okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün248
mod_vvisit_counterDün455
mod_vvisit_counterBu hafta703
mod_vvisit_counterBu ay5502
mod_vvisit_counterHepsi1846282

Mehsa Amini'nin Aşikar Ettiği

Modern tarihin en görkemli inkılabını yapan İran, evlatlarını yiyor… Boudrillard’ın son dört asırda dünyanın başına gelmiş en iyi şey olarak nitelediği inkılap, taş kafalıların ellerinde can çekişiyor… Ömrü boyunca toprağa yakın yaşayan Humeyni için görkemli anıt mezar dikilirken başlamıştı zaten kan kaybı… Ayetullah Muntazari ev hapsine alındığında ve evi taşlandığında ise inkılabın ilkeselliği şüpheli hale gelmişti. Çağını müdrik nitelikli alim/entelektüeller emperyalistlerce tertiplenen İran-Irak savaşında yitirilince bu kadim ülke bugünkü şuursuzların eline kaldı… İnkılabın öğretmeni Ali Şeriati henüz Şah devrilmeden önce “sakıncalı” ilan edilmişti… Ne mollalara ne de “ruşenfikr(aydın)” havzasına yaranabilmişti. Onun “Ali Şiası-Safevi Şiası” ayrımı mühimdi. Son Nebi(s.a.v)’nin mümtaz talebesi Ali(r.a)’nin izinden gidenlerle Pers/Pehlevi kültürünü Şiilikle mezceden Safevici geleneğe ram olanlar arasında “nitelik farkı” olduğuna dikkat çekmişti. Kokuşmuş saltanat ideolojilerine İslam gömleği giydirmeye çalışan Emevi/Osmanlı Sünniliğinin karşıtı sayılırdı Safevi Şiiliği… Nasıl ki biz Osmanlı Sünniliğine Türk-İslam elbisesi giydirerek “yeni Türkiye’yi” inşa etmeye çalışıyorsak, İran da Pers/Pehlevi kültürünü isnaaşeriye ekolüyle sentezleyen Safevi Şiiliğini istinatgah olarak görüyor… Etnik ve mezhebi kodlara yaslanarak felaha erişeceğini zannediyor… Kavmiyetçiliği besleyen her adımın mutlaka bir karşı adıma ilham vereceğini akıl edemiyor. Kavmiyetçilik hastalığı İslam dünyası toplumlarını esir almış durumda ne yazık ki… Oryantalistlerce Ortadoğu olarak adlandırılan havzada Arapçılığın varyantları kamplaşıyor. Şu halde Arap-Fars-Türk kabileleri (kültürel kodlarına uygun İslam algısıyla, yani Arap İslam’ı- Fars İslam’ı-Türk İslam’ı yaklaşımlarıyla) birbirlerinin kuyusunu kazıyor… Her biri kendi İslam anlayışıyla büyülenmiş halde… Bu kabilelerin ortak hedefi ise Kürtler…(Mehsa’nın Kürt olması tesadüf mü acaba? Abdülkerim Suruş Mehsa’nın Nakşi-Halidi geleneğe mensup olduğuna da işaret ediyor. Bu durumda Şah İsmail ‘den bu yana Nakşiliği bertaraf ederek İran’ın Şiileşmesini sağlayan Safevici geleneğin,merhum Şeriati’nin de işaret ettiği üzere, gücünü konsolide ettiği söylenebilir.)

Arap-Türk-Fars kabilelerinin hemen hepsi bünyelerindeki Kürtleri ya asimile etmeye çalışıyor ya kriminalize ve terörize ediyor ya da tedip,tenkil ve tehcire maruz bırakıyor. Kürtler ise bu zulümden kurtulmak için bağımsız bir ulus olarak varlığını inşa etmek (ve tanınmak) istiyor. Ulus inşası evvela lisan bağımsızlığını ve ulusa özgü yeni bir din yorumunu gerektirdiği için bu sefer ortaya Kürt İslam modeli çıkarılmak isteniyor. Böylece emperyalistler için oldukça elverişli bir ortam doğuyor…Etnik-mezhebi-ulusal saiklerle birbirinin ayağına çelme takmaya çalışarak enerjilerini tüketen bu kabileleri manipüle etmek,kışkırtmak,tahrik etmek emperyalistler için hiç te zor olmuyor. Her türden putçuluğu reddeden İslam’a mensup olduğunu iddia eden bu kabileler, ulusal put(lar) üreterek hayatta kalmaya çalışıyor. İran, Türkiye ve Suudi Arabistan’ın etnik-mezhebi-ulusal put(çuluk)ları yüzünden Irak ve Suriye talan edildi, yağmalandı. Yemen ise tarifi imkansız acılara gark oldu. Bağdat ve Şam (acısı çok uzun süre devem edecek) bir trajediye düçar oldu. Şimdi İran bu vebalinin bedelini içeride ödüyor. Suud, emperyalistlerin kucağına oturup onların doymak bilmeyen para iştahlarını tatmin ederek ömrünü uzatmaya çalışıyor. Türkiye ise mahvına sebep olduğu Suriye’den gelen milyonlarca mazluma kol kanat gererek bu vebalden kurtulmaya çalışıyor. Ancak sözünü ettiğimiz putların sadık müminleri bu mazlumların daha büyük acılar çekmesi için yoğun mesai yapıyor. Suriye ve Irak’ta iç savaştan kaynaklı otorite boşluğu ve demografik keşmekeş Türkiye’yi ulusüstü çetelerin/mafyaların/örgütlerin/baronların transit geçiş güzergahı haline getirdi. Yani biz de ortak olduğumuz vebalin ceremesini çekeceğiz. Hatta çekiyoruz… Arap-Fars-Türk-Kürt kabileleri birbirlerine olan husumetleri sebebiyle silahlanma yarışına giriyor. Halklarının huzur ve refahı için harcamaları gereken parayı silahlanmaya ayırarak yoksulluğu derinleştiriyor. Bu kabileler silahlanma için ayırdıkları bütçeyi meşru göstermek,kamuoyunu silahlanmanın zaruretine ikna etmek için büyük yalanlar söylüyor. Halktan gelebilecek tepkileri etkisiz kılmak için din dilini adeta bir “uyuşturucu” gibi kullanıyor. Uyandırmak için nazil olan din kabile menfaatini gözeten mollalar/hocalar/vaizler elinde “narkoz” işlevi görüyor. Kendi aralarındaki anlamsız savaşlarla bu kabileler, emperyalistlerin ve sömürgecilerin ekmeğine yağ sürüyor.

İslam dünyası toplumlarında kamuoyu önünde din/İslam adına konuşanların ekserisinde çok ciddi bir tefekkür yoksu(n/l)luğu dikkat çekiyor. Bu yoksu(n/l)luk en çok ta kadının toplumsal statüsüyle ilgili olarak göze çarpıyor. Türkiye ve İran örneğinde yakinen müşahede edileceği üzere ( kendilerine muhafazakar denilen kadrolar) Hıristiyanlığın Katolik kanadının “din algısına” benzer yaklaşımları kamuoyuna dayatıyor. Türkiye’deki muhafazakarlar başörtüsü mücadelesini kazanıp tesettür mücadelesini kaybederken; İran’lı muhafazakarlar 1979 inkılabının müstesna direniş ufkunu ve bilincini genç kuşaklara aktarmakta güçlük çekiyor. Taş kafalı mollaların elinde inkılap her geçen gün Katolik söylemin sert,şekilci, kontrol ve denetim delisi doğasına yaklaşıyor. Böyle bir ortamda protest tavır kaçınılmaz oluyor… Benzer sürecin Türkiye’de de işlediği görmezden gelinemez. İslam’ı iktidarları için araçsallaştıranlar seküler protest akımlara ilham veriyor.

Türkiye özelinde, başörtüsüne anayasal güvence sağlamak için atılmak istenen adım, ülkemizde siyasetin ne kadar bayağılaştığını göstermesi bakımından manidardır. Varlığını/ varoluşunu İslam’a borçlu olan bir ülkede başörtüsünün anayasa tarafından güvence altına alınması (alınmak istenmesi) bu ülkenin İslam’la olan bağının ne kadar aşındığını göstermesi bakımından manidardır. Kendisini İslam’a nispet ettiği halde kanunlarını kağıtlara yazan toplumlar ciddi bir ahlaki yozlaşma içindedirler. Yüce İslam’ın ilke ve prensipleri, emir ve buyrukları yasa/kanun/polis gücüyle teminat altına alınamaz. İslam’ın bizatihi kendisi mükerrem, muazzez ve mübecceldir. Onun buyruklarının teminatı mü’minler/müslümanlardır. Ne zaman ki İslam kanun/yasa/polis himayesine girmiştir, İran’da-Suud’da ve şimdilerde Türkiye’de yakinen müşahade edileceği üzere, orada despotik/totaliter/otoriter/saltanatçı bir yapıya dönüşmüştür.

İçinde Türkiye’nin de bulunduğu İslam dünyası toplumlarında sığ, yavan, derinliksiz, kaba, uzlaşmacı, statükocu , pragmatik, sürekli geçmişi konuşan, ufuksuz, edebiyata/ sanata/ estetiğe / felsefeye mesafeli, eleştiriden korkan, gözü hep başkalarının günahını gören ve fakat kendini hiç murakabe etmeyen, kaşları çatık, din dendiğinde aklına sadece ceza gelen, rahmeti değil gazabı kuşanan, incelik ve zarafetten nasipsiz, hikmete-irfana yabancı,güce tapan, meraksız, yorumdan korkan, özeleştiriye yabancı,literalist, taklit ve itaate şartlanmış, vülgarize söyleme meftun,yerel/taşralı perspektiften medet uman, düşüncede katolik eylemde protestan, şeytanla el şıkışırken meleklere göz kırpan, muhafazakar, akılla gönlün arasını ayıran, düalist, mele ve mütreflere yarenlik yapan,kaba softa ham yobaz,tutarsız, mustazafların yanındaymış gibi yapıp müstekbirlerle iş tutan, cübbesinin altında yüzlerce put varken tevhidden bahseden, din satarak geçinen, karşılaştığı sorunları “üst akla“ havale ederek rahatlayan, takvayı ritüellerden ibaret zanneden, Firavun’un sihirbazları gibi halkı aldatan, Kerbela’da “Ey Hüseyin! Kalbimiz seninle fakat kılıçlarımız Yezid’in emrinde” diyenlerin izinden giden, elbiselerine sığmayacak kadar şişmanlarken yoksullara sabır tavsiye eden, riyakar, basmakalıp/tekdüze/birörnek yaklaşıma teşne, hakikati temsil etme liyakatine sahip değilken tebliğ etmeye çalışan, rüşt sahibi değilken irşad fedaisi kesilen, etnik-mezhebi-ulusal putların himayesini Allah’ın himayesine tercih eden yaklaşım(lar) toplumsal bünyede onarılması güç yaralar açıyor. Böyle zamanlarda celadet sahibi aydın/alim ve entelektüellere ihtiyaç var.

 

NOT: Bu yazı'm farklibakis.com sitesinde aynı başlıkla yayınlanmıştır.

 

Kamil Ergenç


AddThis
 

Yorum ekle