Eleştiriye Dair

Eleştiri(critique) Yunanca hukuk terimi “krisis” ten türemiş bir sözcük.(1) Yunan kent devlet (polisin) düzeninin vatandaş tarafından bozulması sonrası oluşan hasarı tamir faaliyeti bağlamında kullanılmış… Sözcüğün içeriği Yunan aklının düzen esaslı işleyişinin izlerini taşır. Polisin hiyerarşik düzeninde meydana gele(bile)cek sorunların(krizlerin) üstesinden gelmeyi betimler. Burada üstesinden gelme sürecinin “tamir” manasında kullanılması “düzen” fikrinin mekanik doğasıyla ilişki kurarak anlaşılabilir. Toplumu kompartımanlara ayırarak tanımlayan “Yunan aklı” , eleştiri sözcüğünü de bu kompartımanlar arasındaki hiyerarşinin hasar alması bağlamında kullanır. Aydınlanma paradigmasına da ilham verecek olan Yunan aklı, halihazırda modern sosyolojinin toplum incelemelerine de kaynaklık eder. Bu zaviyeden bakıldığında eleştiri “hasar tamiri” olarak okunabilir. Ancak sözcüğün sosyolojiyle ilişkili bu içeriği sabit kal(a)mamış. Kültürün dinamik doğası sözcüklerin anlam dairelerinin genişlemesine, daralmasına, olgunlaşmasına ya da bütünüyle ortadan kalkmasına imkan tanır. Eleştiri(critique) sözcüğü de tarihsel süreç içerisinde değişime uğrayarak, tıp literatürünün merkez kavramlarından biri olmuş. Hastalıkların seyrini ifade sadedinde kullanılan “kritik eşik” te olduğu gibi… Dikkat edilirse burada da marazi bir durumun ifadesi bağlamı söz konusudur. Değişen ise toplumsal bir sorunun değil bireyin hastalığındaki gidişatın iyi yönde olmadığının ifadesidir. Eleştiri (critique) her halükarda cari bir “sorun” ve bu sorunun “tamiri” bağlamındaki anlam içeriğini muhafaza etmiştir.

Redhouse sözlüğü “critique” sözcüğüne isim olarak; eleştiri,tenkit,etüt anlamını vermiş. Sözcüğün fiil hali “criticize” ;eleştirmek, tenkit etmek, yermek,kınamak,kusur bulmak,değerini ölçmek anlamlarına sahip…Sıfat hali olan “critical”ın anlam dairesi biraz daha geniş; çözümsel,tahlili,tenkit eğilimli,tenkitçi,eleştiren,eleştiri mahiyetinde, buhranlı, vahim, nazik, tehlikeli,dönüm noktasına ait… Sözcüğün fiil halindeki anlam dairesi hukuk nosyonuyla yakından ilişkili:“Yermek, kınamak, değerini ölçmek”… Demek bu sözcük,anlam genişlemesi ya da daralmasına maruz kalmasına rağmen ilk başta kullanıldığı bağlama sadık kalarak “olumsuz bir durumun” tespiti ve tamiri eksenli muhtevasını korumuştur. Bugün de gerek akademide gerekse gündelik hayatın dilinde bu sözcük bir olumsuzluğun dile getirilmesi ve üstesinden gelinmesi ya da telafi edilmesi, daha iyi olanıyla değiştirilmesi gibi anlamları içkindir denebilir. Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü’nde eleştirel düşünme( critical thinking) epistemoloji başlığı altında değerlendirilmiş ve “açık fikirli olma,öne sürülen iddiaların temellerini soruşturma,önyargılardan ve klişelerden uzak durma,ben merkezli kabullerden sakınma,düşünceleri mantık kurallarına sadık kalarak öne sürme gibi özellikleri içeren düşünce yönelimi ve entelektüel tutum” olarak tanımlanmış.(2) Süleyman Hayri Bolay ise Felsefe Doktirinleri ve Terimleri Sözlüğü’nde eleştirinin Yunanca “kritikos(hüküm vermek, yargılamak, karar vermek,ayırt etmek) kelimesinden geldiğini ifade eder ve genel olarak “bir konuyu,bir eseri doğru ve yanlış taraflarını tespit etmek maksadıyla incelemek” anlamında kullanıldığına dikkat çeker. Bu kullanım felsefi bilginin temellerini, değerini (doğruluğunu) inceleme, özellikle Kant’ta akli kabiliyetin gücünün ve sınırlarının yargılanması ve eleştirisi diye ifade edilir.(3)

Türk Dil Kurumu sözlüğünde de eleştiri “bir insanı,bir eseri,bir konuyu doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek amacıyla inceleme işi” olarak tanımlanmış. Edebiyat ve sanat eserinin (her yönüyle) daha iyi anlaşılmasını sağlamak amacıyla değerlendiren yazı da bu anlam dairesi içerisinde yer almış. Şemsettin Sami’nin Kamus’ı Türki’sinde de benzer anlam var. Burada fazladan “faydalı ve zararlı yönleri” ifadesi de yer alıyor. Ancak Şemsettin Sami eleştiri sözcüğünün eşanlamlısı olarak kullanılan “tenkit” sözcüğünün yerine “intikad” sözcüğünün kullanılmasını öneriyor. Bu sözcüğün ise “ ilmi ve edebi eserlerin tarafsız bir şekilde incelemeden geçirilerek görüş bildirilmesi” anlamına geldiğini “intikad edebiyatın eleğidir” bağlamında dile getiriyor. Orhan Hançerlioğlu Felsefe Ansiklopedisi’nde eleştiri için “değerlendirme, yargılama ve ayırt etme” anlamlarında Yunanca “kritike” deyiminden türediğini beyan eder. Yunanların eleştiri sanatına “kritike tekhne” dediklerinden bahisle yargılamak anlamındaki “krinein” kökünden türetilen eleştirel ve eleştirici anlamlarına gelen “kritikos” sözcüğünün Latinceye “criticus” olarak geçtiğini ve Avrupa dillerine bu kökten yayıldığını ifade eder. Herhangi bir şeyin iyi ve kötü yanlarını göstermek anlamında kullanıldığı gibi sadece kötü yanlarını göstermek için de kullanılan eleştiri terimi buraya kadarki bütün anlamlarında ortak olarak “yargılama, değerlendirme, tamir etme” gibi anlam içeriğine sahiptir. (4)Bu içeriğini bugün de muhafaza etmektedir.

Günümüzdeki anlamları bağlamında eleştiri ideolojik, kültürel, kimlik eleştirisi gibi farklı kulvarlarda oldukça yaygın kullanılan bir sözcüktür. Eleştiriye açık olmak bir erdem olarak kabul edilir ve düşünsel olgunluğun yolunun buradan geçtiği kabul edilir. Açık toplum olmanın olmazsa olmaz özelliklerinden biri olarak zikredilen “eleştiriye açıklık”,zımnen, toplumsal olgunluk düzeyinin tespitini sağlayan sihirli ifadelerden biridir. Eleştiri imkanından yoksun olan yerlerde zihinsel tekamülün ve söylem berraklığının temayüz etmesinden bahsedilemez. Kantçı bağlamda neyi bilip neyi bilemeyeceğimiz, aklın ve yorumun sınırları gibi soruların cevapları eleştiri olanağıyla yakından ilgilidir.Fikirlerini başka fikirlerle test etmeyenlerin düşünsel olgunluğundan bahsetmek mümkün değildir. Meşhur “barikayı hakikat müsademeyi efkardan doğar” sözü mucibince fikirlerin çarpışması hakikatin parlaklığının görünmesini sağlar. Ortak akıl paydasının işlerlik kazanması ve tek aklın belirleyiciliğinden kurtulma kabiliyeti de bu bağlamın sonucu olarak ortaya çıkar.

Ana akım sosyal bilimler yaklaşımına göre eleştirinin hayat bulabilmesi için gerekli olan en önemli koşul “ifade özgürlüğüdür”. İnsanların düşüncelerini herhangi bir endişe taşımadan ifade edebilmesinin, eleştirel zeminin inşasında oldukça önemli bir rol oynadığı varsayılır. Bu varsayımın doğruluğunu tespit sadedinde, en ufak eleştirinin dahi ağır şekilde cezalandırıldığı “muhaberat rejimleri” tasallutu altında yaşayan toplumların sosyolojisine dikkat çekilir. İnsanların toplumsal meseleler hakkında konuşurken “acaba başıma bir şey gelir mi?” endişesi taşıdığı yerlerde şizofrenik kimliklerin üremesi için gerekli koşullar hazırlanmış demektir. Bu şizofrenik halin bir süre sonra “münafık” karakterinin üremesine yardımcı olacağını da hatırda tutmakta fayda var. Demek ki eleştiri hürriyeti bir yandan çift kişilikliliğin üremesine engel olurken, diğer yandan da nifak tohumlarının serpilip büyümesini önleyebilir. Hatta sağlıklı bir eleştiri havzasının ikame edilmesi, toplumun zihinsel tekamülü yolunda atılmış önemli bir adım olarak değerlendirilebilir.

Katolik geleneğin yorum tekelini elinde tuttuğu ve muhalif tüm yorumları en ağır şekilde cezalandırdığı ortaçağ Avrupa kültürü içinde “ifade özgürlüğü” nün ehemmiyeti yadsınamaz. Ancak dikkat edilirse bu özgürlüğün elde edilmesi sürecinde öne çıkan temel argüman anti-katolik bağlamla ilişkilidir. Yani Avrupa kültür kodları çerçevesinde düşünüldüğünde “ifade özgürlüğü”(doğası gereği) müesses kilise nizamına karşı geliştirilmiş söylemin herhangi bir engelle karşılaşmadan tebarüz ettirilmesi amacına matuftur. Bu bağlam Avrupa dışı uluslara da aynı şekilde ihraç edilmiştir. “İfade özgürlüğü” klişesi, Katolik geleneğin ultra-dogmatik, ultra-denetimci ve ultra-çileci doğasıyla mücadeleyi daha rahat yürütmek için icat edildi. Avrupa dışı uluslar bu klişeyi ithal ettiklerinde içeriğindeki “din karşıtı söylem” boyutunu da almış oldular. Bu nedenle (özellikle halkı Müslüman beldelerde) “ifade özgürlüğü” klişesi ,dinin belirleyici ve tayin edici rolünün aşındırılması ve hayata, tarihe, bilgiye, siyasete, ekonomiye, eğitime yönelik iddialarının tahfif, tahkir ve tezyif edilmesi amacına dönük olarak kullanıldı. Bu bağlamda (halkı Müslüman beldelerde) Avrupamerkezci bilgi sistemiyle ve bu sistemin kavramsal çerçevesiyle imtizaç etmeyen kişiler ve hareketler kriminalize ve terörize edilirken; Avrupa kültür kodlarının izlerini taşıyan kavram ve kurumlarla barışık yaşamayı sorun etmeyen kişi ve hareketler taltif ve takdir edildi. Benzer yaklaşım Müslüman olmayan toplumlarda ise modern paradigmanın içselleştirilmesine engel teşkil eden geleneksel kodların tahrip edilmesi yönünde tebarüz etti. Geleneğe referans veren, geleneksel birikiminden ilham alarak modern paradigmanın çizdiği sınırları ihlal eden (ya da etme ihtimali bulunan) yaklaşımlar “ifade özgürlüğü” klişesi aracılığıyla ya itibarsızlaştırıldı ya da folklorik bağlama hapsedildi. Özellikle aydınlar/entelektüeller eliyle yürütülen bu çabalar nihai kertede ilgili ulusun “açık toplum” olmasını sağladı.

Özellikle liberal/demokratik havzalar tarafından methedilen “açık toplum” bir yandan kapitalist iktisadi ilişki biçimlerinin tahkim edilmesini temin ederken, diğer yandan da ilgili ulusun kültür kodlarını bütünüyle aşındırarak hafızayı siler. Böylece geçmişe ait ne varsa masalsı/mitolojik bağlama hapsedilir ve ilkellikle eşdeğer olarak kodlanır. Pazarın egemenliğinin tahkim edilmesinde oldukça etkili olan bu yöntem küreselleşme realitesi aracılığıyla da sükseli sözcükler yardımıyla pazarlanır. Şayet uluslar/toplumlar kendi iç bünyelerinde sağlam bir eleştiri geleneği oluşturamamış ise bu tazyik karşısında dayanma şansı yoktur. Sağlam eleştiri geleneğinden kastımız sahih bilgiye yaslanan fikir ve yorum eşliğinde sürdürülen eleştiridir. Enformatik ayartıcılığın oldukça güçlü olduğu bir zamanda bu eleştiri iklimini teneffüs etmek zor zannedilebilir. Ancak değildir… Bilakis sahih olmayan bilginin deşifre edilmesi ve yerine doğrusunun ikame edilmesi küreselleşme realitesi sayesinde daha da kolaylaşmıştır. Bu noktada toplumlarımızın sahih bilgiye ulaşma imkanlarını arttırmak ve bu bilginin nasıl fark edileceğine dair farkındalık oluşturacak çabalara öncülük etmek gerekecektir. Doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek yetkinlikte olmayan, her an ayartılmaya müsait, manipülasyona ve spekülasyona teşne kalabalıkların sevk ve idaresi kolaydır. Bu noktada her bir ferdini sahih bilgi-fikir-yorum perspektifine sahip kılarak siyasal/politik sorumluluk alabilecek kıvama getirmek (yani özneleştirmek),özellikle de, halkı Müslüman beldelerin aydın/entelektüel/alim ve siyasetçilerinin omuzlarında ağır bir yüktür. 20.yüzyıl boyunca despotik muhaberat rejimleri tarafından kişiliksizleştirilmeye, siyasal/politik sorumluluk bilincinden yoksun bırakılmaya çalışılan İslam dünyası toplumlarının, tarihin öznesi olarak ayağa kalkmalarının bir yolu da kendi iç bünyelerinde eleştiri kültürünü tahkim etmekten geçiyor.

Esasında bütün ulus-devletler eleştiriyi belirli bir çerçeveyle sınırlandırmaktan yanadır. Denebilir ki hali hazırda küre ölçeğinde var olan devletlerin hiçbiri topluma sınırsız eleştiri imkanının verilmesinden yana değildir. Avrupa dışı ulusları “ifade özgürlüğü” klişesiyle ayartan ve (Onları) Protestan burjuva kültür kodlarına uygun olarak yeniden inşa eden Batı, zannedildiğinin aksine eleştiriye karşı daha az tahammüllüdür. Küreselleşme realitesi sayesinde daha iyi gözlemlediğimiz üzere neredeyse bütün ulus devletlerde eleştirinin “başladığı ve bittiği” bir sınır söz konusudur. Merhum Şeriati, Cezayir direnişi lehinde yayın yapan dergilerin Paris’te nasıl yasaklandığına dikkatlerimizi çeker.(5)Türklerin yoğun yaşadığı Almanya’da “din görevlilerinin” Alman üniversitelerinden mezun olanlar arasından atanması çabası da bu bağlamda değerlendirilebilir. Görünür gerekçe İŞİD/DAİŞ tarzı yapıların teo-politik etkisini azaltmak olsa da, esasında Avrupa değerleriyle barışık bir din dilinin inşası hedeflendiği gerçeği görmezden gelinemez. Yakın zamanda Fransa’nın, ülkede mukim göçmenler için aldığı kararlar,II.dünya savaşı koşullarının ideolojik atmosferini hatırlatıyor. Benzer şekilde Amerika’da “anti-establishment” bir hareket olan Malcom X’in nasıl bertaraf edildiği hafızalardaki yerini koruyor. Yaptığı çalışmalarla modern paradigmanın bilgi felsefesinin dışına çıkmayı murat eden İsmail Raci El-Faruki ve eşinin başına gelenler ise eleştiri hakkının kimlere ne kadar verileceğinin anlaşılması bakımından dikkat çekicidir.

Denebilir ki bilinen tarih boyunca sınırsız bir eleştiri özgürlüğünün yaşandığı bir dönem neredeyse olmamıştır. Sokrat’ın savunmasında da dikkat çekildiği üzere,her dönemde, egemen siyasal-iktisadi-dini söylem tarafından eleştirinin sınırları belirlenmiştir.Atinalı gençleri yoldan çıkardığı ve kentin tapındığı tanrılara değil de kendi icat ettiği tanrılara taptığı iddiasıyla demokratik Atina tarafından “demokratik usullerle” baldıran zehiri içirilerek idam edilen Sokrat’ın hikayesi, eleştirinin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini göstermesi bakımından manidardır. Müslümanların geleneğinde de benzer uygulamalara rastlamak mümkündür. “Ey Muaviye! Yaptığın bu saray beyt-ül mal den karşılanıyor ise haramdır. Yok kendi paranla yapıyorsan israftır.” Diyen Ebuzer’in Rebeze’ye sürgüne gönderilmesi bu bağlamda dikkat çekicidir. Hz.Fatıma(r.a)’nın, mescitte halka hitap eden halifenin karşısına çıkarak “Ey Ebu Kuhafe’nin Oğlu! “diye başlayan meşhur söylevi, hem vaktiyle ataerkilliğin ana karargahlarından biri olan Arap Yarımadası’nda aziz İslam’ın kadın kimliğinin inşasında oynadığı hayati rolün azametini göstermesi hem de Müslüman şahsiyetin otorite karşısında nasıl bir eleştirel/muhalif duruş sergilemesi gerektiğini tebarüz ettirmesi bakımından şayan-ı dikkattir. Hükümet(ler)in değil şeriatın çizdiği sınırlara sadakat gösterdikleri için eza, cefa ve idama mahkum olan meşhur imamlarımız İslami referanslar temelinde inşa edilecek bir eleştirel söylem ve eylemin karakteristiği hakkında istisnai bir örneklik teşkil ederler.  

Yüce Kur’an’ın istişareye verdiği önem,zımnen,eleştirinin değerini de ortaya koyar. Çünkü istişare ehil ve farklı akılların bir mesele hakkında derinlemesine tefekkür etmesi, fikirlerin çarpıştırılması ve en nihayetinde insanlığın/toplumun hayrına bir sonucun intac etmesidir. Bugünkü anlamıyla eleştirinin en kamil manada tecessüm etiği yer istişaredir. Bu nedenledir ki istişari zeminlerin çoğaltılması ve amacına uygun olarak işlevsel kılınması, İslam toplumlarının asaletlerini muhafaza ederek hayatiyetlerini devam ettirmesi için elzemdir. Tek aklın önderliğine ram olmak, ki o akıl ne kadar derinlikli olursa olsun, istişari zeminin sağlıklı işlemesine halel getirir. Kollektif aklın önderliği tek aklın önderliğinden evladır. Tek akıl hiçbir zaman bir meseleyi bütün boyutlarıyla tahlil edemez. Akılların çoğaltılması anlamında istişare (tıpkı çiçekleri dolaşıp sonunda bal yapan arı örneğinde olduğu gibi) ele alınan meseleyi çok yönlü olarak değerlendirip, nihai kertede hayra dönük sonuç almayı murat eder. Bu zemin, eleştirel söylemin tekamülüne katkı yapmanın yanında malayani ve yıkıcı olanın meşruiyet kazanmasının önünde engeldir. Tek aklın ufkuna razı olan toplumların uzun erimli, niteliksel, dinamik ve devingen adımlar atmaları mümkün değildir. Bu sebeptendir ki Müslümanlar tarihleri boyunca yöneticinin yanında, ona hakikati çekinmeden söyleyecek, ehil kadroların bulunmasını zaruri görmüşlerdir. Bu teamülün sağlıklı bir şekilde işlediği dönemlerde Müslümanlar tarihin öznesi olmayı başarmış ve fakat tek aklın yanılmazlığına kanaat getirip akılların çoğaltılması manasında istişari zemini terk etiklerinde bela ve musibetlere düçar olmuşlardır.

Bu noktada Batı’da kullanıldığı bağlamda eleştiriyle İslam noktay-ı nazarından betimlenen eleştiri arasındaki fark ta ortaya çıkmış olmaktadır. Batı’da bir kişiyi, metni, eseri doğru-yanlış yönleriyle ortaya koymak amacıyla (yargılamak boyutuyla) hem hukuki hem de edebi içerikle öne çıkan eleştiri, İslam zaviyesinden “hayrı ve hakkı tebarüz ettirmeyi” içkindir. Yine Batı’daki anlamıyla anti-katolik tutumun sonucu olarak “din-gelenek karşıtlığı” üzerinden meşruiyet kazanan eleştirinin (ve eleştiriyi mümkün kılması için şart olan “ifade özgürlüğü” nün) İslam cihetinden kabul edilebilir olması mümkün değildir. Dolayısıyla eleştiriyi “en iyinin(marufun)” görünür ve egemen olmasını temin etmek amacıyla işlevselleştirmek gerekir. Burada en iyinin nasıl ve neye göre tespit edileceği sorusu öne çıka(bili)r. Bu noktada vahiy ve nübüvvet bilgisinin/pratiğinin ve bu bilgi/pratikle mütenasip geleneksel tefekkür havzasından ilham almanın zaruretini müdrik olmak (Müslüman toplum için) elzemdir. Kapitalist iktisadi ilişki biçim(ler)inin ve neo-liberal ahlak öğretisinin meşruiyetini temin etmek amacıyla işlevsel kılınan sükseli sözcüklerin ve enformatik ayartıcılığın çekim alanından toplumlarımızı uzak tutmanın yolu şeriatın sınırlarına riayet eden eleştirel söylemin inşasından geçiyor. Her şeyi tartışılabilir kılmak, açık toplum projesinin en bariz emellerinden biridir. “Entegre edilemeyen boşluk” olarak tanımlanan halkı Müslüman beldelerin, küreselleşme aracılığıyla yaygınlaştırılmaya çalışılan neo-liberal kapitalist değerler sistemine entegre edil(ebil)mesinin yolu buradan geçiyor. Türkiye özelinde son birkaç yıldır gündemleştirilen meselelere bakıldığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılabilir. “Ultra-marjinal” (ki bunlara dezavantajlı(!) gruplar da deniyor) grupların haklarını güvence altına almak adına, “ifade özgürlüğü”, “eleştiri hakkı” gibi cazibesi yüksek klişeler eşliğinde, mübarek İslam’ın “fahşa-münker-fücur-tuğyan-haram” olarak adlandırdığı söz ve fiillere meşruiyet kazandırılmaya çalışılıyor.

Benzer şekilde, Avrupa’da mukim Müslüman göçmenlere, gerek vatandaşlık verme sürecinde gerekse “çalışma veya ikamet izni” alırken sorulan sorular arasında, liberal öğretinin İslam’la asla ve kat’a telif edilemeyecek söz ve fiilleri(Peygamberimizin karikatürleri gibi…) hakkında ne düşündüğü gibi oldukça tahrik edici sorular soruluyor. Bu soruların, muhatabın eleştiriye tahammülünü ve/veya ifade özgürlüğüne inanıp inanmamasını test etmek amacıyla sorulduğuna dair dile getirilen gerekçeler, esasında “kendini inkar etmedikçe(hatta etsen bile) seni kabul etmeyeceğim” bilinçaltının dışavurumundan başka bir şey değil. Entegre olmanın görünür koşulu olarak öne sürülen “eleştiriye açık olmak” veya “ifade özgürlüğüne saygı” klişeleri, Katolik Hıristiyanlığın kendi geleneğiyle gerçekleştirdiği radikal hesaplaşmanın benzerini Müslümanlarında kendi gelenekleri için yapmalarını beklemesinden kaynaklanıyor. Roma’nın ırkçı-maddeci ve müstehcen kültürünün ilham aldığı pagan/putperest Yunan aklını İncille birleştirerek, İslam’ın aziz peygamberi İsa(a.s)’nın öğretisini tahrif eden Hıristiyanlık, Müslümanların da nebevi çizgiden teberri ederek (benzer şekilde) bir evrim yaşamasını arzuluyor. Aksi taktirde entegre edemeyeceğini biliyor… Peygamberimiz(s.a.v) hakkında yayınlanan karikatürlerin aldığı tepkiyi anlam(landıram)ıyor olmaları bundan…

Müslüman toplumların eleştiriye ve ifade özgürlüğüne gereken değeri verip vermediklerinin kıstası/ölçütü (her nedense) İslam’ın ilke/prensip/umde ve şiarlarının rahatlıkla “tahfif edil(ebil)mesi” olarak belirginleşiyor. Şayet halkı Müslüman bir ülkede Peygamberimiz(s.a.v) rahatlıkla eleştirilebiliyorsa ve bu eylem “ifade özgürlüğü” nün sınırları içinde telakki ediliyorsa o toplumun “olmuşluk” yolunda yeterli düzeyde mesafe katettiği varsayılıyor. Ya da apaçık haramların aleni işlenmesine ses çıkarılmıyorsa, tuğyan ve fahşanın, ifsad ve fücurun görünürlüğü teminat altına alınmışsa orada demokratik olgunluktan bahsedilebiliyor. Ayartının/baştan çıkarmanın( bu ifadeyi sadece cinsel anlamda kullanmıyorum. Siyasal/politik/ekonomik boyutları da içeren daha geniş bir spektrumun ifadesi olarak kullanıyorum) hukuki dayanağı “özgürlük” klişesine sığınılarak oluşturulurken, ”ma’rufun emir münkerin nehyedilmesi” özgürlük karşıtlığı olarak resmedilip mahkum edilebiliyor. İslam’ın ilke ve prensiplerinden ilham alan bir “eleştiri” dili/söylemi kabule şayan görünmüyor. Eleştiriye yüklenen bu seküler içerik, aydın/entelektüel havzaların da söylemine tesir ediyor. Entelektüellik, başından itibaren, özellikle halkı Müslüman beldelerde dinin belirleyici ve tayin edici otoritesini aşındırmak için takınılan radikal tutumun ete kemiğe bürünmesi olarak anlaşıldığı için “eleştirel söylem” de bu anlayışa uygun olarak şekillendi. Toplumun hakikatle temas kurmasına, muktedirlerin ayartıcı/iğdiş edici söz ve fiillerinin deşifre edilmesine, ezilmiş/horlanmış/istiz’afa uğramış olanların hak ve hukuklarının müdafaasına ön ayak olması gereken entelektüel,bilakis hakikatin üzerini örten,siyasi-iktisadi-hukuki erk sahiplerinin zulümlerine ilmi/akademik meşruiyet sağlayan,sömürgeci bilgiden ilham alan tasavvur ve telakki biçimlerinin kamusal kabule mazhar olmasına asistanlık yapan “aparatçik” rolüne razı olmuş durumdadır. Bu koşullarda eleştirinin sıhhatinden bahsetmek olanaksızdır.

Eleştirinin muhatabı devlet olduğunda ise durum daha da vahimdir. Yukarıda da işaret etmeye çalıştığım üzere bütün ulus-devletler kendilerine yöneltilecek eleştirinin sınırlarını belirleme imtiyazına sahiptirler. Ellerindeki güç vasıtaları aracılığıyla eleştirinin nerede başlayıp nerede biteceğine karar verirler. Modern sosyolojinin “şiddet kullanma imtiyazı” tanıdığı devlet aygıtı, zımnen, muhataplarına eleştiride dikkat etmeleri gereken sınırları belirlemiştir. Dolayısıyla ister Doğu’da isterse Batı’da olsun söz konusu devlet aygıtı olduğunda “sınırsız bir eleştiri” hakkından bahsedilemez. Batı’da devletin kurucusu burjuva kodlardan ilham alan sivil toplum olduğu için “görece” daha esnek bir eleştiri alanından bahsedilebilir. Ancak buradaki esneklik, burjuva Protestan kültür kodlarının merkezi rolüne halel getirecek söz ve fiillerin neşet edeceği “an” a kadardır. Şayet bu kodların aşındırılmasına, görmezden gelinmesine ya da örselenmesine vesile olacak eleştirel söylem ve eylemler söz konusuysa gereken müdahalenin yapılmasından imtina edilmez. Doğu’da ise devlet, öteden beri, kutsal addedildiği için eleştirmek, zinhar caiz değildir. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” klişesinde de açıkça görüneceği üzere, devlet otoritesinin ortadan kalkması halinde “kaos” çıkacağına inanılır ve bu nedenle aslolan (her ne pahasına olursa olsun) devletin korunmasıdır. 12 Eylül’ün vahşi işkencelerine maruz kalmalarına rağmen devlet zarar görür endişesiyle susmayı tercih eden sağ/milliyetçi/ülkücü havzaların tutumu bu bağlamda dikkat çekicidir. (Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ülkücü hareketten ayrılmasının sebeplerinden biri de,12 eylül zalimliği karşısında takınılan bu sükut tavrıdır.(6) O, bu zalimliği yapanların deşifre edilmesinden yanadır.) 12 Eylül vahşetini sinema-tiyatro-kitap-türkü- hatıra v.b deşifre etmeye çalışan sol’a nazaran suskunluğu tercih eden sağ gelenek, bugün de, devlet aygıtının eleştirilmesi hususunda ketumluğunu sürdürmektedir…

Kamil Ergenç

Yararlanılan Kaynaklar

1-Talal Asad-Judith Butler-Saba Mahmood-Wendy Brown/Eleştiri Seküler Midir?Küfre Girme, İncinme ve İfade Özgürlüğü/Çev.Mehmet Fahrettin Biçici/Açılım Kitap Yay./İst-2015(Kriz sözcüğünün “eleştiri” ile ilişkisine dair şumüllü bir açıklama için bkz. Reinhart Koselleck/Kavramlar Tarihi (Politik ve Sosyal Dilin Semantiği ve Pragmatiği Üzerine Araştırmalar) /Çev.Atilla Dirim/İletişim Yay./I.Baskı/İst.2009

2- Ahmet Cevizci/Felsefe Sözlüğü/Say.Yay./6.Baskı/İst.2017

3-Süleyman Hayri Bolay/Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü/Nobel Yay./11.Baskı/Ank.2013

4- Orhan Hançerlioğlu/Felsefe Ansiklopedisi/II.Cilt/Remzi Kitabevi

5-Ali Şeriati/Öze Dönüş/Çev.Kerim Güney/Kitabevi Yay./İst.1999

6- Selçuk Küpçük/Yüzleşmenin Kişisel Tarihi (Mito-Politik Söylemden Ağıdı Yakılmamış Çocuklara)/Granada Yay./ I.Baskı/İst.2012


AddThis