okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün65
mod_vvisit_counterDün590
mod_vvisit_counterBu hafta2269
mod_vvisit_counterBu ay17226
mod_vvisit_counterHepsi1783733

Kültürel İktidar Meselesine Dair

İktidar(güç) genellikle siyasi, iktisadi, bürokratik boyutlarıyla gündemdedir. Siyasal alanda iktidar olmak, çoğu zaman, bürokratik ve (özellikle de ) iktisadi iktidarı beslemiştir. Yakın siyasi geleneğimiz bunun örnekleriyle doludur. Siyasi iktidarı elde etmenin sağlayacağı ayrıcalıklarla kültürel hayatın da kolaylıkla dizayn edileceği varsayılmıştır. Ancak (yine yakın tarihimiz özelinde ) yaşanan tecrübe, bu varsayımın temelsiz olduğunu ispatlamıştır. Halihazırda iktidarda bulunanlar ( ki yirmi yılı aşkın süredir bu pozisyonlarını koruyorlar) bayındırlık hizmetlerinde gösterdikleri başarının veya kat ettikleri mesafenin kültürel alanda gösterilemediğini, zaman zaman ,itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Demek ki mesele sadece siyasi-iktisadi-bürokratik imtiyazlara sahip olmakla çözülemeyecek kadar derin ve müşküldür.

Üzerinde mutabık kalınmış bir tanımdan bahsetmek pek mümkün olmasa da kültür, bir toplumun inanç kodlarının renk verdiği hayat pratikleri, düşünme tarzı ve dünya görüşü olarak tanımlanabilir. Hegel buna “maddeleşmiş ruh” der. Din’in taayyün ve tecessüm etmiş hali de denebilir. Kelimenin çıkış noktası Latince “colere” mastarı… Yetiştirmek, toprağı işlemek, ekip biçmek demek. Latince cultura mecazi bir anlam genişlemesiyle Fransızca’da “culture” kelimesini yaratıyor. Kökenine göre “sürülmüş tarla, işlenmiş toprak” demek. Modern dildeki kültür kelimesi, bu bağlamda, “bilgi, görgü,terbiye ile yetiştirme,işleme,geliştirme anlamlarına geliyor.(1) Toprağın buradaki merkezi rolü ,ekilen tohumun potansiyelini açığa çıkaran,onu besleyip büyüten özelliğinden kaynaklanıyor. Anlıyoruz ki kültür de mensubunu, tıpkı toprağın tohumu yetiştirmesi gibi, yetiştiriyor. Cumhuriyet modernleşmesinin fikir babalarından Ziya Gökalp kültür yerine Arapça “hars” kelimesini kullanıyor ki yine tarla-toprak anlamındadır. “Hars”, yüce Kur’an’da, teşbih olarak, kadına işaret eder. Bu benzetmenin hikmeti de, Allah’u alem, kadının doğurganlığına/yetiştiriciliğine dikkat çekmektir. Cemil Meriç ise kültür yerine irfan kelimesini önerir. Bu öneri daha makul görünmektedir. İrfan, tanıma-bilme-tanışma anlamlarını mündemiç… Marifet-maruf-örf-tearüf kelimeleriyle aynı kökten… İnsan-insan, insan-tabiat ve insan-Allah ilişkisini ilahi vahiy ve nübüvvet temelli inşa etmeyi tazammun ediyor. Meriç’in “umran” kelimesine de özel önem verdiğini biliyoruz. İtikat/inanç kodlarından alınan ilhamla bayındır kılma, müesseseleşme anlamında umran, medeniyetin muadili sayılabilir. Bu yönüyle irfan ve umran birbirinin mütemmim cüzü olarak kabul edilebilir.

Kültür aslen Fransızca bir kelime.16.yüzyılda “insan düşüncesinin eğitim-öğretimle işlenerek sistemli olarak gösterdiği gelişme”(2) anlamını kazanmış. Günümüzde de benzer bir içeriğe sahip… Fransız İhtilali’ni model alan Cumhuriyet aydın ve bürokratlarının kültür kelimesine “seçkinci” bir anlam ilave ettiği vakidir. “Köylülükle” tamayüz eden Anadolu’yu Batılı değerleri referans alarak eğitip-öğretmek, geliştirmek, yetiştirmek , onları hurafelerden,çağ dışı inançlardan,büyüden kurtarıp, bilimin ışığında aydınlık yarınlara ulaştırmak… Bu yönüyle kültür, Batı referanslı Cumhuriyet modernleşmesinin kamusallaşması boyutuyla öne çıkar. Kültürlü olmak, şehirli-modern-bilime meftun- din ve hurafelerden arınmış-dünyayı tanıyan insanları tanımlamak için kullanılır. Günümüzde de benzer anlamını muhafaza etmektedir. Bu bağlamda Cumhuriyet modernleşmesinin Kemalist kanadını temsil edenlerce kültürel iktidar, aydınlanma ideolojisinden esinlenen insan-evren-tabiat-tarih-zaman-mekan-toplum-devlet-din-bilim-Tanrı tasavvurunun kamusallaşmasını ve kurumsallaşmasını temin eden yumuşak güç olarak öne çıkar. Muhafazakar modernleşmeden yana olan kadrolar, bu yumuşak gücün milli ve manevi değerlerin tahkimatı için kullanılması gerektiğini düşünür. Bu nedenle modernleşme tarihimiz boyunca kültürel alanda radikalizmi temsil eden Kemalistlerle, muhafazakarlığı yeğleyenler arasında sürekli bir gerilim hattı olagelmiştir. Bu gerilimin bugün de, şiddetinden bir şey eksiltmeden, devam ettiğini görüyoruz. Ancak yaklaşık on yıldır muhafazakar kanadın “yerlilik ve millilik” eksenli geliştirdiği güçlü söylem, kurumsal kemalizmin temsilciliğini üstlenen siyasi fırka içinde ayrışmayı/dağılmayı beslemiş ve “gayr-ı milli”/ “yabancı” olduğuna dair algının hem devlet hem de toplum nezdinde önemli ölçüde kabul görmesini sağlamıştır. Çağdaş-gerici, laik-dindar gibi doğrudan kimliğe ilişkin kategorik ayrımların yerine ikame edilen “yerli-yabancı” , “milli-gayr-ı milli” ayrımları yeni bir siyasal dilin belirginlik kazanmasına vesile olmuştur. Bu yeni kamplaşmada (kurumsal kemalizmin siyasi taşıyıcısı olan fırkanın saf dışı kalması için) Kemalizm yerli-milli bir ideoloji olarak kodlanıp muhafazakarlar tarafından sahiplenilmiştir. Dolayısıyla kurumsal Kemalizm siyaset sahnesinde kriminalize olurken, ideoloji olarak Kemalizm muktedir olmuştur. Bu yeni süreci “muhafazakar Kemalizm” olarak adlandırmak mümkündür.

Kemalizmin muhafazakarlıkla imtizacı kültürel iktidar meselesine yeni bir boyut kazandıracaktır. Modern paradigmanın epistemik referanslarına itiraz etmeme hususunda mutabık kalan ve fakat bu paradigmanın uygulama safhasında takip edilecek usulün nasıl olacağı noktasında ayrışan bu iki ideoloji (yani muhafazakarlıkla Kemalizm) öyle görünüyor ki, yerlilik ve millilik ortak paydasında buluşarak, yarının Türkiye’sini inşa edecekler. Bu noktada sorulması gereken kritik soru, kanaatimce,şudur: “Modern (şimdilerde post-modern) paradigmanın epistemolojik ve ontolojik emperyalizmiyle,bu paradigmaya ruh üfleyen aydınlanma ideolojisinin judeo-hıristiyan kodlarıyla yüzleş/e/meden bugünün ve yarının dünyasında haysiyetli bir duruşun mümessili olabilir miyiz? El cevap: Olamayız. Çünkü aydınlanma ideolojisi Batı Hıristiyanlığının tarihsel tecrübesi içinde ortaya çıkan ırkçı, pozitivist, çatışmacı, seküler bir muhtevaya sahiptir. İnsan-insan, insan-tabiat,insan-Tanrı arasında ilelebet sürecek bir çatışma olduğu tezini merkeze alır ve bu çatışmayı ilerlemenin muharrik gücü olarak kodlar. “Beyaz Adamın” üstünlüğü klişesini şiar edinir. Avrupa dışı ulusları insan altı yaratıklar olarak görür ve onlara her türlü muamelenin meşru olduğuna inanır. Kendi refahı için dünyanın geri kalanını sömürmekten kaçınmaz. Bilgiyi metafizik bağ/ın/dan kopararak üretir ve “kontrol-denetim” unsuru olarak kullanır.

Bu durumda kendi kendimizi sömürgeleştirmenin (otokolonizasyon) aracı olan kemalizmin, muhafazakar kadrolar eliyle, kazandığı meşruiyet Türkiye’de kültürel iktidarın rengi bakımından fikir verebilir. Kemalizmin anti-emperyalist, anti-kolonyalist, milli bir ideoloji(ymiş) gibi yeniden diril/til/mesi, varlığını İslam’a borçlu olan Türkiye’nin, bu borcunu unutmasına, hatta alacaklıymış gibi davranmasına yol açabilir. Kendi tarihsel geçmişiyle gerçek anlamda yüzleşemeyen, hesaplaşamayan bir toplumun onurlu bir yaşamı mümkün kılması zordur. Otokolonizasyonu içselleştiren toplumların özgün-bağımsız-vakur bir kültür hareketi başlatması imkan dahilinde değildir. Osmanlı imparatorluğu bünyesinden neşet eden ulus devletler içinde sınırlarının cetvelle çizilmesine müsaade etmeyen tek ülke olarak Türkiye’nin, emperyalist Batı’nın bilgi sistemini, hayat tarzı ve dünya görüşünü kopya ederek, askeri sahada kazandığı zaferi, kültürel alanda sürdürememesi çok ciddi bir çelişki olarak önümüzde duruyor. Kemalist modernleşme sadece Türkiye’de değil yakın ve uzak coğrafyamızdaki Müslüman beldelerde, özellikle de ulusal mücadele bilincinin ikamesinde ve yeni ulus inşasında etkili olmuştur. Irak-Suriye-Mısır-Tunus-Pakistan-Afganistan-İran modernleşme adımlarını atarken Türkiye’yi örnek aldılar. Türkiye’nin oynadığı bu merkezi rol onun Osmanlı bakiyesi olmasına, son İslam halifesine ev sahipliği yapmasına, yani İslam’ın siyasi ve askeri güç merkezini temsil etmesine bağlanabilir. Nitekim 1991’de Sovyetler dağıldıktan sonra, NATO konsepti gereği Türkiye bu sefer “ılımlı İslam” modeliyle halkı Müslüman beldelere örnek gösterilecektir. Bu modelin “otokolonizasyonu içselleştirmek” ile çok yakın bir alakası var. Fakat halkı Müslüman beldelerin ekserisi bu alakanın farkında olamamıştır.

Türkiye aydınlanma ideolojisinin referans sistem/ler/iyle yüzleşmek-hesaplaşmak yerine, kozmetik değişimlerle yetinmeye çalışarak çok ciddi bir bilinç krizi yaşadığını itiraf etmiş oluyor. Batı’nın kavramsal ve kurumsal etkisi altındayken Doğu’ya açılarak yeni bir çığır açacağını zannediyor. Oysaki küreselleşme olgusu Doğu-Batı ayrımlarını anlamsızlaştırdı. Burjuva Protestan kültür kodları küre ölçeğinde egemenliğini her geçen gün daha da tahkim ediyor.Kutsalla bağı koparılmış bilgiye yaslanan iktisat-hukuk-siyaset-eğitim insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Kapitalist/neo-liberal düzen ahlaki ilkeleri ayaklar altına almakta beis görmüyor. Bu düzen insanı arzularının peşinden gitmeye çağırıyor,onu kışkırtıyor. Tekno-endüstriyel uygarlık insanı ve tabiatı bir makine gibi görüyor. Tabiatı,geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde ,tahrip ediyor. Emellerine erişebilmek için bilimi araçsallaştırıyor. Modern bilim bugün ulusüstü şirketlerin çıkarlarını dünya ölçeğinde teminat altına almak, pazarın egemenliğine mani olmaya çalışan ulus-devletleri istikrarsızlaştırmak, tabiatı ölçüsüzce ve hunharca sömürmek, insanı arzularının mahkumu (kolay güdülebilir/manipülasyona açık) bir varlık haline getirmek amacıyla erk sahipleri tarafından araçsallaştırılmıştır. Arık Batılı gibi düşünen, ama Batıya düşman bir Doğu var…

Yaklaşık iki asırlık modernleşme tecrübemiz, akışkan-amorf kimliklerin her geçen gün mevzi kazandığı bir sosyal gerçekliğe doğru koşar adım ilerlemektedir. Post-modern paradigmanın kimliksiz/kişiliksiz/renksiz doğası ve “ne olsa gider/her şey mubah” mottosu ciddi bir alıcı kitlesi bulmuş durumda… ”Beyaz adamın” dünya görüşü ve hayat tarzına olan ilgi toplumsallaşmış, Batının bugününü kendi yarınımız yapma amacıyla atılan adımlar kabul görmüştür. 19.yüzyılda “uygarlaştırma misyonu” klişesiyle sömürgeci fiillerini meşrulaştıran “beyaz adam”, 20.yüzyılda demokrasi ve insan hakları söyleminin ardına saklanarak vampirlik yapmaya devam etti. Otoriter/totaliter yöneticilerden bizar olan İslam dünyası toplumları (daha genelde ise Doğu) , kurtuluş umuduyla demokratik teamüllere sığınmak istedi. Ancak sonuç tam anlamıyla trajediydi. Afganistan-Irak-Libya-Suriye demokrasi ve insan hakları söyleminin gölgesinde tarumar edildi, mülksüzleştirildi. Ebu Garib, Guantanamo,Şibirgan,Bagram gibi utanç verici hatıralar birikti. Asırlara baliğ İslam tefekkür ve temeddün mirası yağmalandı, talan ve yok edildi. Müslüman toplumlar demokrasi ve insan hakları söyleminin sadece “beyaz adam” için geçerli olduğunu anladıklarında iş işten geçmişti. 21.yüzyılın sömürgeci klişesi ise “cinsel özgürlükler” , “dezavantajlı grup hakları”, “marjinal grupların temsili” olarak belirlendi. Aralarında Türkiye’nin de olduğu birçok halkı Müslüman belde bu vesileyle kriminalize edildi, edilmeye devam ediyor. Ancak bir farkla ki, sözünü ettiğimiz bu kriminalize etme fiilinin faili artık “beyaz adam” değil. Yukarıda da dikkat çekmeye çalıştığımız üzere yerli halkın (yani kendi insanımızın) hatırı sayılır bir kesimi post-modern paradigmanın amorf-akışkan-hakikatsiz-merkezsiz-aidiyetsiz-ne olsa gider doğasına meftun olmuş. Dolayısıyla beyaz adamın,izlemek dışında, bir şey yapmasına artık gerek yok… Bu bağlamda denebilir ki, şimdilik üzerinde mutabık kalınan muhafazakar Kemalizm günü kurtarmaya veya asli meselelerimizi bir süre daha ertelemeye yardımcı olabilir. Ancak derdimize derman olmayacağı kesindir.

Pekiyi ne yapmalı? Bu kadar ağır yükün altından nasıl kalkılır? Derde derman olacak ilaç nedir? Gerçek anlamda bir kültürel iktidarın inşası için nasıl bir yol haritası belirlemeli? Zor soru. İki asırlık modernleşme tecrübemizin hasılası olan bugünkü sosyal-siyasal-iktisadi-hukuki-entelektüel gerçekliği rafa kaldırmak (ya da görmezden gelmek) mümkün değil. Onu teneffüs ediyoruz. Her zerremize kadar işlemiş durumda. Her ne yapacaksak evvela bu gerçeklikle yüzleşerek yapacağız. Bu nedenle öncelikle sözünü ettiğimiz gerçeklikle hangi referans sistemine yaslanarak yüzleşeceğimizi/hesaplaşacağımızı netleştirmek zorundayız. Kendisini İslam’a nispet eden bir toplum olduğumuza ve bu ülke de varlığını İslam’a borçlu olduğuna göre, referansımızın ilahi vahiy ve nebevi gelenek olması zaruridir. Aksi taktirde “paradigma dışı “ bir mücadele hattı oluşturmak ve iliklerimize kadar işleyen sömürgeci bilgi-fikir ve yorumla hesaplaşmak imkan dışıdır. Bu bağlamda ilk önce bilgiyi üreten-işleyen-düzenleyen kurum olması münasebetiyle üniversitenin bağımsızlaşması gerekir. Beyaz adamın çıkarlarını koruyan, burjuva Protestan kültür kodlarının küreselleşmesi için misyon üstlenen “epistemik cemaatin” hegemonyasından ancak bu şekilde kurtulmak mümkündür. Üniversitenin bağımsızlaşması demek aydınlanma paradigmasının belirlediği epistemolojik çitin dışına çıkma iradesi göstermek demektir. İlahi vahyin ve nebevi geleneğin bilgisi yegane referans olarak üniversite tarafından kabul edilmelidir ki sonrasında üretilecek-işlenecek-düzenlenecek ve yayılacak bilgi vahyin ve nübüvvetin rengini taşısın. Sonraki adım ise üniversite ile toplum arasındaki bağı güçlendirmek olmalıdır.

Öteden beri akademik havza halktan kopuktur. Üniversitenin soğuk duvarları arasında ünvan ve makam kapma telaşı akademiyi felç etmiştir. Avrupamerkezci bilginin Türkiye distribütörü gibi çalışmaktadırlar.Okunmayan hakemli dergilerde ayrıntılara boğulmuş makaleler yazarak titr sahibi olmakla meşguller. Oysaki bir toplum aydınları-entelektüelleri-akademisyenleri ile omuz omuza verdiğinde niteliksel sıçrama yapabilir. Halkı ehlileştirilmesi gereken mahluklar olarak gören, burnundan kıl aldırmayan, fil dişi kulelerde ahkam kesen, Avrupa’nın çürümüş ideolojilerini ambalajlayıp yeniymiş gibi pazarlayan akademik-entelektüel havzadan bu ülke çok çekti. Çekmeye de devam ediyor. Bu yüzden üniversitelerimizin bağımsızlaşması ve halkla-toplumla barışması hayati derecede önemlidir.

Üzülerek söylemek gerekiyor ki üniversitelerimiz, özellikle sosyal bilimler alanında,adeta birer şarkiyat enstitüsü gibi çalışıyor.Türkiye’nin İslam’a olan borcunu, aidiyetini, bağlılığını, belirginleştirip sosyal-siyasal-hukuki-iktisadi-entelektüel gerçekliğimizi buna göre inşa etmesi gerekirken, bilakis, Avrupamerkezci bilgi sisteminin fikir-yorum hegemonyasını tahkim ve terviç ediyor. Yüce İslam’ın ruhuna aykırı kavramlara meşruiyet kazandırıyor. Kırmızı çizgileri olmayan, her şeyi tartışma konusu yapabilen, fahşanın ve münkerin özgürlük adı altında pazarlandığı, kapitalist/neo-liberal düzenin mahkumu “açık toplum” olmamız için elinden geleni yapıyor. Bu hizmetlerinin karşılığında ise yerli beyaz adamdan “aferin” alıyor.

Üniversitenin bağımsızlaşması sonrası atılacak en önemli adım “milli eğitim” alanında olmalı. Anaokulundan liseye kadar,her düzeyde,müfredat tadilatı gerekiyor. Seküler-pozitivist karakterli bilginin tahakkümünden ders kitaplarımızı kurtarmamız elzemdir. Öğrencilerimize bilgiye-hayata-tarihe-insana-tabiata tevhidi nazarla bakmayı öğretmek zorundayız. Kültürel ana dilimiz olan Türkçenin İslamsızlaştırılmasının önüne geçmek için çok yoğun çok nitelikli çabaya ihtiyaç var. İlkokul ikinci sınıftan itibaren, yani henüz daha kültürel anadilini bile doğru düzgün öğrenememişken, körpecik dimağlara , anglo-sakson kültürün dilini (İngilizceyi) zorunlu olarak okutan bir eğitim-öğretim anlayışı, yukarıda dikkat çekmeye çalıştığım üzere, kendi kendini sömürgeleştirmekten başka bir işe yaramaz. Bu sistemden özgün- bağımsız-özne ve en önemlisi de mü’min/mü’mine şahsiyetler çıkmaz. Öğrencilerimiz okullardan zihinleri paramparça olarak mezun oluyorlar. Eğitim-öğretim anlayışımız bütünlük bilincini zaafa uğratıyor. Tekno-endüsriyel uygarlığın dayattığı “emoji” dili, bütün dünyada ve Türkiye’de, lisan hassasiyetinin kaybolmasına zemin hazırlıyor. İmaj(göz) odaklı bilgilenmenin terviç edilmesi insanları, özellikle de eğitim-öğretim çağındaki çocukları/ gençleri “söz”e kayıtsızlaştırıyor/duyarsızlaştırıyor, onları agresif-özensiz bireylere dönüştürüyor. Ekran tarafından emilen çocukların/gençlerin/yetişkinlerin muhayyilesi tarumar oluyor, hafızaları güçsüzleşiyor ve pek tabi ki fikriyatları sığlaşıyor. Bu noktada başta İslami cemaatler olmak üzere toplumun bütün örgütlü yapılarına çok büyük görev ve sorumluluk düşüyor. Devlet erkini elinde tutanlar ise en azından 2017 Kültür Şurası’nda alınan tavsiye kararların yürürlüğe girmesi için inisiyatif alabilir.

Kamil Ergenç

NOT:Bu yazı'm Umran Dergisi'nin 347.sayısında aynı başlıkla yayımlanmıştır.

1-Bülent Aksoy/Etimoloji Işığında Kelimelerin Dünyasında Gezintiler/İletişim Yay./II.Baskı/Syf.73-81/İst.2022)

2- a.g.e /Syf.73-81


AddThis
 

Yorum ekle