığının değer sisteminde arıyor… 19.yüzyılda “uygarlık misyonu”,20.yüzyılda “demokrasi ve insan hakları” klişeleriyle halklarımızı ayartan beyaz adam, 21.yüzyıl için “cinsel özgürlükler” klişesini üretti ve ayartmaya devam ediyor. Üniversitelerimiz epistemolojik ve metodolojik bağımlılıktan kurtulamadıkları, yani özellikle sosyal ve siyasal bilimler alanlarında vahiy ve nübüvvet bilgisinden ilham alan bir bilgi sistemi ve usul disiplini inşa edilemediği sürece, istersek bütün üniversitelere “molla rektör” atayalım , sonuç değişmeyecektir…

 

09/02/2021

Kamil Ergenç

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız