okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün60
mod_vvisit_counterDün867
mod_vvisit_counterBu hafta2100
mod_vvisit_counterBu ay12331
mod_vvisit_counterHepsi1839340

Anakronizm Örneği Olarak Abdülhamit-Erdoğan Karşılaştırması

Müslümanların tarihiyle ilgili (yaptığı çalışmalarla, verdiği eserlerle) tanınan Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma Hoca, 28/03/2023 tarihli Yeni Şafak gazetesinin, “düşünce günlüğü” sayfasına yazdığı “Yoksa 1908’i Yeniden Mi Yaşıyoruz?” başlıklı yazısında, II. Abdülhamid’in “hal’ edilmesi(tahttan indirilmesi)” süreciyle bugün yaşananları karşılaştırarak/kıyaslayarak (anoloji), önümüzdeki seçimlerde tercihimizi “bu gerçeği(!)” göz önünde bulundurarak yapmamız (yani II. Abdülhamid’in bugünkü temsilcisi olan Erdoğan’a destek vermemiz) gerektiğini beyan ediyor. Hoca (özetle) demek istiyor ki; “Abdülhamid tahttan indirildikten sonra yaşanan büyük buhranı unutmayın… Erdoğan giderse aynısı olabilir…” Esasında yeni olmayan bu kıyasa(analojiye), İhsan Hoca gibi İslamcı bir tarih profesörünün de müracaat etmesi, Türkiye entelektüel/alim havzasının “tarih felsefesi perspektifi” nden ne kadar yoksu(n/l) olduğunu göstermesi bakımından manidar. Hamaset ve popülizmin kurumsallaştığı, geçmiş ilgisinin, romantik ve nostaljik bağlamdan kurtulamadığı, tarih bilincinin “diziler aracılığıyla” inşa edilmeye çalışıldığı bir toplumsal-kültürel–siyasal ortamda başka türlüsü de olamazdı zaten…

Sözünü ettiğim yazısında İhsan Hoca, döneme ilişkin birçok veriyi alt alta sıraladıktan sonra, Abdülhamid’in kaybetmesini “fazla merhametli olmasına” bağlıyor ve bugünkü iktidara (zımnen) “siz de aynı hataya düşmeyin.” Diyor. Batı’nın istediği gibi davranmadığı için Abdülhamid’in hedef seçildiğini, bugünkü iktidarın da aynı nedenlerle ABD-AB hattı tarafından kuşatılmak istendiğini söylemeye çalışıyor. Jön Türk/İttihat Terakki çizgisiyle günümüz muhalefeti arasında “söylem-eylem benzerliği”, “kökü dışarıda” lık ve “emperyalistlerin maşası” ortak paydasına dikkat çekerek, kamuoyunu uyarıyor! Hocaya göre bugünkü iktidar, tıpkı Abdülhamid gibi, emperyalistlere direniyor…

Demek ki Hoca, Türkiye’nin, yaklaşık yetmiş yıldır, emperyalizmin ete kemiğe bürünmüş hali olan NATO’ya üyeliğinden habersiz. Siyonist barbarlığın vücut bulmuş hali olan İsrail’le geliştirilen ilişkilerden de… Doğu emperyalizminin önde gelen temsilcileri Çin ve Rusya’yla tesis edilen hassas dengelerden de… İsrail’in güvenliği için Irak ve Suriye’nin tarumar edilmesinde Türkiye’nin oynadığı kritik rollerden de… Örnekleri çoğaltmak mümkün…

Öte yandan Hoca, Abdülhamid karşıtlığıyla temayüz etmiş Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır, Said Nursi (ve ismini saymadığı birçok) İslamcıyı zan altında bırakarak (hatalı/yanlış davranmakla suçlayıp, sonraları pişman olduklarını dile getirerek),Necip Fazıl-Kadir Mısıroğlu-Şevket Eygi-Ahmet Şimşirgil gibi sağcı/muhafazakar isimlerin tarih anlayışına yaklaşıyor. Acaba Hoca,İslamcılıktan teberri edip, muhafazakarlık limanına mı demirledi ? Diye sormadan edemiyor insan.

Pekiyi, dileyenin dilediği şekilde tarihi eğip bükemeyeceği, böyle yapılması halinde tarih istismarına kapı aralanacağı, dolayısıyla şimdiye kadar Kemalist resmi ideoloji mensupları tarafından yapıldığı için kınanan “tarihi ters yüz etme” fiiline meşruiyet kazandırılacağı gerçeğini İhsan Hoca bilmiyor mu? II. Meşrutiyete giden süreçle bugün arasında sosyolojik-psikolojik-siyasal-iktisadi-hukuki-içtimai alanlarda, kıyası mümkün olmayan, büyük farklar olduğunun farkında değil mi ?

II. Abdülhamid devrinde (eksiğiyle gediğiyle) sahne-dekor-senaryo-oyuncular İslam’ın belirlediği gerçeklik içerisinde teşekkül etmişti. Her ne kadar, öncesinde, II. Mahmut gibi, kendi ordusunu katledecek, eğitim dilinin Fransızca olmasını önerecek kadar radikal modernleşme taraftarı padişah/lar olsa ve Tanzimat-Islahat fermanları gibi “sapma/inhiraf” anlamına gele/bile/cek adımlar atılsa da, bu böyleydi… Mekke-Medine-Kudüs gibi sembolik değeri yüksek aziz beldeler, Müslümanların egemenliği altındaydı. Bugünkü Türkiye’nin on katı büyüklüğünde bir coğrafyaya vaziyet ediliyordu. Yazımız, Kur’an alfabesiydi. En radikal Batıcı diyebileceğimiz Abdullah Cevdet bile “içtihat” isimli dergi çıkarıyordu. İmparatorluklar devri henüz kapanmamıştı. Avrupa, iç bütünlüğünü temin edememiş, özellikle İngiltere ve Fransa , sanayi inkılabının tahrikiyle, ihtiyaç duyulan ham maddeye ulaşmak için Asya ve Afrika’yı yağmalamaya/parsellemeye başlamış,yer yer çatışmıştı. Osmanlı imparatorluğu “yarı sömürge” haline gelmiş, maliyesini, duyun-u umumiye (genel borçlar) adı altında emperyalist ülkelere emanet etmişti. İmparatorluk nüfusunun büyük bir kısmı kırsalda yaşıyordu. Halk/teba/reaya karar alma süreçlerine dahil değildi. Toplumun siyasal bilinci gelişmemişti. Bu yüzden Abdülhamid, birkaç bürokrat tarafından tahttan indirildiğinde, yanında ona sahip çıkacak bir halk yoktu. Sömürgeciliğe geç kalan Almanya, Osmanlı’ya yaklaşarak İngiliz-Fransız ittifakına alternatif oluşturmaya çalışıyordu. İran’da Kaçar Hanedanlığı, İngiliz sömürgeciliğiyle anlaşmış, bu anlaşmayı protesto eden Cemaleddin Afgani öncülüğünde, medrese uleması harekete geçmişti. Bugünkü Sudan’ı da içine alan Mısır, Kavalalı Mehmet Ali Paşa riyasetinde, Osmanlı’yı bile geride bırakacak bir modernleşmenin köşe taşlarını döşüyordu… Rusya’da Çarlık rejimi sallanmaya, bolşevik devriminin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı… Asya’nın “parlayan yıldızı” Japonya, Çin’i yutmuş, ultra-radikal adımlarla “beyaz adama yetişmeye” çalışıyordu. Müslümanların tarihinde emsali görülmeyen bir sapma olan ulus-devlet belası henüz başımıza tebelleş olmamıştı…

Cumhuriyet modernleşmesiyle birlikte (ki Fransız İhtilali’ni taklit emiştir) senaryo-sahne-dekor büyük ölçüde “beyaz adamın” dünya görüşü ve hayat tarzına uygun olarak, radikal bir şekilde, teşekkül ettirildi. Sadece oyuncular Müslüman olarak kaldı… Onlar da (büyük ölçüde) beyaz adamın bugününü bizim yarınımız yapmak için, vazife deruhte etti/ediyor. Aydınlarımızın ekserisi otokolonizasyon (kendi kendini sömürgeleştirme) memuru olarak görev üstlendi. İmparatorluktan ulus-devlete geçildi. Yazımız değiştirildi. İslam, itikadi varoluşun öznesi (yani hayatın bütününe renk veren değer sistemi) olmaktan çıka/rıla/rak, kültürel bir enstrüman haline ge/tiri/ldi. Burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan aydınlanma projesi, tüm kavram ve kurumlarıyla, kopya edilerek “paradigmatik bir değişim” yaşandı. Bu değişimin kamusal meşruiyet kazanmasında “muhafazakarlık” çok hayati bir rol oynadı.

Bu durumda, kimi zaaf ve handikapları olsa da, İslam’ın şekillendirdiği bir sosyal bünyenin içinde cereyan eden olaylarla, İslam’ın inşa etmediği, esir alındığı ,ulus-devlet gerçekliğinin içinde olup bitenleri kıyaslayarak, buradan bir tavır-tutum çıkarmaya çalışmak ne kadar sıhhatli bir yaklaşım olabilir? İktidara destek olmak için, tarihi verileri eğip bükmek, tarihe istediğimizi söyletmek, ilmi/entelektüel ciddiyetle bağdaşır mı? İhsan Hoca’nın yazısı (eğer sipariş değilse) anakronizm (yanlış kıyas-yanılgı-propaganda) örneği olarak ders kitaplarına girmeyi hak ediyor! İlmi/entelektüel ceht içinde olanların, her hal ve şartta, hakikatin yanında olması lazım gelir. Ki böylece muktedirler yanlış yaptığında onlara doğruyu hatırlatabilsinler. Müslüman toplumlar, ilmi/entelektüel bağımsızlığı kaybettiği günden bu yana, tarihe gereği gibi tanıklık edemiyorlar. “Devlet memuru ulema/aydın” sınıfına meşruiyet kazandırıldığı günden beri, statükocu/ muhafazakar /sağcı tutum-tavır-tarz kanıksandı. Bir dönem Kemalizmi muhafaza ve müdafaa etmek isteyenler tarafından istismar edilen/araçsallaştırılan tarih, şimdilerde, kendisini dindar/muhafazakar olarak tanımlayanlar tarafından aynı muameleye tabi tutuluyor. Gelinen noktada görünüyor ki, Müslümanlar,bir süredir ellerinde tuttukları politik-iktisadi-bürokratik iktidarın kazanımlarını/ayrıcalıklarını kaybetmemek için, yüce İslam’ın ahlaki ilke-prensip ve umdelerinden taviz vermeyi göze almışlar. Emin, adil ve güvenilir olmayı değil “güçlü” olmayı tercih etmişler. Gücün ayartısı/büyüsü öylesine göz kamaştırıcı ki, tarihin manipüle edilmesinde bile sakınca gör/ül/müyor. Ebu Hanife/İmam Şafi/Ahmet B.Hanbel/ İmam Malik/ İmam Zeyd/ İmam Hüseyin gibi önderler, İslami iddialı hükümetlerle bile uzlaşmayı reddederken, günümüz ulemasının, seküler-kapitalist-muhafazakar ulus-devlet/ler/le uzlaşması, onların iktidarını tahkim etmek için rol üstlenmesi anlaşılabilir değil.

Bir ay sonra yapılacak seçimde “ya o ya bu” şıkkından başka bir tercih hakkı tanınmıyorsa eğer, bizim de “ne o ne bu” seçeneğini gündeme getirme hakkımız olmalı. Ulema/aydın havzası, dayatılan gerçeklikle uzlaşmayı değil,bu gerçekliği değiştirecek devrimci bilinci inşa etmeyi tavsiye etmeli,misyon üstlenmeli… Gelenekte içkin ehveni şerreyn (iki kötü arasında daha az kötü olanı seçmek) klişesine mahkum olmak zorunda değiliz. “Hiçbiri” demek te erdemdir… Ulema, yozlaşmış sultanların/başkanların/kralların yanında değil, mustazafların/ yalınayaklıların/ madunların/mazlumların/mağdurların yanında yer aldığında, nebevi geleneğe sadık kalmış olur.

 

 

Kamil Ergenç

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis
 

Yorum ekle