okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün134
mod_vvisit_counterDün535
mod_vvisit_counterBu hafta2079
mod_vvisit_counterBu ay6878
mod_vvisit_counterHepsi1847658

Editörden

Derkenar (10)

Prof.Dr. Ayhan Songar(1926-1997).Psikiyatrist. Cerrahpaşa Psikoloji Ana Bilim Dalı’nın kurucusu. Yaklaşık otuz dört yıl bu kürsünün başkanlığını yapmış. Aydınlar Ocağı’nın mimarlarından…1982-1984 yılları arasında (vekaleten) Ocağın başkanlığını yürütmüş. Merhum Necip Fazıl’ın yakınında bulunmuş, güvenini kazanmış ve hatta iltifatına mazhar olmuş… Sağ/Milliyetçi/muhafazakar çizginin saygın ağabeylerinden biri… Bir dönem Yeşilay’ın başkanlığını da deruhte etmiş. 12 eylül darbe konseyi tarafından TRT yönetimine atanmış. Öldüğünde Taha Akyol “Songar’a Saygı “ başlıklı bir yazı kaleme almış.(https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/taha-akyol/songara-saygi-5392402 )

Ayhan Songar’ın pek bilinmeyen yönüyse onun 12 eylül darbe konseyiyle yaptığı işbirliği… Başında bulunduğu psikoloji kliniğinde, darbecilerin cezaevlerine doldurduğu sağcı ve solcu gençler üzerinde psikolojik ve farmakolojik deneyler yapmış…”Solcu” luğun patolojik bir hal olduğuna dair bilimsel(!) tespitlerde bulunarak, tedavi edilmesi yönünde kanaat serdetmiş. Bu hizmetinde yalnız da değil… Darbeciler tarafında görevlendirilen psikiyatrist Prof. Dr. Turan İtil’le birlikte çalışmış. Turan İtil, Songar’a göre daha az popüler ve fakat darbecilerin nazarında oldukça muteber biri. 1971 de kurduğu Hatice Zahit İtil Vakfı 12 eylül öncesinde de anarşik olayların psiko patolojisi üzerine araştırmalar yapmış… İhtilalden hemen sonra İtil, darbeciler tarafından sağ ve sol ideolojiye mensup gençlerin ruh hallerinin deşifre edilmesi amacıyla görevlendirilmiş. Kurucusu olduğu vakıfta Ayhan Songar’la birlikte çalışmışlar.

 

Derkenar (9)

İmam Hatip Okulları’nın ve İlahiyat Fakülteleri’nin misyonunu tamamladığını, kurucularına ve bedel ödeyenlerine vefasızlık etmeden ve bu tecrübeyi yabana atmadan, müfredat içeriğini ve metodolojisini ulus-devlet aygıtının değil “Müslüman aklın” belirleyeceği bağımsız ve özgün bir model üzerinde çalışmamız gerektiğini düşünüyor ve düşüncemi şöyle gerekçelendiriyorum:

a)Osmanlı’da ulema devlet yönetiminin bir parçasıydı. İlmiye-seyfiye-kalemiye den müteşekkil devlet yapılanmasında ulemayı Şeyhülislamlık makamı temsil ediyordu ve diğer birimler gibi sultana bağlıydı. Bu bağlılık sultan adına Müslüman ahaliyi kontrol altında tutmayı sağladığı gibi medreseler üzerinde de denetim yetkisi veriyordu. Sultanlık makamı şeriatın izin vermediği durumlarda örfi hukuka müracaat ederek hareket ediyordu. Yani hukuk iki başlıydı. Bu ikili hukuk sistemi Müslüman zihnin bölünmesinin yani tevhidi perspektifin zedelenmesinin sembolü olarak ta okunabilir. İmparatorluk modernleşmeye karar verdiğinde ne tür adımlar atılacağına ağırlıklı olarak seyfiye(ordu) ve kalemiye(bürokrasi/Enderun) karar verdi. Atılan modernleşme adımlarının sosyal hayatta meydana getireceği depremi en iyi sezen ulema oldu çünkü halka en yakın onlardı. Bu nedenle direndi. Ulemanın direnci kimi zaman seyfiyeyi de yanına çekiyordu. Fakat imparatorluğun aklına rehberlik eden kurum Enderundu ve Sultanla yaptığı işbirliği neticesinde hem seyfiyeyi(II. Mahmut aracılığıyla) hem de ulemayı(Tanzimat aracılığıyla) saf dışı bırakmayı başardı. Ulemanın devlete bağımlı olması ciddi bir sorundu. Medrese 16.yüzyılın sonundan itibaren zaaf belirtileri gösteriyordu. Suhte isyanları bunun deliliydi.

 

Derkenar(8)

İnsanın yetkinliğini tabiatla arasına koyduğu mesafenin büyüklüğüne bakarak ölçen modern uygarlık,materyalist yaklaşımı kutsar.Tabiat üzerinde egemenlik tesis etmenin yolu da buradan geçer zaten. Bu egemenlik, ilerleme-büyüme-gelişme sözcüklerinin himmetine sığınılarak meşrulaştırılır. Toplumların/ülkelerin gelişmişliğine dair tespit yapılacağı zaman, onların tabiat üzerinde kurdukları egemenliğin şiddetine bakılır. Hayatiyetini devam ettirebilmesi için tabiata muhtaç olan insan bu şiddetten payına düşeni alır. Demek ki, tabiat üzerinde kurulan tahakküm bizi doğrudan ilgilendiriyor. Havanın, suyun, toprağın temizliği, tabiatın dengesinin korunması esas itibariyle kendimizi ve neslimizi korumakla aynı anlama geliyor. Fakat hepimiz aldığımız eğitim ve içine doğduğumuz kültür itibariyle, Batı Medeniyeti’nin belirleyici ve tayin edici etkisine maruz kaldığımız için, her ne kadar kendimizi İslam’a nispet etsek te, tahakküm üreten materyalist perspektifin girdabından kurtulamıyoruz. Ya da kurtulmak istemiyoruz…Hatta insanın-insana ve evrene/tabiata hakim olma çabasını kutsuyor;tebcil,tasdik ve tebrik ediyoruz.Türkiye özelinde “sağ”ın ve “sol”un tüm fraksiyonları sözünü ettiğim bu materyalist perspektifin kamusal alanda meşruiyet kazanması için çabaladı/çabalıyor.Kendisini solda konumlandıranlar, dinin ilkel/arkaik toplumların vehimlerinin ürünü olduğunu iddia ederek çabalarına meşruiyet kazandırmaya çalıştı. Sağdakiler ise dinin(İslam’ın) doğasının materyalistçe bir hayat tasavvurunu olumladığını zannetti. Kamu bilincini de bu yaklaşımlarına göre örgütlediler. Böylece siyasal tercihte bulunacağımız zaman materyale en fazla yatırım yapacak olanı aradı gözlerimiz. Bilincimiz “projeniz nedir?” sorusunun ehemmiyetine ikna edildiği için çantalarında yol, köprü, baraj, silah, havalimanı, fabrika v.b. “ayartıcı” projelerle karşımıza çıkan politik figürlere kolaylıkla tav olduk. Reylerimizi aldılar ve projelerini gerçekleştirdiler. Biz de alkışladık… Her proje bizi biraz daha tabiattan kopardı,doğayı tahrip etti, insani yanımızı çürüttü, Allah(c.c)’tan uzaklaştırdı ve nihayetinde ruhsuz “syborg” lara dönüştürdü.

 

Derkenar(7)

“Başkasının yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu balyoz zannedermiş” diye bir söz vardır Anadolu’da. Kendisiyle büyülenmiş, bencil ve narsist tavrın/tarzın ve tutumun tasviri bakımından çok önemlidir bu söz. Sadece bireysel olarak değil toplumsal bağlamda da geçerlidir. Taşıdığı bencillik/kibir ve narsist eğilimler nedeniyle kendisi gibi olmayanlarla temas kurma becerisini kaybeden toplumların başına neler gelebileceğine ilişkin bir sonuç çıkarılabilir buradan. Yumruğunun gücünü abartanlar bu abartının neye mal olduğunu anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır. Nitekim Osmanlı modernleşmesi biraz da böyle bir perspektifin sonucudur. Savaş meydanındaki üstünlüğün sağladığı özgüvenle kendi dışındaki dünyaya karşı ilgisini kaybettiği için 16.yüzyıldan itibaren sırasıyla iktisadi, askeri, entelektüel ve siyasi etkisini kaybeden imparatorluğun yaşadığı travmaların acısı hala tazeliğini koruyor. Ancak bu süreçten hem fert hem de toplum olarak ders almış gibi görünmüyoruz. Köylülüğümüz “Yerlilik ve millilik” klişesi altında devam ediyor. Hem de küreselleşmenin neredeyse kemale erdiği bir zamanda. Dışımızdaki dünyada ne olup bittiğinden haberdar olmak bir yana, içeride bile kendisi dışındakilerle temas kurma liyakatini kaybetmiş “gettolardan” müteşekkil bir kitle haline geliyoruz. Her alanda mahkum olduğumuz tek boyutluluk, ufkumuzu daraltıyor ve içe kapanmacı bir yaklaşıma icbar ediyor. Sadece kendisi gibi düşünenlerle konuşmaya alışanlar, başkalarıyla sağlıklı iletişim kuramıyor. En iyi düşüncelerin, en doğru yargıların ve en mükemmel yaklaşım biçiminin kendisine ait olduğunu zannediyor. Bütün bir ömrünü de bu zan ile geçiriyor. Dışarıda ne olup bittiğini önemsemiyor ve yanılabileceğine ihtimal bile vermiyor. Başka yerlerde daha derinlikli ve nitelikli çabaların olabileceğine dair farkındalığa sahip değil. Düşüncesini başka düşüncelerle sınamadığı için kendisini yenileme ihtiyacı hissetmiyor. Çünkü küresel bir vizyona sahip olmak oldukça ciddi bir ilmi/entelektüel çaba gerektiriyor. Bu çabayı gösterecek sabır, sebat, tutarlılık ve cesaretten yoksun olduğu için kolay olanı seçiyor.

 

Derkenar(6)

Ahlak nedir? Sorusuna, Türkiye özelinde, kendisini muhafazakar-mütedeyyin olarak tanımlayan kesimlerin ekserisi ya kadınların açık-saçık giyinmesi ya da cinsellik bağlamında cevap verir. Ki ikisi de aşağı yukarı aynı kapıya çıkar. Bu önermenin tersi de doğrudur. Ahlaki yozlaşma nedir? diye sorsak alacağımız yanıtlar arasında en üst sıraları, kadınların açılıp saçılması ve cinselliğin serbestçe tatmin ediliyor olması işgal eder. Yalan söylemek, iftira atmak, yetim malı yemek, rüşvet, ehliyet ve liyakat yoksunu olmasına rağmen makam kovalamak, verdiği sözde durmamak, kamu malına çöreklenmek, sahih olmayan bilgilerle sevmediği insanları itibarsızlaştırmak gibi gayr-ı ahlaki davranışlar ya akla gelmez ya da son sıralarda yer bulur kendisine. Ulu hocalar/vaizler,toplumun ahlaki yozlaşmasına dikkat çekmek istediklerinde sözü bir şekilde kadınların dış görünüşlerine (etek boyu,makyaj v.b) getirirler.Kadının kurucu/inşa edici toplumsal rolüne dikkat çekerek haklılıklarını da ispat etmeye çalışırlar. Fakat ahlakı tümel olarak değil tikel bağlamda değerlendirerek din dilini sığlaştırdıklarının farkında değillerdir. Sezai Karakoç ulu hocalara hitap ettiği Hızırla Kırk Saat isimli şiirinde “ kardeşim İbrahim bana mermer putları nasıl devireceğimi öğretmişti/ Ama siz…..öğretmediniz” diyecektir haklı olarak. Ahlakı, kadın bedeni ve cinsellik bağlamına hapseden bir din dilinden put kırıcı bir söylem nasıl sadır olsun? Bu parçacı ahlak anlayışı, hayata tevhidi bir perspektiften bakmayı emreden İslam’ın ruhuna da yabancıdır diye düşünüyorum. İslam, hayatı bir bütün olarak kabul ediyor ve muhatabına bu bütüne ilişkin bir ahlaki duruşu öneriyor. Parçalı yaklaşımı reddediyor.

 

Derkenar(5)

İlkokul ikinci sınıfta, henüz daha anadilini bile tam manasıyla öğrenememişken,”zorunlu yabancı dil” dersiyle geleceğin gençleri/yetişkinleri olacak çocuklarının körpecik dimağlarını dağlayan kaç ülke vardır? Bunun adı kendi kendini sömürgeleştirmek değil de nedir? Dilini/lisanını kaybeden bir toplumun başına gelebilecek daha büyük bir musibet var mıdır? Konfiçyus kendisine sorulan “ yöneticisi olduğunuz bir toplumu değiştirmek için ne yapardınız?” sorusuna “sözcüklerini değiştirirdim” yanıtını verir. O,düşünme ve eyleme biçiminin değişmesi için sözcüklerin değişmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Demek ki dil sadece bir iletişim aracı olarak görülmemeli. Öyle olsaydı bunu insan dışındaki canlıların da yaptığını söyleyebilirdik. İnsana tasavvur ve tahayyül dünyasını ifade imkanı veren canlı bir olgudur dil. Kuşaklar arasındaki irtibat onun sayesinde mümkün olur. Hatıra ve tecrübeler, duygu ve düşünceler onun aracılığıyla sonraki nesillere aktarılır.Cürcani, Türkçe’ye “Sözdizimi ve Amlambilim” olarak tercüme edilen Delailü’l İ’caz adlı eserinde dilin inceliklerine “beyan ilmi” başlığı altında dikkat çekerek bu ilmin köklü, dallı budaklı, meyvesi tatlı ve aydınlık bir ilim olduğunu söyler ve ekler “insanlar bu ilim hakkında yanıldılar, büyük cehalete ve fahiş hataya düştüler. Oysa ki dilin ancak düşünülerek tespit edilecek incelikleri ve sırları, akılla idrak edilebilecek nükteleri ve özel anlamları vardır ve bunları ancak yaptıkları incelemeler sonucu dilin bu tür özelliklerini keşfetmiş ve dil ile aralarına gerilmiş olan perdeleri kaldırmış olan kişiler bilebilir.”(s.27-28) Diline/Lisanına gereken değeri vermeyen toplumlar, başka kültür havzalarının edipleri/şairleri/yazarları tarafından ilhak edilirler. Şüphesiz ki en etkili emperyalizm, sözcükler üzerinden yapılandır.

 

Derkenar (4)

İslamcıların diyanetle araları geçmişte pek iyi değildi. Bu kurumun devlet aygıtının kontrolünde olması,rezervli bakışın ana omurgasını oluşturuyordu. Çünkü devlet, kendisini laik olarak niteliyordu ve İslamcılara göre laikliğin İslam’da yeri yoktu. Kaldı ki, diyanetin kuruluş amacının “laikliği korumak” olduğunu vaktiyle diyanet reisliği yapmış bir zatın ağzından bizzat ben de işitmiştim. Bu nedenle diyanetin beyanlarına hep “şerhli” yaklaşılırdı. Ancak son yıllarda diyanetle İslamcılar arasında gerek söylem gerekse eylem düzeyinde ciddi bir yakınlaşmanın olduğu görünüyor. Hatta ortak sosyal projeler bile yürütül/ebili/yor. Devletin laik karakterinde bir değişiklik olmadığına göre bu yakınlaşmanın sebebi ne olabilir? Sorusuna birkaç olasılık çerçevesinde yanıt verilebilir diye düşünüyorum:

a)Kurumun başına getirilen kişilerin İslamcılarla aynı kaygıyı taşıyor olması

b)FETO sonrası oluşan konjonktürün zorlaması

c)İslamcıların söylem ve eylem gücünü kaybetmeleri ve böylece devletin önerdiği dindarlık biçimine ikna olmaları

d) Muhafazakar-Milliyetçi kimlik tarafından temsil edilen politik dilin Türk-İslam sentezi adı altında “itikat” gibi pazarlanması ve bu itikada mensup olmayanların kriminalize edilmesi

e) İktidarda olanların geçmişte İslamcı havzalarla temas kurmuş olması

f) “Birlik ve beraberliğe en çok ihitiyaç duyduğumuz bu zamanlarda” çekişmenin anlamsız olacağı…

Belki bu maddelere başkaları da ilave edilebilir. Ancak hepimizin devlet ve iktidar alanının izin verdiği kadar dindar olmaya ikna edildiğimiz gerçeği değişmez. Oysa ki İslamcılık, ulus-devlet realizmine karşı çıktığı ve hayatın bütününe müdahil İslami dilin ikamesi için çaba sarfettiği oranda özgün ve özgür kalabildi. Diyanet,bu ülkede,İslam’ın ana istinatgahları olan vahiy ve nübüvvet bilgisinin iktisadi/içtimai/siyasi/hukuki/akademik v.b hiçbir alanda referans alınmadığını bilmesine rağmen,bu sorunu aşmak üzere,kamusal bilincin arttırılmasına yönelik olarak ne yapıyor? Halihazırda cari olan seküler/kapitalist/neo-liberal düzene karşı kamuoyu farkındalığı oluşturacak ne tür çalışmaları var?Neo-Kolonyalizmin bugünkü temsilcisi olan NATO’nun Türkiye’nin yirmibeş farklı noktasındaki üsleriyle ilgili ne düşünüyor? Kısa bir süre önce binlerce suçluyu dışarı salan infaz düzenlemesinin İslam noktay-ı nazarından ahlak-kritiğini yaptı mı? Bu sorulara,sapkın gruplar tarafından hedef gösterildiği için diyanet reisine sahip çıkan sivil toplum havzalarının da cevap üretmesi lazım gelir. Çünkü aziz ve mübarek İslam, sadece cinsel ahlakı terbiye etmek için gelmedi.

 

30/04/2020

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

Derkenar (3)

Bir ülkede siyasi iktidarın el değiştirmesi toplumun bir kesiminde sevinç, mutluluk ve heyecana neden olurken; başka bir kesiminde korku, endişe ve panik yaratıyorsa o ülkede şu olasılıklardan biri ya da bir kaçı caridir:

a)Ülke nereye gideceğini bilmiyordur. Yani ciddi bir istikamet, aidiyet ve kimlik sorunu vardır. Her gelen kendi meşrebine göre bir yol tutturmaktadır.

b)Yargı, erkler üstü olma özelliğini kaybetmiştir. Yani adaleti sağlamakla mükellef olanlar, karar verirken, güç/iktidar imtiyazını elinde bulunduranların endişelerini dikkate almak zorunda kalmışlardır.

c)İktidarını kaybedecek olanlar ve onların yarenliğini yapanlar , yeni gelenler tarafından gadre uğrayacaklarını düşünmektedir. Yani ciddi bir güven zafiyeti vardır.

d)İktidarı devralacak olanlar,kendilerinden önce o makamlarda oturanların bir daha iktidar yüzü görmemesi için meşru ya da gayr-ı meşru bütün yolları kullanarak, tahkir ve tezyif kampanyası başlatacaklardır.

e)İktidarı devredecek olanlar, iktidarda kaldıkları süre boyunca edindikleri servet, şan, şöhret gibi varlıklarının hesabını verememekten korkuyorlardır.

f) İktidarlara hakikati söylemekle mükellef olan alim/aydın/entelektüeller, iktidarların hakikatini söylemeye başlamıştır. Yani ilmi ve entelektüel bağımsızlık ciddi yara almıştır.

Diyelim ki sözünü ettiğimiz bu ülke kendisini İslam’a nispet edenlerin yaşadığı bir yer olsun. O zaman durum çok daha vahimdir. Demek ki, alamet-i farikası eminlik olan mü’min/mü’mine şahsiyetin yerini Thomas Hobbes’un “insan insanın kurdudur” ya da Makyavelli’nin “hedefe ulaşmak için her yol mubahtır” felsefesi almıştır. İslam yalnızca manevi bir tatmin vasıtası işlevi görmektedir. Kamusal alan İslam dışı bir değer sisteminin rehberliğinde şekillen/diril/miştir. Bu durumda o ülkede yaşayan Müslümanların, hiç vakit kaybetmeden, bütün mesailerini İslam’ın hayata müdahil söylem ve eyleminin inşa edilmesi uğruna harcaması icap eder. Bu uğurda atılacak ilk adım, ilmi/entelektüel bağımsızlığın inşasıdır.

 

29/04/2020

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 
Daha Fazla İçerik...