okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün528
mod_vvisit_counterDün527
mod_vvisit_counterBu hafta1701
mod_vvisit_counterBu ay11932
mod_vvisit_counterHepsi1838941

Derkenar (34)

Yakın tarihimizde olup bitenlere dair farkındalığımız bugünü ve yarını inşa ederken en önemli istinatgahlarımızdan biridir. Geçmişi bilmek bugün olup bitenlerin nedenlerini bilmektir. Tarih, zannedildiğinin aksine, bitmiş bir sürecin adı değil, halen yaşanmakta olanın adıdır. Dün-bugün-yarın sözcüklerinin birbirleriyle olan merbutiyetidir bu tespitimizin dayanağı… ”Yarın” ve “dün” diyebilmek için “bugün”e ihtiyacımız var… Demek ki bugün yapıp ettiklerimiz yarının tarihidir aynı zamanda… Binaenaleyh yaşarken inşa ediyoruz yarının tarihini… Bu nedenle “geçmiş” olarak adlandırdığımız ne varsa aslında bizim (yani insanın) hikayemizdir. Aslolan bu hikayeden insan denen mahlukun zaaf ve imkanlarını öğrenmek ve gereken dersi çıkarmaktır. İbret alınan tarihin tekerrür etmeyeceği erbabının malumudur. Yüce Kur’an’da oldukça hacimli yer tutan kıssaların hikmeti de (kanaatimce) budur… Zamana tevhidi perspektiften bakmamızı salık veren mübarek Kitabımız, dün-bugün-yarın arasında kopmaz bir bağ olduğuna işaret ederek ilerlemeci(doğrusal-lineer) tarih tasavvurunun gayr-ı meşruluğunu beyan etmiş olur…

Bu girizgahı Cumhuriyet’in Osmanlı’dan bağımsız olduğuna dair (hem Kemalist hem de muhafazakar cenahta) yaygın olan okuma biçiminin mesnetsiz ve iz’ansız olduğuna işaret etmek için yaptım. Bilinen tarihte mutlak anlamda bir kesintinin, kopuşun izine rastlamak zor… Olduğunu iddia edenler geçmişle bugün arasındaki “bağ”ın sıfırlanmasını, yani modern paradigmanın arzu ettiği gibi, geçmişin ilkel-arkaik-primitif olarak anlaşılmasını isteyenlerden başkası değil…

Cumhuriyetin Osmanlı’dan bağımsız olarak tanınması gerektiği tezini evvela Kemalist bürokratik oligarşi savundu ve bütün adımlarını bu tezin meşruiyetini tescillemek üzere attı… Böylece Cumhuriyetin erdem ve faziletlerini daha iyi anlamamızı sağlamayı murat etti. Geçmişle (İslami geçmişimizle) aramıza ne kadar mesafe koyarsak yeni olanla o kadar iyi ünsiyet kesbeceğimizi varsaydı. Ama yanıldı… Çünkü “yeni” olan sürekli kendisini güncelliyordu ve Cumhuriyetin oluşturduğu gelenek te bir süre sonra “eski” olarak tanımlanacaktı. Nitekim 27 Mayıs 1960 ihtilali “ikinci cumhuriyet” terkibini literatüre soktu. Cumhuriyetin ilanından 37 sene sonra ortaya atılan bu terkip (hiç şüphesiz ki) 1952 de dahil olduğumuz NATO paktının bizden beklediği bir şeydi…

1923’te ilan edilen Cumhuriyet 1952’de yoğun bakım odasına kaldırıldı. 27 Mayıs 1960 İhtilali ise yoğun bakımdaki Cumhuriyetin (tabiri caizse) fişini çekti… O günden sonra Türkiye sadece bağımsızlığını değil, bağımsız olabileceğine dair iradesini de kaybetti. Ortodoks Doğu Hıristiyanlığı ile Protestan ve Katolik Batı Hıristiyanlığı arasındaki gerilimi avantaja çevirerek hayatta kalmaya dönük 19.yüzyıl stratejisine sığınmak zorunda kaldı (!) Bu strateji bugün de kimi ufak tadilatlarla devam ediyor…

Akademimizin bütünüyle Anglo-Sakson ideolojinin deneyci(ampirik)-pragmatik ve kapitalist perspektifine teslim olması NATO konseptine dahil olduktan sonradır. 27 Mayıs tepeden tırnağa bir NATO operasyonu olarak bu teslimiyeti perçinlemiştir. Silahlı kuvvetlerimizin hem görevdeki hem de bir önceki genelkurmay başkanları bu dönemde tevkif edildi ve ordumuzun “millilik” vasfını haiz olmasını sağlayan binlerce subayımız görevden el çektirildi. Bütün bunlar Osmanlı’nın dağılması sonrası kur(dur)ulan ulus-devletler içinde sınırlarının cetvelle çizilmesine razı olmayan ve bunu da İslam’a yaslanarak yapan Türkiye’yi “Asya ile Avrupa arasında köprü” olmaktan başka bir vasfı olmayan kimliksiz-kişiliksiz insanların yaşadığı “transit geçiş güzergahı” haline getirmek için atılan adımlardı. NATO paktına dahil olmanın Türkiye’ye siyasi-iktisadi-askeri-akademik maliyeti ne olmuştur? Sorusuna bugüne kadar neden cevap aranmadığının sebebi bu arka planda saklıdır. YÖK’ün tez arşivinde NATO hakkında yazılmış yüzlerce yüksek lisans-doktora tezi olmasına rağmen sözünü ettiğim bağlamda bir tane bile çalışmanın olmaması manidardır.

1990’lı yılların başında SSCB dağılacak ve artık soğuk-savaş hikayesi sona erecektir. Bu durumun Türkiye’deki yansımaları şüphesiz ki çok önemlidir. Kapitalist blokun zaferi globalleşmenin değirmenine su taşıyacaktır. Zaten Türkiye 1980 ihtilaliyle sisteme tam entegrasyon adımlarına hız vermiştir. 24 Ocak kararları iktisadi sistemimizin küresel piyasalarla tam uyumunu sağlamak amacına matuftur… Artık “serbest piyasa” tanrısının sözü geçmektedir… 12 Eylül ihtilali tüm ideolojilerin bu tanrıya biat etmelerini sağlamak için yapılmıştır. “Savaşmayın sevişin” mottosunda hayat bulan bu yeni yaklaşım, insanı mide ve apış arasından ibaret bir varlık olarak kodlayıp yaşamı bu iki “yer” in tatminine endekslemiştir. Kapitalizmin başka türlü hayatta kalması mümkün değildir çünkü…

Tüm ideolojiler gibi 19.yüzyıl pozitivizminden ilham alarak kendisini inşa eden Kemalizm de 1980 İhtilali’nden sonra kademeli olarak tarih sahnesinden çekilecektir. Başka çaresi de yoktur... Çünkü modernite ikinci dünya savaşından sonra yerini Avrupa'da post modernliğe bırakmıştır.(Biz süreci biraz geriden takip ettiğimiz için 1980’li yılları beklemek zorunda kaldık.) Post modern literatürün katkısıyla Kemalizmin korunaklı surlarında gedik açan muhafazakar-dindar kesim, 21.yüzyıla bu literatürün katkısıyla merhaba diyecektir. Ancak açtığı gedikleri kendi marifeti zannederek büyük bir yanılgı yaşayacaktır. Denebilir ki muhafazakar-dindar kesimler Kemalizmle mücadeleyi İslam’ın ilke-prensip ve umdelerinden hareketle değil, post-modernliğin “ifade hürriyeti”, ”kamusal alan”, ”emansipasyon”,”insan hakları”, “demokrasi”, “kadın hakları”,”anti-otoriterizm”,”ademi merkeziyetçilik” vb. klişelerine yaslanarak verdiler. İronik olan şu ki bu klişeler bugün aynı kesimler tarafından öcü olarak kodlanmış durumdadır…

Türkiye’de akademinin Kemalizme sırtını dönmesi 1980’li yıllara rastlar. Örneğin Nilüfer Göle' nin " modern mahrem" adlı eserinin saha çalışmaları 1987 de yapılmaya başlamıştır. Ki bu eser anti-Kemalist literatürün öncüsü kabul edilir. Fikret Başkaya’nın hapse girmesine sebep olan “Paradigmanın İflası( resmi ideolojinin eleştirisi)” adlı eseri 1991’de yayınlanacaktır. Bu eser de dönem itibariyle (akademi içinden yöneltilen) oldukça cesur bir eleştiri sayılabilir. Başkaya’nın bu eserinde alıntı yaptığı Emin Türk Eliçin’in 1970 ‘de Ant Yayınlarından çıkan “Kemalist Devrim İdeolojisi (Niteliği ve Tarihteki Yeri)” adlı çalışması da bu bağlamda zikredilebilir.1990’lı yıllarda sol ve İslamcı havzalarda yürütülen post-modernlik, birlikte yaşama(Medine vesikası bağlamında),siyasal İslam v.b tartışmaları da bu literatüre katkı sundu. Entelektüel dayanakları bir bir elinin altından kayan Kemalizm 1990’lı yılların sonuna doğru tipik bir “aparatçik ideolojisi” oldu ve yoğun bakıma kaldırıldı. Yaşaması için 28 Şubat darbesi yapıldıysa da işe yaramadı ve 2000’li yılların başında öldü. Fakat bünyesindeki faşizme meyilli milliyetçiliği ( ki bu milliyetçilik burjuva Protestan kodlar taşır),otoriterliği, ultra-pragmatik ve ultra-makyavelist tutumu bütün siyasi fırkalara enjekte etmeyi de başardı. Bu enjeksiyondan en büyük payı ise muhafazakar kesimler aldı. İbn-i Haldun boşuna “mağluplar galipleri taklit eder” dememişti…

Ancak bir sorun vardı… Neredeyse bir asır boyunca Kemalist bürokratik oligarşinin gadrine uğrayan dindar-muhafazakar kesimler muhalif duruşlarını-tutumlarını-tarzlarını-söylemlerini Kemalizme bakarak inşa etmişlerdi ve şimdi karşılarında post-modern paradigmanın “anything goes( her şey mubah)” klişesi vardı. Dolayısıyla ne yapacaklarını şaşırdılar. Çünkü bütün entelektüel enerjilerini Kemalizmin mağlubiyeti için tüketmişlerdi. Oysa şimdi hiçbir ideolojiyi ciddiye almayan bir ideolojiyle yüzleşmeleri gerekiyordu…Lakin bu yüzleşme için ne ilmi/entelektüel hazırlıkları ne de uzun erimli,örgütlü-sistematik çalışmaları vardı… Dolayısıyla hamaset ve popülizme sığındılar…Siyasi-iktisadi-askeri-hukuki imtiyazlara sahip olduklarında meselenin çözüleceğini zannetmişlerdi. Fakat yanıldılar… “Güçlü” olmayı “emin ve güvenilir” olmaya; trol/aparatçik/holigan/fanatik olmayı ise ilmi/entelektüel derinliğe tercih ettiler… Sahip oldukları imtiyazları korumak uğruna yüce İslam’ın ilke-prensip ve umdelerini çiğnemeyi yeğlediler…Evet güçlerini-imtiyazlarını korudular… Fakat eminliklerini kaybettiler… Artık Türkiye’de dindarlara yakıştırılmayan (neredeyse) hiçbir ahlaksızlık kalmadı… “Bunu dindarlar yap(a)maz” diyebileceğimiz hiçbir şey…  

 

07/01/2022

Kamil Ergenç

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis