okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün460
mod_vvisit_counterDün455
mod_vvisit_counterBu hafta915
mod_vvisit_counterBu ay5714
mod_vvisit_counterHepsi1846494

Akışkan Kimliklerin Korunaksız Kalesi:Deizm

Umran Dergisi’nin 317.sayısında yer alan “Gösterişli Yalanlarla Barışık Yaşamak” başlıklı yazı’mda Türkiye kamuoyuna yutturulmaya çalışılan “gençlerin deizme yöneldiği” yalan dolmasına dikkat çekmiş, genç kuşakların yönelimini tespit sadedinde ortaya atılan ve hatırı sayılır oranda alıcısı olan bu yalanın gerek deizmin vahiy ve nübüvveti inkar eden teorik muhteviyatının, kültürel kodlarında İslam’ın rengi bariz olan Türkiye gibi bir ülkede, içselleştirilmesinin mümkün ol(a)mayacağı gerekse genç kuşakların zihinsel formasyonlarının henüz deistik çıkarımlarda bulunacak yetkinlikte olmadığı gerekçesiyle itiraz etmiştim. Bu yazıda da itiraz etmeyi sürdüreceğim.

Beyaz Adamın sadık hizmetkarı olan sosyoloji disiplini Avrupadışı uluslara,şayet ilerlemek-büyümek-gelişmek-medenileşmek istiyorlarsa, Avrupa’nın sosyolojik evrimini örnek almaktan başka çareleri olmadığını ısrarla vurguluyor. Ait olduğu kültür kodlarından ilham alarak modern epistemik tahakküme direnmek yerine Avrupamerkezci bilgi sisteminin belirlediği kavramsal çerçeveye mahkum olmayı tercih eden üçüncü dünya(!) aydınları “Z Kuşağı” tanımlaması üzerinden yürütülen “deizm” operasyonunun gönüllü taşeronluğunu üstlendiler. Yalanın büyüklüğü ve tekrarı bir süre sonra muhataplarının o yalanı hakikatmiş gibi algılamasına sebep oldu/oluyor. Akademinin cerbezeli söylemiyle eşanlı olarak yürüyen enformatik ayartıcılık, yalanların kamusal meşruiyet kazanmasına yardımcı oluyor. Peki sonuç? Sonuç şu: gündemlerimiz hakikat zannedilen yalanlar tarafından esir alınıyor. Biz bu yalanlar etrafında dolandıkça atı alan Üsküdar’ı geçiyor… Pekiyi atı alıp Üsküdar’ı geçen kim? İlahi sınırlara riayet ederek yaşayanları, kurdukları haramzadelik düzeninin önünde en büyük engel olarak görenler elbette…

Kendi itikadi-içtimai-siyasi-iktisadi-hukuki gerçekliğinin tarifini yapamayanların başkalarının tarifine muhtaç ve mahkum olmasında şaşılacak bir şey yok. Şayet Türkiye üniversite/akademi/entelektüel havzası epistemolojik ve metodolojik bağımsızlığa sahip olsaydı, kendimizi tarif etme noktasında sorun yaşamıyor olacaktık. Ancak üzülerek belirtmek gerekiyor ki, yaklaşık iki asırdır Protestan burjuva kültür kodlarıyla teçhiz edilmiş bir bilgi sistemi tarafından tanımlanıyoruz. Yani ilmi/entelektüel esaret altında yaşıyoruz. Bu esaretin bedeli çok ağır oldu ve şayet İslam’ın ruhuna uygun bir sosyal bilimler dili geliştir(e)mezsek, yarının Türkiye’si Hıristiyanlık içi gerilimin sonucu olarak ortaya çıkan modernleşme belasının ağır sonuçlarına katlanmak zorunda kalacak.

İnkarı mümkün olmayan bir gerçeklik olarak şu hususun altını kalın çizgiyle çizmek gerekiyor: Türkiye, İslam’a olan aidiyeti sebebiyle var oldu ve varlığını haysiyetli bir şekilde devam ettirmek istiyorsa bu aidiyetine halel getirecek her ne varsa onunla arasına mesafe koymak zorundadır. Bu ülkenin İslam’a olan aidiyetini ve bu aidiyetle mümkün olan varoluşunu anlamaktan aciz olanlar ya da bilerek ve isteyerek bu aidiyetin aşındırılması amacına matuf söylem ve eylem üretenler Protestan burjuva kültür kodlarının egemenliğine giden yolu açmış demektir. Bu durumda, Türkiye diye bir yerin varlığından söz etmek mümkün olmayacaktır. Konfor alanına halel gelmediği müddetçe hangi ideolojinin ve siyasal söylemin egemenliği altında yaşadığını sorun etmeyen bir sosyal gerçekliğe razı olmamızı isteyenler, sosyoloji ve ilahiyat disiplinlerinin marifetinden ziyadesiyle istifade ediyorlar. Sosyoloji disiplini dinin (ve din dilinin) köylü olduğunu; kentin(kentleşmenin) ise seküler olması gerektiğini ispatlamaya çalışarak din yerine bilimi, cemaat yerine cemiyeti, ümmet yerine ulusu,şahsiyet/fert yerine bireyi, peygamber yerine filozofu,vahiy yerine bilimsel bilgiyi ikame etmeye çalışarak; ilahiyat disiplini ise vahiy ve nübüvvet bilgisini ve bu bilgiyle mütenasip geleneksel birikimi inceleme/araştırma nesnesi yaparak Protestan burjuva uygarlığının değirmenine su taşımıştır/taşımaktadır.    

Epistemolojik ve metodolojik bağımsızlık derken İslam’a olan aidiyetimizin zorunlu sonucu olarak vahiy ve nübüvvet bilgisinden ve bu bilgiyle mütenasip geleneksel birikimden ilham alan Allah-insan-evren-tabiat-zaman-mekan-tarih tasavvurunun ete kemiğe bürün(dürül)mesi amacına matuf müstakil çabayı kast ediyorum. Kendi tarifimizi yapmak için bu çabanın zaruri olduğuna, aksi halde akışkan kimliklerin mantar gibi bittiği bir sosyal gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalacağımıza inanıyorum.

Malumdur ki akışkanlar içine girdikleri kabın şeklini alırlar. Kendilerine ait bir şekilden mahrumdurlar. Modernite “katı olan her şeyi buharlaştırma” özelliğiyle maruftur. Dinler(bilhassa da İslam) muhataplarına katı kimlikler önerdiği için modern kültür zaviyesinden kabule şayan değildir. Katılık, modern paradigmanın nefretini celbeder. Çünkü modernlik tüm akışkanlar için “kap” üretebilecek kabiliyete sahiptir. Bu nedenle akışkanın mahiyeti ve keyfiyetiyle ilgilenmez. Onun ilgisi muhatabının akışkan özellikte olup olmadığı üzerindedir. Çünkü “katı”ları bir kabın içine sokmak zordur. Onların kendilerine özgü şekilleri(kimlikleri) vardır.

Ortaçağ Hıristiyanlığı oldukça katıydı. Tanrının buyruklarına karşı duyarlılık sahibi olmayanların yaşama şansı yok denecek kadar azdı. Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri olarak Kilise hayatın kontrol ve denetiminden sorumluydu. Bu sorumluluk zamanla onu siyasi-iktisadi “mutlak” güç haline getirdi. O da bu gücünü kimi zaman bünyesindeki çalkantılı durumların izalesinde kimi zaman ise “kutsal savaş” amaçlı kullandı. Doğu’dan Osmanlı Batıdan Endülüs Güneyden ise Memlük tazyikinden dolayı her an yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan ve bu nedenle varlığını İslam’a karşı verdiği mücadeleye borçlu olan Avrupa’nın talihi 15.yüzyılın sonundan itibaren değişecektir. O güne kadar yüzünü döndüğü Kudüs’ten yüz çevirecek ve yeni kıble olarak Atina’yı seçecektir. Bu tercih sonraları adına modernleşme denilen projenin ilk kıvılcımı sayılabilir. Denebilir ki modernleşme projesi,esas itibariyle, İslam’ı mağlup etmek amacıyla tarih sahnesine çık(arıl)mıştır. Şimdilerde gündemlerimizi meşgul eden deizm, modernleşme projesinin kemale ermesini sağlamak amacıyla putperest Yunan’dan ilham alan Protestanlığın itikadi temayülünün adıdır.  

Atina-Kudüs gerilimi modern Avrupa tarihinin anlaşılmasında kilit roldedir. Nebevi geleneğin yerini putperest/pagan kültür kodları alacaktır. Modernleşme denilen belanın inkişafı müşrik Atina’nın öncülüğünde gerçekleşecektir. Bu sürecin Avrupa’ya faturası elbette çok ağır olacaktır. Yaklaşık bin yıllık geçmişle radikal bir hesaplaşmadır söz konusu olan. Katolikliğin ultra-katı doğası kolay kolay pes etmeyecektir. Ancak tabiri caizse macun tüpten çıkmıştır. Katolik-Protestan gerilimi onlarca yıl devam edecek Avrupa’da kan gövdeyi götürecektir.

Hıristiyanlık içi mücadelenin Protestanlık lehine sonuçlandığının göstergesi olarak Fransız İhtilali’ne işaret edilebilir. Bu ihtilal vesilesiyle Avrupa, Katolik kilisesinin tesir sahasını belirlemiş ve Protestan burjuva kültür kodlarının egemenliğine halel getirecek tüm engelleri bertaraf etmiştir. Bu zaferin(!) en büyük mimarı elbette ki 17.asırla birlikte yeni bir muhtevaya büründürülen bilimdir. Dolayısıyla bilime duyulan güven ve gösterilen itibar bu tarihten sonra iyice perçinlenecektir. Artık vaktiyle hayatın yönünü/istikametini tayin eden kilisenin yerini üniversite, papazların yerini ise bilim adamları almıştır. Kutsallık gömleği onların üzerindedir artık…

Şimdi tarihi yeniden yazmanın vaktidir ve bu görev yeni kutsal adamlar sınıfınındır. Protestan burjuva kültür kodlarına uygun olarak yeni bir sosyal bilimler tarifi yapılır.Tarih, ilkelden medeniye doğru lineer çizgide akan süreçler toplamı olarak tanımlanır. Teolojik-metafizik-pozitivist aşamalar ekseninde “ilerleme” olgusuna meşruiyet kazandırılır. Şifahi kültürlerin tarih dışı ilan edilmesi için, yazıya merkezi rol verilir. Yazı öncesi kategorisi icat edilerek “yazı yoksa tarih yok” klişesine yer açılır. Devlet kurma kabiliyeti “olgunluk” işareti olarak öne çıkarılır ve devleti olmayan ya da kuramayan uluslar “olmamışlık” kategorisine hapsedilir. Protestan burjuva kültürünün biricikliğini ispatlamak ve böylece Avrupadışı tüm ulusların bu biricik kültürü referans almasını sağlamak için bilim-felsefe-tarih bütünüyle tersyüz edilir. Artık bilim felsefenin emrinde değildir. İnsan-evren-tanrı-zaman-mekan-devlet-toplum-birey yeniden tanımlanır…

Bu yeni tanımlama ameliyesinden din de nasibini alır. Almaması mümkün değildir. Zira yaşananlar Hıristiyanlık içi gerilimin sonucudur. Tarih ilkelden medeniye doğru lineer çizgide akıyorsa(!) din, tarım toplumlarının duygusal ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı bir bağlamın konusudur artık. Hatta onu insanın bizzat kendisi üretmiştir(!) Çünkü “henüz” rasyonel düşünme kabiliyetine sahip değildir(!) Peygamberler muhayyile düzeyinde sabitlenmiş toplulukların ihtiyaç duydukları yönlendirmeyi yapan kişilerdir(!) Bilimin gelişmesiyle insanlık peygamberlere ihtiyaç duymayacaktır(!) Bu yeni sürecin üstatlarından(!) Voltaire-ki kendisi deizmin de önde gelen simalarından kabul edilir- “Tanrı düşüncesinden başka her şey saçmadır. İsa adlı bir Yahudiye ne lüzum var” derken aslında bilimsel bilginin serhoşudur.

Bilimin kazandığı bu merkezi rol Tanrının göklere geri gönderilmesine yol açacaktır Hıristiyanlık için… Hayatın dışında bir Tanrı(!) Kendi göksel aleminde sadece kendisini temaşa eden mükemmel bir Tanrı(!) Din bu mükemmel varlığın insana bahşettiği bir duygu… Bu Tanrı aynı zamanda ilk neden… Tabiat ondan sadır olmuş(!) O, mükemmel olduğu için oluş ve bozuluşun(kevn ve fesad) olduğu bizim yaşadığımız dünyayla ilgilenmez(!) İnsan, kendisine tanrı tarafından bahşedilen akıl melekesi sayesinde bilimin de yardımıyla peygamber olmaksızın hakikate ulaşabilir(!) Tanrının gerçek vahyi tabiattır ve başkaca vahye ihtiyaç yoktur… Tanrı hakkındaki bu söylemin inşa edilmesinde putperest Atina’nın rolü büyüktür. İsa’nın yerini Aristo almıştır…

Bu anlayışın sosyal gerçekliği insan-insan ve insan-tabiat ilişkisinde kendisini göstermekte gecikmeyecektir. Felaha ulaştıracak ahlak kaidelerinin akıl yardımıyla ihdas edileceği iddiası bu bağlamın sonucudur. Tanrı eksiksiz ve kurduğu nizam da mükemmel olduğuna göre insan-ki o da tanrı tarafından donatılmıştır- hakikate ulaşabilir. Vicdan, insanın varlığına Tanrı tarafından yerleştirilen temel değerlerin ortaya çıkarılmasıdır. O halde bir dış yönlendiriciye ihtiyaç yoktur. Buradaki “dış yönlendiricinin” kilise olduğunu hatırlamak gerekir… Dinin otoritesinden kurtulmak isteyen bu yeni akımın arzusu boşuna değildir. Sınırları din tarafından çizilmeyen bir yaşamın imkanlarını zorlamaktadır Protestanlık… Din uğruna yıllarca çektiği çileleri terk etmek, tabiri caizse, dünyaya abanmak istemektedir. Katolikliğin acı çekerek ve dünyadan uzak durarak öte dünyadaki cennete ulaşma öğretisi yerine yeryüzü cenneti inşa etmeyi yeğleyen yeni bir din anlayışı…

Deizm işte böyle bir vasatın sonucudur. Katolik-Protestan geriliminin meyvesidir… Atina ile Kudüs’ün savaşında Atina’nın yanında yer almaktır. Nebevi çizgiye ittiba etmek yerine Aristo-Platon geleneğini tevarüs etmektir… Hanne ve Meryem’i değil Afrodit’i örnek almaktır… Tövbe ederek kulluğunu izhar eden Adem’in yerine, tanrılar tanrısı Zeus’la savaşarak özgürleşen(!) Prometeus’u koymaktır…Felaha ulaştıracak bilgiyi insanlar arasından seçtiği kullar aracılığıyla bizzat veren Allah(c.c)’ı, mükemmellik teorisinin arkasına sığınarak hayatın dışına iterken,öfke ve şehvet duygularıyla kuşatılmış ayartılmaya müsait aklı yegane yol gösterici olarak kabul etmektir… Namus-u Ekber olan Cebrail’in yerine faal aklı, Alemlerin Rabbi(c.c)’nin yerine “İlk nedeni(el muharrik-ul evvel)” koymaktır… Yaratmayı inkar edip südur/feyz/taşma nazariyesine kani olmaktır… Sebepsiz sonuç,sonuçsuz sebep olamayacağı gerekçesiyle mucizeyi reddedip determinizm batağına saplanmaktır… Tanrıyı tenzih edeyim derken aklı tanrılaştırmaktır… Alamet-i farikası değişkenlik olan bilimsel bilgiyi rehber edinmektir… Ahireti inkar edip dünyadan kam alma yarışına girmektir… Nebevi geleneğin şemsiyesi altına girerek millet olmak dururken, etnik-ulusal anlatılara sığınarak parçalanmayı tercih etmektir…

Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Ansiklopedisinde deizm “nedentanrıcılık” başlığı altında incelenmiş. Bu akıma Osmanlıcada verilen isim “inkar-ı vahiy mezhebi”. Tanrıyı sadece ilk neden olarak kabul etmek ve ona başkaca hiçbir güç ve nitelik tanımayan akım olarak tarif edilmiş ve dogmatik dinleri yadsıyan inanış olduğuna dikkat çekilmiş. Süleyman Hayri Bolay’ın Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü’nde ise aynı akım “ilahcılık” başlığı altında değerlendirilmiş. Bolay’ın bu akım için yaptığı tarif ise şöyle;” Her türlü vahyi,ilhamı ve dolayısıyla vahyin bildirdiği Allah’ı,dini,takdiri inkar ederek sadece akıl ile idrak edilen bir Allah’ın varlığını kabul eden ve teşbihi ve teslisi reddeden felsefi okul. Bu anlayış peygamberlere ve dinlere ihtiyaç olmadığını ileri sürerek “Tabi Din” fikrini benimseyip savunmaktadır. Ahmet Cevizci’ nin Felsefe Sözlüğü’nde ise deizm; “iman karşısında akla önem veren, vahyi, peygamberliği ve mucizeleri tamamen bir tarafa bırakırken,doğal bir din ve akla dayalı bir tanrı anlayışı…Tanrının varlığını teleolojik ve kozmolojik argümanlarla kanıtlama…Tanrı’nın dünyayı yarattıktan sonra,ona bir daha müdahale etmediğini ileri sürmek…”şeklinde tanımlanmış. Tüm bu tanımlardaki ortak noktaya (yani aklın merkezi rolü, tanrının ilk neden oluşu ve vahiy/nübüvvet hakikatinin inkarı) bakıldığında deizmin Aristo çizgisinden esinlendiği rahatlıkla söylenebilir. Aristo’ya göre tanrı en mükemmel varlıktır ve bu nedenle (bayağılıkların olduğu) dünya ile ilgilenmez. Çünkü mükemmel olan (ancak) mükemmel olanla meşgul olur. Aristo’nun tanrı tasavvurunda vahiy de yoktur nübüvvet te… Tanrı ilk hareketi başlatan “hareketsiz” varlıktır. Yani hareket etmeyen hareket ettirici… Çünkü hareket zaaftır ve tanrı da zaaftan münezzehtir… Sadece fiziksel yasalar itibariyle değil sosyal hayata müdahale bağlamında da tanrı pasiftir…

Buna rağmen pagan Yunan’dan aydınlanma/modernleşme dönemine kadar tanrı, hayatın içinde oldukça dinamik bir varlık olarak kabul edilirken, modernleşme sürecinin itikadi temayülü olan deizm varlığın “otonomluğu” tezi üzerinden tanrının hayattan kovulduğu yeni bir çığır açmıştır.Evreni var eden ve onun gidişatında etki sahibi olan yüce bir varlığa ve o varlığın dünyaya vahiy gönderdiğine itiraz eden ateizmin de yaslandığı otonom varlık ve evren düşüncesi, halihazırda yaşadığımız zaman dilimini de etkilemiştir. Tanrı inancından kurtulmayı insanın insan üzerinde egemenlik kurmasının önüne geçmek olarak değerlendiren Marksist yaklaşımdan Tanrıyı insanın kendisinin yarattığını iddia eden materyalizme ve hatta tanrı fikrinin bir arzu nesnesi ve arzunun tatmininin tezahürü olduğunu iddia eden Freudcu perspektife kadar ilk defa çok yönlü bir teizm karşıtı saldırı Aydınlanmayla birlikte yaşanmıştır. Bu saldırıların bilimsel gelişmelerle doğru orantılı olduğuna yukarıda da işaret etmiştim. Avrupa’da bilim ilerledikçe(!) Katolik gelenek gerilemiş ve deizm güçlenmiştir. Merhum Şeriati’ni deyimiyle “bilim Tanrıyı ve/veya dini doğadan; Marks aynı dini tarihten;Freud ise onu bilincin derinliklerinden kovmuştur.” Hıristiyanlığın tarihi açısından bu sürecin kendi içinde tutarlı(!) olduğu düşünülebilir. Çünkü Hıristiyanlık kalabalıkların (Romalıların) teveccühüne mazhar olmak için Pavlus tarafından şeriattan soyutlanmak suretiyle Roma’nın resmi dini olduktan sonra laicus-clericus ayrımına maruz kalmıştır. Bu ayrım sonraları kilise-devlet ayrımına mesnet teşkil edecektir. Bütünü parçalamak bu geleneğin karakteristik özelliğidir. Bilgiye-hayata ve tarihe tevhidi perspektiften bakmayı emreden İslam’ın bu gelenekle imtizaç etmesi mümkün değildir.

Kendisini İslam’a nispet eden herkes, Hıristiyanlık içi mücadelenin sonucu olarak ortaya çıkan deizmin, yüce Kur’an’ın diliyle “küfr” olduğunu tespit etmekte zorlanmayacaktır. Hakikatin üzerini örtmek anlamında “küfr” vahiy ve nübüvvet gibi emsalsiz nimet(ler)i görmezden gelen (inkar eden) deistik söylemin tanımlanmasında anahtar sözcüktür. Sosyal gerçekliğimizi yüce İslam’ın hayat bahşeden sözcükleriyle tanımlamaya cesaret ettiğimizde, sorunlarımızın çözümü için nereden ilham almamız gerektiğini de vuzuha kavuşturmuş olacağız.

Kamil Ergenç


AddThis
 

Yorum ekle