okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün290
mod_vvisit_counterDün867
mod_vvisit_counterBu hafta2330
mod_vvisit_counterBu ay12561
mod_vvisit_counterHepsi1839570

Editörden

Epistemik Şiddet

Bu kitaptaki yazıların ortak noktası, 17.yüzyıldan itibaren geleneksel dünyanın bilgi-insan-evren-tabiat-tarih-zaman-mekan ve Tanrı tasavvurunu yerle bir eden “aydınlanma paradigmasının” (ki eksiksiz bir şekilde Yahudi-Hıristiyan referanslardan ilham alır) özelde Müslüman genelde ise Avrupa dışı tüm uluslara uyguladığı “epistemik şiddet”tir. Bu şiddet 19.yüzyılda “beyaz adamın misyonu” klişesine yaslanarak Avrupalı olmayan ulusların medenileştirilmesi için sömürgeci emellerine meşruiyet kazandırırken; 20. Yüzyılda demokrasi, insan hakları, emansipasyon, bilimsel özerklik gibi albenili sözcüklerin gölgesinde palazlandı, semirdi ve kendisini tahkim etti. 21.yüzyılın ilk çeyreğini geride bırakmaya hazırlandığımız şu zamanlarda ise bilimsel bilginin yaşadığı (görece) iktidar kaybının zorunlu sonucu olarak ulus-devlet yapıları çatırdamaya başladı. Dezavantajlı grup hakları adı altında “mikro milliyetçilikler” ve “cinsel sapkınlıklarıyla maruf marjinal hareketler” meşruiyet hakkı kazandı. Bu durum Türkiye gibi henüz modern paradigmayla bile gerçek anlamda yüzleş(e)memiş, özgün kültürel üretkenlik zaafıyla malül olduğu için ciddi kimlik bunalımı yaşayan bir ülkede ağır sosyolojik krizlerin yaşanmasını mümkün kılıyor. Bu kriz, hiç şüphesiz ki,sadece Türkiye’ye özgü değildir... Şayet bir çıkış yolu bulunacaksa (bu yol) krizi yaratan ve yaşatan “araçsal akıl”dan teberri edip yeniden hikemi-irfani aklı” merkeze alarak mümkün olacaktır. Bilgiyi kar, güç, denetim/kontrol aracı olarak konumlandıran “araçsal akıl” insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Küre ölçeğinde yaşananlara nazar ettiğimizde görüyoruz ki, kadim medeniyetlerin neredeyse tamamı sözünü ettiğimiz krizin çözümünü, ne yazık ki, o krizi üreten araçsal akla yaslanarak bulmaya çalışıyor.Ortodoks Doğu Hıristiyanlığının ve Budist-Konfiçyus geleneğinin içinde bulunduğu durum bunun delilidir. İslam Dünyası toplumları ise bu krizin farkında olmakla beraber, maruz kaldıkları oldukça yoğun “epistemik şiddetin” sonucu olarak belirginleşen zihinsel sömürgeleşme halinden henüz kurtulamadıkları için, çıkış yolu hakkında dişe dokunur bir şeyler söylemeleri şimdilik oldukça zor görünüyor.

 

Editör

 

Derkenar (37)

Türkiye’de, hayatın bütününe vaziyet etmesi bakımından siyasal/politik alan ayrıcalıklıdır. Oranın ufku ve perspektifi, bilinci ve derinliği, usül ve üslubu, tutum ve davranışı kamuoyunun bilincine ve gidişatına etki etmesi bakımından (her zaman) istisnai olmuştur… Toplumun nitelikli kadrolarına sahip oldukları varsayılan siyasi/politik havzalar,şayet,derinlik ve içtenlikten yoksun, hikmete ve irfana yabancı, ilmi ve entelektüel çabaya bigane, merhamet ve adalet duygusu körelmiş, eminlik ve tutarlılıktan uzak,demogoji ve mugalataya hevesli iseler o vakit o toplumun haysiyetli/izzetli/vakur bir yarını olamaz… Çünkü bal arılarının yerini eşek arıları, bülbüllerin yerini kargalar, kelebeklerin yerini yarasalar, aslanların yerini ise sırtlanlar almıştır…İçtenlik, fedakarlık, aşk, sebat,isar, kadirşinaslık, hakkaniyet, kıst, hasbilik, asalet,feragat yitip gitmiş bunların yerine kurnazlık, içten pazarlıklı olmak, hesabilik, fırsatçılık, oportünizm, nemelazımcılık, mürailik, makyavelizm,profesyonel yalancılık, utanmazlık,arkadan kuyu kazmak, itibar suikastçiliği ve din bezirganlığı gelmiştir… Bir süre sonra toplumla siyasal temsilcileri arasında “karakter/ kişilik ortaklığı” oluşur… Çünkü siyaset arenasında koşturanlar toplumun fertleri arasından seçilmektedir… “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” kavlinin gereğidir bu… Toplum kendisini temsil edenlerin yapıp ettiklerine bakıp ah vah ederken, aslında aynaya baktığının farkında değildir… Aynı makam-mevki kendisine verildiğinde o da benzer şeyleri yapacaktır oysa… İnsanlar kendi iktidar alanlarında yapmadıklarını başkalarından beklemekte pek te isteklidir… Oysa tam da güç yetirebildiği durumlarda/yerlerde nasıl davrandığına bakılarak anlaşılır insanın hası… Kendine karşı zalim olandan başkalarına adalet dağıtması beklenemez…

 

Derkenar (36)

Her kavram içine doğduğu tarih/zaman kesitinin (iktisadi, içtimai, siyasi, hukuki, ideolojik ve bunların hepsine renk veren din) kodlarını taşır. Bu kodlar kavramın içeriğini oluşturur. Yani ona bitişiktir ve her nereye giderse onunladır. Bu içeriği kavramdan soyutlamak mümkün değildir. Kavramlar canlıdır… Taşıdığı içerik doğrultusunda, muhatabının zihin dünyasını şekillendirir ve ona uygun bir eylemlilik üretir. Binaenaleyh, aynı tarih/zaman kesitinde yaşıyor olsalar da, hakikat telakkileri (insan-evren-zaman-mekan-tarih-toplum-devlet ve Tanrı tasavvurları) aynı olmayan (ve bundan dolayı da) sosyal gerçeklikleri farklılık arz eden toplumların birbirlerinden kavram ithal etmeleri büyük yozlaşmaların kapısını aralar. İslam’ın oldukça hızlı bir şekilde küreselleştiği yıllarda (hicri ilk üç asırda) farklı kültür havzalarıyla temasa geçen Müslümanlar, yukarıda dikkat çektiğimiz bağlamda kavram ithali konusunda olabildiğince titiz davranmaya özen göstermişlerdir. Mübarek Kur’an’ın ve nebevi geleneğin süzgecinden geçmeyen, İslam’ın tevhidi perspektifine yabancı unsurları tespit edip dışarıda bırakmışlardır. Grek/Yunan/İskenderiye/Pers havzasının bilim ve felsefe literatüründen oldukça yoğun tercümeler yapılırken, edebiyat/mitoloji gibi (doğrudan sosyal gerçekliğin-yaşam tarzının izlerini taşıyan) alanlardan uzak durulması bu bağlamda değerlendirilebilir. Ancak gösterilen bu titizliğe rağmen, yine de bazı sorunlar yaşanmış, örneğin Yunan  metafiziğine İslami meşruiyet arayışı nedeniyle Aristo’nun tanrı anlayışı, yeni bir kavramsallaştırmayla, İslam dünyasına taşınmak istenmiştir. Sözünü ettiğimiz bu anlayış tanrıyı neden-sonuç zincirinin ilk halkası olarak kodlayıp, O’nu gökyüzünde kendi mükemmelliğini temaşa eden bir varlık olarak tanımlamıştır. Eksiklikten-noksanlıktan münezzeh olanın insanların dünyasıyla ilgilenmeyeceği varsayımından hareketle “akıllar teorisi” geliştirilmiş ve Tanrı “ilk akıl” olarak tavsif edilmiştir. Dönemin bazı Müslüman filozofları da bu teoriden etkilenmişlerdir. Aristo’nun tanımladığı tanrı “el muharrikul evvel (“ilk hareket ettirici” veya “hareket etmeyen hareket ettirici”)” olarak kavramsallaştırılıp literatüre dahil edilmek istenmiştir. Bu kavramsallaştırma yüce Kur’an’ın “şah damarınızdan daha yakın” ve “dua edenin duasına icabet eden” gibi beyan(lar)ıyla ters düştüğü için, Müslüman toplumun Allah(c.c) telakkisini zedeleyeceği endişesiyle reddedilecektir. Gazali’nin, Yunan metafiziğine İslami meşruiyet kazandırmaya çalışan filozoflara yazdığı reddiyeler bu bağlamda değerlendirilebilir.

 

Derkenar (35)

Modern devletin alamet-i farikalarından biri (ve belki de en önemlisi) karşıtını-muhalifini massedebilmesi (emmesi-soğurması) dır…Öyle ki yeri geldiğinde en ateşli muarızlarını dahi kendine hizmet ettirir… Hatta onların muhalefetinin şiddetini kendisi için can suyu yapar… Kimi zaman da bir muhalifini (kendi icadı olan) başka bir muhalifle bertaraf eder… Pekiyi nasıl yapar bunu? “Kamusal alanda” meşruiyeti olan bilgiyi ve kamuoyunu endoktrine edecek enformasyon araçlarını tekelinde tutuyor olması sağlar ona bu imkanı… Fakat asıl avantajı muhalifinin müteyakkız olmaması (yani eleştirel dikkat ve deruni farkındalık bilinci zaafıyla malül olması) dır… Ve bir de ulufeye-makama-mansıba-güce perestiş etmesi…Bilginin öncülüğünde örgütlü-sistematik ve belli bir hedef doğrultusunda mücadele yürütenlerden hoşlanmaz modern devlet aygıtı… Bilir ki böyleleri kolaylıkla manipüle edilemez, kullanılamaz,kontrol altına alınamaz… O, “kullanışlı muhalif “ leri sever…

 

Derkenar (34)

Yakın tarihimizde olup bitenlere dair farkındalığımız bugünü ve yarını inşa ederken en önemli istinatgahlarımızdan biridir. Geçmişi bilmek bugün olup bitenlerin nedenlerini bilmektir. Tarih, zannedildiğinin aksine, bitmiş bir sürecin adı değil, halen yaşanmakta olanın adıdır. Dün-bugün-yarın sözcüklerinin birbirleriyle olan merbutiyetidir bu tespitimizin dayanağı… ”Yarın” ve “dün” diyebilmek için “bugün”e ihtiyacımız var… Demek ki bugün yapıp ettiklerimiz yarının tarihidir aynı zamanda… Binaenaleyh yaşarken inşa ediyoruz yarının tarihini… Bu nedenle “geçmiş” olarak adlandırdığımız ne varsa aslında bizim (yani insanın) hikayemizdir. Aslolan bu hikayeden insan denen mahlukun zaaf ve imkanlarını öğrenmek ve gereken dersi çıkarmaktır. İbret alınan tarihin tekerrür etmeyeceği erbabının malumudur. Yüce Kur’an’da oldukça hacimli yer tutan kıssaların hikmeti de (kanaatimce) budur… Zamana tevhidi perspektiften bakmamızı salık veren mübarek Kitabımız, dün-bugün-yarın arasında kopmaz bir bağ olduğuna işaret ederek ilerlemeci(doğrusal-lineer) tarih tasavvurunun gayr-ı meşruluğunu beyan etmiş olur…

 
Daha Fazla İçerik...