Küreselleşen "Epistemik Şiddet" ve Ortadoğu

 

Mer’iyette olduğuyla ilgili neredeyse kimsenin şüphe etmediği olgulardan biridir küreselleşme(Globalisation).Ne zaman başladığı ve nasıl cari olduğuna ilişkin farklı kanaatler olsa da, bir realite olarak varlığı kuşku götürmeyen bir gerçeklik. Bilinen insanlık tarihinin bütün safhalarında kendisini bir şekilde hissettirmiş kaçınılmazlık adeta. Yani yeni bir şey değil… Kimi zaman daha iyi bir hayat sürme arzusu,kimi zaman sahip olma güdüsü,kimi zamansa inancı yayma tutkusu ile insanlık ailesi tek bir mekana saplanıp kalmaktan kurtulmuş. Başka kültürlerle, toplumlarla, mekanlarla tanışmış. Kimi zaman ürettiklerini satmak için, kimi zamansa bilgisini,görgüsünü arttırmak için çıkmış yola ve bu yolculuk bazen tarihin seyrini değiştirmiş. Örneğin Hicaz yarımadasında küçücük bir belde de doğan İslam’ın bugün Fas’tan Endonezya’ya, Kurtuba’dan Buhara’ya, Kırım’dan Güney Afrika’ya kadar yayılmış iki milyara yakın mensubu var. Aynı şey Hıristiyanlık için de geçerli… Beytlahimli İsa(a.s)’nın Brezilya’da bağlıları var…Konfiçyus hayattayken vazettiği öğretinin bir gün Asya’nın yarısında egemen olacağını muhtemelen bilmiyordu. Ya da Haçlılar Kudüs’ü ele geçirmek için yola çıktıklarında, bu yolculuklarının tarihin seyrini değiştireceğini tahmin bile edemezlerdi. Kristof Kolomb yanına aldığı bir kaç gemiyle çıktığı seferin Kıta Avrupa’sının geleceğini şekillendireceğini bilemezdi. Ya da İbn-i Rüşd savunduğu fikirlerin bir gün Hıristiyan ilahiyatında devrim yapacağını ve Aydınlanmaya ilham vereceğini öngöremezdi. Küreselleşme, insanlık ailesinin kümülatif olarak biriktirdiği bilimsel,felsefi,hikemi,irfani,estetik v.b alanlara ilişkin bilginin küre ölçeğinde yayılımını konu alan bir bağlam esasında.Ancak bu bizim iyi niyetle yaptığımız bir tanım. Oysa bu olgunun ne olduğu ve olmadığı hususunda tam bir mutabakat olduğunu söylemek zor.Nerede durduğunuza,hangi ideolojik kampta yer aldığınıza göre tanım değişebilir. Örneğin her şeyi iktisadi zaviyeden açıklamaya teşne bir ekonomiste göre küreselleşme “bireylerin ve firmaların diğer ülkelerde yaşayanlarla gönüllü ekonomik işbirliği yapma özgürlüğü ve becerisi” olarak tanımlanabilir.(1) Hatta bu tanımlamaya paranın serbest dolaşımı, uluslar arası geçerliliği olan para biriminin ihdas edilmesi gibi eklemelerde de bulunabilir. Bir başka tanıma göre küreselleşme “eşyaların ve düşüncelerin yayınımıyla damgalanan günlük yaşam deneyiminin,dünyanın her yerinde kültürel ifadelerle satandartlaşma güdebileceği süreç olarak tanımlanmış.(2)Bir anlamda kültürel tek tipleşme, homojenizasyon,kültürel birörneklik süreci…Ulusal sınırları anlamsızlaştıran ,yerellikleri dışlayan ve egemen bir kültürün etrafında kümelenmeyi şiar edinen bir süreç olarak ta okunabilir.Sol entelijansiyanın zaviyesinden bakıldığında “genişlemeci/yayılmacı ve emperyalist kapitalizmin egemen kılınması olarak tanımlanabilir.”(3) Kapitalizmin firmalar aracılığıyla kendisine meşruiyet zemini bulması bu tanımı güçlendiriyor.İslamcı ideolojinin küreselleşme hakkındaki kanaati ise “Batı kültürünün epistemik şiddet yoluyla tüm diğer kültürleri massederek yayılması ve homojen bir kültürel kimliğin oluşumu” olarak ifade edilebilir kanaatindeyim.

Dikkat edilirse, bu tanımlar arasında bazı ortak noktalar tespit edilebilir.İslamcı ve sol ideolojilerin ortak noktası,küreselleşmenin emperyalist (ve pek tabi ki kolonyalist) bir karaktere sahip olması ve (Batı düşüncesi etrafında) kültürel birörnekleşmeyi yeğlemesidir.Ahmet Cevizci’ nin felsefe sözlüğünde küreselleşme siyaset felsefesi başlığında ele alınmış ve “20.yüzyılın son çeyreğinde yaşanan ve ticaretin,kitlelerin hareketinin,enformasyon ve bilimsel bilgiyle birlikte ,dezenformasyonun ve cehaletin ,kısacası insan tarafından yaratılmış her şeyin yayılımının önündeki her türlü engelin neredeyse tamamen ortadan kalkmasıyla belirlenen süreç” olarak tarif edilmiş ve eklenmiş “küreselleşmenin çıkışında ulaşım,iletişim ve pazarlama alanında yaşanan teknolojik ilerlemelerle halk kitlelerini uyutan kapalı rejimlerin çöküşü öne çıkarılabilir.(4)

Düşünsel alanda küreselleşmeyi daha iyi bir dünya yarattığı için coşkuyla karşılayanlar kadar, ona emperyalizmin en üst noktası olduğu inancıyla karşı çıkanlar da vardır Cevizci’ ye göre... Bu tanıma göre küreselleşme iki tarafı da keskin bıçak formundadır. Nasıl kullanacağınıza bağlıdır. Bilginin hızlı yayılımının sağladığı imkanlar,yerel ötesi alanlarda etkili olmayı sağlayabileceği gibi, farklı kültürlerin massedilmesi ya da bastırılması gibi hegamonik bir durum da söz konusudur.Süleyman Hayri Bolay’ın Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü’nde küreselleşme kültürel yönden ” tek tip dünya köyü “ meydana getirmeyi hedefleyen süreç olarak adlandırılmaktadır.(5) Öte yandan küreselleşmenin bir taraftan milli devletleri ve kültürleri eritip,bir çatı altında hakim güçlerin kültürlerini egemen kılmaya çalışırken, bir yandan da farklılıkları,etnisiteleri,çoğulculuğu ,çok kültürlülüğü teşvik ettiği ifade edilmektedir.Böylece küreselleşme iki taraf yaratmaktadır.Bunlar;

a)Ülkelerin sınırlarının kalkmasını olumlu bir gelişme olarak görüp savunan ve anlatan emperyalist taraf;

b)Ülkesinin doğal zenginliklerini tüm dünyaya açmak ve emeğini ucuza satmak zorunda bırakılan ve üstelik kültür istilası ile kültürlerini kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kalan, dolayısıyla küreselleşmenin olumsuz tesirlerini doğrudan yaşayan taraf.(6)

Bu özellikleri itibariyle küreselleşmenin milli/ulus-devletlerin hegemonyasını sınırlayan hatta ortadan kaldıran bir hususiyete sahip olduğu söylenebilir. Devlet sadece yasal bir hakem pozisyonuna veya tarafsız kalmaya mahkum bir aygıta indirgenmiştir. Böylece hem popüler kültürün yayılımının önündeki “otorite” engeli ortadan kalkmış, hem de pazarın denetimini sağlayacak şirket egemenliği temin edilmiş olmaktadır. Bu noktadan sonra ulusal sınırların, bağımsızlık marşlarının ya da bayrakların folklorik anlamları dışında bir anlamı kalmamıştır. Çünkü toplumun biraradalığını sağlayan ortak kültür ve o kültürü oluşturan dil ciddi anlamda tahribata uğramıştır. Bu durumu “epistemik şiddet” olarak adlandırmak zannediyorum mümkündür.Bu şiddet türü muhatabını düşünemeyen,akledemeyen,bağımsız bir irade ortaya koyamayan,tercihlerinin öznesi olamayan,direnemeyan,isyan edemeyen,yası tutulamayan bir şekilde kodlar ve bu koda uygun bir yaşamın ikamesi için çaba gösterir.

Sözünü ettiğimiz “epistemik şiddet” kültür emperyalizmiyle yakından ilişkilidir. Avrupa merkezci dünya algısının ve kültür evreninin başka bütün kültürleri tesiri altına alması ve dönüştürmesi ve böylece dünyayı tek kültürlülüğe mahkum etmesi anlamına gelen kültür emperyalizmi, küreselleşmeyi kendi meşruiyetini tahkim etmek amacıyla kullanmaktadır. Kültürlerin itikatla olan yakın ilişkisi göz önüne alındığında, bir kültürün başka bir kültürü baskılaması demek, kendi itikadını başkasına dayatmak anlamına gelir. Her itikat “tasavvur” biçimlerini havi olduğu için, bu dayatma aynı zamanda tasavvur biçimini değiştirme amacı taşır. Toplumlar itikatlarını ve bu itikat zaviyesinden inşa ettikleri tasavvur biçimlerini “dil” aracılığıyla aktardıkları için, dilde yaşanan kırılma/zayıflama bütün bir hayatı etkilemektedir. Küreselleşmenin asistanlığında yol yürüyen kültür emperyalizminin en bariz vasfı da, toplumların dillerine müdahele etmek, ilgili dilin geleneksel dokusunu bozmak ve direnç noktalarını aşındırarak, “İngilizce”yi küresel bir dil olarak bütün toplumlara takdim etmektir. Nitekim bugün Türkiye’de dahil bir çok Batı dışı toplumda İngilizce oldukça önemli bir yer işgal etmekte, örneğin Türkiye’de, ilkokul ikinci sınıftan itibaren “zorunlu” ders olarak okutulmaktadır. Kendi kendini sömürgeleştirmenin bundan daha iyi bir yolu(!) olamaz herhalde… Türkçenin her geçen gün fakirleşmesi, geleneksel dokusundan uzaklaş(tırıl)ması, kutsalla irtibatlı doğasının tarumar edilerek seküler bir çerçeveye razı edilmesi, sözünü ettiğimiz küreselleşme-kültür emperyalizmi ittifakıyla mümkün olmuştur. Bu ittifakın değirmenine su taşıyanlar ise, istisnaları olmakla birlikte, entelektüel/aydın kesimleridir.

Günümüzde kendisini en fazla iktisadi alanda hissettirse de küreselleşme sadece ekonomik veriler üzerinden açıklanamayacak kadar girift bir surecin adıdır. Evet ekonomi öteden beri insanların/toplumların birbirleriyle iletişim kurmalarının öncelikli yollarından birisi olmuştur. Ancak her ekonomik yöneliş beraberinde bir ahlaki duruşu, bir dünya algısını da getirdiği için sadece mal/meta değişimi bağlamında değerlendirilemez. İktisadi girişim bir süre sonra kültürel ve siyasi girişimin de önünü açar.Osmanlı’nın henüz 16.yüzyılda Fransa’ya verdiği kapitülasyonların sonraları nasıl büyük bir buhranın müsebbibi olduğu ve nihayet 19.yüzyılın sonuna doğru “duyun-u umumiye” adı altında iktisadi sistemin yabancıların kontrolüne verildiği bilinmektedir. Öyle ki imparatorluk hinterlandında yatırım yapan şirketler, çıkarlarının zarar görmemesi için ülkelerinin askeri müdahalede bulunmasını bile temin edebilmişlerdir. Taktik bugün de aynıdır.Askeri müdahaleye maruz kalan ülkeler,küresel şirketlerle işbirliği yapmaya icbar edilmektedir.Örneğin ikinci körfez savaşı sonrasında ulusüstü petrol şirketlerinin Irak’ta ki yatırımları teminat altına alınmıştır.Libya’nın istila edilmesi sürecinde de benzer bir durum söz konusudur.Mevcudiyetini devam ettir/e/bilmesi için Suudi Arabistan’a verilen güvence,silah ve petrol şirketlerinin finanse edilmesiyle yakından ilgilidir. Katar ve BAE gibi diğer körfez krallıkları için de durum farklı değildir .Fransa’nın Afrika’daki varlığının amacı uranyum şirketi Ariva başta olmak üzere diğer şirketlerinin güvenliğini temin etmektir.(7) Körfez krallıkları küresel istikbarın iktisadi güvenliğini sağlamak için oldukça büyük fedakarlıklarda bulunmaktadırlar. Fakat iş burada kalmamakta,kültürel ve siyasi alana da şamil kılınmaktadır. Örneğin Ezher’in eğitim müfredatı, küresel sistemin işleyiş biçimine halel getirmeyecek şekilde yenilenmektedir. Tıpkı Napolyon’un gelişinde olduğu gibi… Aksi taktirde Ezher ulemasının Sisi ile işbirliği yapması mümkün olmazdı. Türkiye’de ikinci dünya savaşı sonrası izlenen strateji de aynıdır. İktisadi alanda şirketlere sağlanan imtiyazlar beraberinde siyasal ve kültürel alana da müdahil olmayı sağlamıştır. Soğuk savaş sürecinde Sovyet tesirini kırmak için ihdas edilen NATO hattına dahil olan Türkiye’nin siyasal ve kültürel hayatında bu örgütle olan ilişkisi oldukça belirleyici olmuştur. 1960 darbesi de dahil bütün darbeler bu örgütün sevk ve idaresi ve desteğiyle gerçekleşmiştir. Türkiye’nin askeri, siyasi, iktisadi ve kültürel tercihlerinde NATO örgütü oldukça belirleyici ve tayin edici bir özelliğe sahip olmuştur.Hangi şehre ne tür üniversite kurulacağından,akademik hayatın hangi gündemle meşgul olması gerektiğine varıncaya kadar bir çok alanda doğrudan inisiyatif alan bu küresel örgüt, son numarasını 15 temmuzda yapmış ve fakat başarılı olamamıştır. Nitekim bu darbeden sonradır ki Türkiye, kamuoyuna fazla yansıtmadan bu örgütle arasına mesafe koymaya çalışmaktadır. Ancak yaklaşık yetmiş beş yıllık birlikteliğin oluşturduğu her alana “nüfuz” kolay bertaraf edileceğe benzememektedir.

Demek ki küreselleşme sadece ekonomik hareketlilikle açıklanmamalı… Aynı zamanda siyasi, askeri,kültürel,bilimsel bağlamları da içeren bir süreçle karşı karşıya olduğumuz unutulmamalı.Ancak ilginçtir,başlangıçta mono-kültür odaklı çalışan- yani Batı dışı kültürleri massetmeyi veya entegre etmeyi amaçlayan küreselleşme- 21.yüzyılla birlikte,özellikle de 11 eylül sonrasında,ulus-devletler bünyesindeki “yerel kültürleri” de dikkate alan bir tutum takınmıştır. Amaç, kanaatimce, yerel/lik/ler aracılığıyla ulus-devletleri yıpratmaktır. Çünkü ulus-devletler küresel iktisadi sistemin neo-liberal ve kapitalist formuna, bütünüyle olmasa bile, kısmen itiraz etmekte ve özellikle iktisadi ve askeri alanda millileşmeyi öne çıkararak kendi göbeğini kesmeye çalışmaktadır. Bu durum, küresel iktisadi sistemin çarklarını elinde tutan “şirketler” açısından kabul edilebilir olmadığı için ilgili ulus-devletler, bünyelerinde barındırdıkları farklı kültürel havzalarla istikrarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Ulus-devletin tek bir kültür ve etnisite esasına dayanarak bir tür homojen ve standart toplum yaratma eksenli karakteri düşünüldüğünde, yerelliklerin öne çıkması karşısında dayanma gücü zayıflayacaktır.Hatta küreselleşme olgusu bu yerellikleri “özgürlük” “çok kültürlülük” “farklılıklara saygı” gibi klişeler aracılığıyla palazlandırmakta ve nihayetinde ilgili ülkede cari siyasal iktidarlar üzerinde baskı kurabilmektedir.Post-modern paradigmanın merkezsiz/öznesiz/hakikatsiz/göreli ve pluralist(çoğulcu) doğasına uygun olarak göstermelik saygı duyulan yerellikler,sistemin genel gidişatına muhalif olmamak koşuluyla her türlü lojistik desteği alabilmektedir.Ulus-devletlerin küreselleşme karşıtlığının temel sebebi de budur.Nitekim Türkiye’de son yıllarda ulus-devletin mukaddesatlarına(özellikle üniter yapıya) karşı yapılan yüksek dozlu eleştiriler, muktedirleri endişelendirmiş ve “beka kaygısı” klişesi etrafında ittihatçı söylemin merkezileşmesine hizmet etmiştir.Fakat ilginçtir öteden beri ulus-devlet paradigmasıyla kavgalı olan (ya da olması gereken) Müslümanlar/İslamcılar bu süreçte ulus-devletten yana tavır aldılar ve küreselleşmenin sunduğu bu “ulus-devletle hesaplaşma” imkanını ellerinin tersiyle ittiler.Burada hesaplaşmadan kastım küreselleşmenin istediği/arzu ettiği bağlamda bir hesaplaşma değil elbette.Aziz ve mübarek İslam’ın evrensel/cihanşümul söyleminin şiarlaştırılması ve ulus-devletin insanlığın başına gelmiş en büyük bela ve musibet olarak İslam noktay-ı nazarından teşrih masasına yatırılmasıdır. Böylece yaklaşık bir asırdır İslam dünyası toplumlarının zihinlerini felç eden; İslam’ı bir “kültür bileşeni” olarak kodlayıp bu kültürün öne çıkarılması/merkezileşmesi için dini araçsallaştıran; tek boyutlu/tek ufuklu,homojen ve standart bir insan ve toplum tasavvuruyla Allah(c.c)’ın “ayet”leri olan farklılıkları törpüleyen;ulusa özgü İslam/lar (Türk İslam’ı,Arap İslam’ı,Fars İslam’ı,Kürt İslam’ı v.b) icat eden; Allah’ın mülkü olan toprağı kutsayan,sınırlandıran ve etrafına duvarlar ören ;referans aldığı seküler bilginin himayesinde bir kamusal alan inşa eden ulus-devletle hesaplaşmak, İslamcı ekolün boynunun borcudur. Çünkü ulus-devletle hesaplaşmak, aynı zamanda,aydınlanma paradigmasıyla ve bu paradigmadan ilham alan moderniteyle,yani küreselleşme aracılığıyla yaygınlaştırılmaya çalışılan değerler sistemiyle de hesaplaşmak anlamına gelir.

Yerel olanı dikkate alan yaklaşımın literatürdeki adı “küyerellik” olarak barizleşir.(8)Yerelin dışlanmadığı ancak egemen sistemin kodlarına halel getirmeyecek şekilde “endoktrine” edildiği bir vasatın adı olarak “küyerel” faklı yerellikleri küreselin içinde kabul ettiğini iddia etmektedir. Burada anahtar kavram sistemin işleyişine halel gelmemesidir. Sistemden kasıt, kapitalist/neo-liberal ve (elbette ki Batılı) değerlerin tartışılmazlığına olan inançla beslenmiş merkezdir. Bu merkezin işleyiş biçimi, Batılı değerlerin ve yaşam tarzının küre ölçeğinde yaygınlık kazanmasını temin etmek ve ilgili yerel kültürleri bu işleyişe ikna etmektir. Suriye özelinde ihdas edilmeye çalışılan yeni ulus-devletin ilham aldığı paradigmaya dikkat edilirse, söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır. Her ulus-devletin yaptığı gibi Suriye’de kurulmaya çalışılan yeni ulus-devlet te aydınlanma paradigmasına sadakatini izhar etmiş ve bu sebeptendir ki, küresel sistem tarafından teveccühe mazhar olmuştur. Garip olan ise, kendisi de bir ulus-devlet olan Türkiye’nin bu sürece duyduğu öfkedir. Kuruluşundan beri küresel sistemin “epistemik şiddetine” maruz kalan ve hatta bu şiddeti devlet aygıtı eliyle Batılı tarzda bir toplum modeli oluşturmak amacıyla kendi halkına uygulayan Türkiye, yakın coğrafyasında tıpkı kendisi gibi bir ulus-devletin inşasına itiraz etmektedir. Bu itirazın küresel sistem tarafından ciddiye alınıp alınmayacağını zaman gösterecektir. Ancak sözünü ettiğimiz küresel sistemin “birlik-bütünlük” fikrine alerjisi olduğunu yani “tevhid” den nefret ettiğini unutmamak gerekir. Ulus-devletlerin evvela ilham aldıkları referans sistemlerini sorgulamaları ve 21.yüzyıla vaziyet edecek yeni bir siyasal dilin inkanları üzerinde düşünmeleri gerekir. Müslüman halklara vaziyet eden ulus-devletler kendi zaaflarıyla yüzleşmedikçe daha büyük sıkıntılarla karşılaşacaklar. Kishore Mahbubani’nin ifadesiyle “Batı, demokrasi ve ferdiyetçilik kılıcını elinde tuttuğu müddetçe küresel arenada ayrıcalıklı konumunu koruyacaktır.”(9) Ferdiyet bilinci gelişmemiş, gelişmesi uğrunda gösterilen çabaların da anında etiketlendiği muhaberat devletlerinde-ki İslam dünyasında bu devletlerden mebzul miktarda var- Batı’nın demokrasi ve özgürlük söylemi her zaman karşılık bulacaktır. Küreselleşen epistemik şiddetten kurtulmanın yolu, vahyin klavuzluğunda ,ferdiyet bilinci gelişmiş insanların biraradalığıyla zenginleşen bir toplumsal doku inşa etmektir.

İslam dünyası toplumları uzun süreli imparatorluk tecrübesi nedeniyle ben bilinci zayıf kitleler haline ge/tiri/lmişlerdir. Yönetilen halk için kullanılan “reaya” kavramı çoban-sürü ilişkisi üzerinden üretilmiştir. Buna göre sultan/kral/padişah “rai(bakan/gören/gözeten)”,halk ise “reaya(sürü)”dür. Çobanın sürüye karşı sorumluluğu onları sevk ve idare etmek,dış tehlikelerden(kurt ve çakallardan) korumaktır.Sürünün sorumluluğu ise et,süt,yün vermek( vergi) ve gerektiğinde savaşmaktır.Bu perspektif asırlarca cari olmuş,aziz İslam’ın ferdiyeti/şahsiyeti öne çıkaran söylemi perdelenmiştir. İnsanı zübde-i alem(alemin özü) olarak tavsif eden ilmi geleneğin bu söylemi siyasal otorite/ler tarafından iğdiş edilmiş ve Müslüman toplumlar modern paradigmanın “özgürlük” “emansipasyon” “insan hakları” vb. klişelerine ram olmuşlardır. Nitekim bugün bile Batı dünyası (ideolojik olarak ciddi bir zafiyet içerisinde olmasına rağmen) bu kavramları kullanarak Müslüman ve Doğulu toplumlara vaziyet eden iktidarlar üzerinde baskı kurabilmektedir. Ceberut yönetimler tarafından asırlardır ben bilincinden mahrum bırakılan Ortadoğu’nun Müslüman halkları, küreselleşme aracılığıyla reklamı yapılan demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi kavramların emperyalizmine direnmek için aziz İslam’ın ferdiyet/şahsiyet manifestosuyla işe başlayabilirler. Küreselleşmenin sağladığı hızla akan bilgi ikliminden istifade ederek bu manifesto odağında örgütlülük sağlanabilir.  

Bu safhada adına Ortadoğu denilen coğrafyada küreselleşmenin nasıl bir etki yaptığı ve bundan sonraki süreçte nereye doğru evirileceği gibi yakıcı sorular cevap bekliyor. Ağırlıklı olarak Müslümanların yaşadığı bu coğrafyada artık rutinleşmiş kaosun sebebi yalnızca petrol ve doğalgaz değildir elbette. Hatta denebilir ki, Ortadoğu’yu petrol-doğalgaz rezervlerinin zenginliği bağlamında değerlendirmek ve halihazırda yaşadığımız kaosu bu bağlama hasretmek meseleyi oldukça sığ bir zeminde tartışmak olur. Esasında sorun bütünüyle küreselleşen epistemik şiddetle ilgilidir. Bu tespit, petrol ve doğalgazın önemsiz olduğu anlamına gelmez. Ancak küresel sistemin egemen kılmaya çalıştığı tasavvur biçimine en sağlam itirazın Müslümanlardan değilse bile İslam’dan geldiğini sistemin baronları bile itiraf ediyor. İslam orada durduğu müddetçe sistemin tıkırında işlemesi mümkün olmayacak. Bu bağlamda Ortadoğu uluslarının küreselleşmeye gösterdiği direnç körü körüne bir refleksin sonucu değildir. Bu uluslar, egemen kılınmaya çalışılan sistemin İslam’ın değer dünyasına yabancı olduğunu ve bütünüyle Batılı beyaz adamın çıkarlarına hizmet etmeyi amaçladığının farkındadır. Mısır’ın başına gelenler bu farkındalığın sonucudur.Afganistan’ın küresel tiranların dayatmalarına boyun eğmeyeceğini yüksek sesle ve birinci muhataplarına açıkça beyan ettiği için Ahmet Şah Mesut’un 11 eylülden iki gün önce suikaste uğramasının sebebi de bu farkındalıktır. Filistin direnişinin sembolü olan Hamas’ın öncelikli tehdit olarak kodlanmasının sebebi de aynıdır…

Hungtington’un sipariş üzere kaleme aldığı medeniyetler çatışması tezinde üzerinde durduğu hususlardan biri de,Türkiye’nin Ortadoğu uluslarına model olması ve eğer İslam adına konuşulacaksa bunu Türkiye’nin yapmasıdır. Çünkü Türkiye 20.yüzyılın başında bütünüyle Batılı referans sistemlerinden ilham alarak kendisini inşa etmiş, ekonomisi petrole bağlı olmadığı halde Ortadoğu uluslarına göre oldukça ileride olan, belli periyotlarla kesintiye uğrasa da işlevsel bir demokratik geleneği sahip bir ülkedir.Pazar ekonomisine bütünüyle sadıktır ve orta sınıfını güçlendirme yolunda emin adımlarla ilerlemektedir.Seküler hukuku ve güçlü laik ordusuyla göz kamaştırmaktadır.Böyle bir Türkiye’nin önderliğinde Arap Ortadoğu’su çok kolay bir şekilde küresel sisteme entegre edilebilir.Hungtington’un 1990’lı yıllarda ortaya attığı bu tez, bir süre işlevselliğini korudu.Türkiye Stratejik ortaklıktan model ortaklığa terfi etti ve Ortadoğu’nun sevk ve idaresinde kendisine rol verildi.Osmanlı’dan gelen “ağabey” rolü de bu süreçte oldukça faydalı oldu.Küresel sistemin “entegre edilemeyen boşluk” olarak gördüğü Ortadoğu’nun sisteme entegrasyonunda görev verdiği Türkiye, ulus-devlet realitesinin küreselleşme karşısında dayanamayacağını fark ettiği için ittihatçı/millici söyleme tekrar rücu etti ve bu ricat sayesinde küresel saldırıları püskürtmeyi hedefliyor. Şimdilik püskürttüğü söylenebilir. Ancak epistemik şiddet hala devam etmekte ve böyle devam etmesi halinde, uzak olmayan bir gelecekte, Türkiye ciddi bir kimlik ve kişilik kriziyle karşı karşıya kalabilir. Millici/ittihatçı söylemin 21.yüzyılın Türkiye’sine söyleyecek fazla bir şeyi yok.Hatta çürütücü rol oynayacağını söylemek kehanet olmaz.Neredeyse 20.yüzyılın tamamında bu söylem nedeniyle büyük buhranlar yaşadık. Çünkü bu söylem,sözünü ettiğimiz epistemik şiddetin sonucu…

NOT: Bu yazım Umran Dergisi’nin 302.sayısında (Ekim 2019) aynı başlıkla yayınlanmıştır.

Kamil ERGENÇ

Yararlanılan Kaynaklar

1-Nayan Chanda/Küreselleşmenin Sıradışı Öyküsü/ODTÜ yayıncılık/1.Basım/ Kasım 2009

2-A.G.E

3-A.G.E

4-Ahmet Cevizci/Felsefe Sözlüğü/Say yayıncılık/6.Baskı/İst.2017

5-Süleyman Hayri Bolay/Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü/Nobel yay./11.Baskı/Haziran/2013/Ankara

6-A.G.E

7-Fikret Başkaya/Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto/Yordam Kitap

8-Robertson’dan aktaran, Itır Akdoğan/Dijital Politik Fanteziler/İletişim Yay./İstanbul 2014

9-Kishore Mahbubani/İnhitatın Tehlikeleri: Diğerlerinin Batı’ya Öğrettikleri/Medeniyetler Çatışması içinde/Vadi Yay./Derleyen: Murat Yılmaz/ 11.Baskı/İstanbul/Aralık 2014

10-Cangül Örnek/Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı/Can Yay./1.Baskı/İstanbul 2015


AddThis