Seküler Muhafazakarlık-II

Avrupa merkezli insan,tarih ve evren algısının şekillendirdiği modern dünya,21.yüzyılı modernitenin kendisini tahkim etme aracı olarak üreyen post-modern paradigma çerçevesinde geçirmektedir.Bilimsel kesinliğin ve meta-anlatıların/ideolojilerin yapıbozuma uğradığı post-modern dönem, sekülerliği içkin boyutu ve dini olanı kültüre/folklöre indirgemesi yönüyle moderniteye asistanlık yapmaktadır.Müslüman halklar gerek maruz kaldıkları dahili oryantalist müdahalelerle, gerekse doğrudan işgal ve sömürgeleştirmeyle Avrupa merkezli bu algıya mahkum ve mecbur edilmek istenmektedirler.Bu algıya direnen müslüman halklar ise Mısır,İran,Filistin örneğinde görüldüğü üzere ya terörize edilerek,ya ambargolara mahkum edilerek ya da doğrudan askeri müdahalelerle sürece entegre edilmeye çalışılmaktadır.

Özellikle direnişin belkemiğini oluşturan Müslüman Kardeşler Hareketi’nin devrilmesi sürecinin tamamen modern paradigmaya boyun eğmeyişiyle alakalı olduğunu düşünüyoruz.Şayet Müslüman Kardeşler Hareketi Türkiye’de AKP’nin yaptığı gibi modern paradigmaya muhafazakar demokrat kimlikle entegre olmayı seçerek İslam’ı sadece kültürel/folklorik bir değer halinde yaşamayı kabullenseydi iktidarını sağlamlaştırmış olurdu.Ancak Hareket bizzat liderleri tarafından Kur’anı düstur,peygamberi rehber ve cihadı da hayat tarzı olarak kabullendikleri için saf dışı bırakılmaya çalışılmıştır.Dolayısıyla Ortadoğu olarak adlandırılan bu coğrafyada ki kaosun asıl sebebi enerji,jeopolitik v.s değil ‘’hayat tarzı’’ algısıdır.

Müslüman ilim ve fikir adamlarının İslami bilgi üretme noktasında oldukça yetersiz kalmaları Müslümanlar olarak bizleri,Seyit Hüseyin Nasr’ın ifadesiyle ‘’desakralize’’ edilmiş yani laikleştirilmiş bilgiye mahkum durumda bırakmaktadır.Şayet diriliş gerçekleştirilmek isteniyorsa bunun yolunun Avrupa merkezli bilgi,insan,tarih,evren algısından kurtularak İslami epistemolojiye göre bir bilgi,insan,evren ve tanrı tanımı yaparak  işe başlamak gerekir.İslami bilgiyi üretmek suretiyle zamanımızın şahidi/ibn-ül vakt olamadığımız ve içinden geçmekte olduğumuz süreçleri tanımlayamadığımız için ciddi kimlik krizleri yaşıyoruz.Yaşanan bu kimlik krizleri nedeniyledir ki Türkiye insanı kendisini ne batılı ne doğulu olarak tanımlayamamakta,tam da post-modern sürece uygun bir şekilde,melez kimliklerin anaforunda ciddi bir kimlik buhranının içerisine sürüklenmektedir.Hele ki muhafazakar demokrat kimliğin,özellikle siyasette,din ile ilişki kurmanın bir yolu olarak Müslüman kimlik yerine ikame edilmesi üzerinde dikkatlice düşünmek mecburiyetindeyiz.Muhafazakarlığın aydınlanma sürecinin bir ürünü olduğu ve aydınlanma düşüncesinde içkin olan sekülerlikle olan bağı göz önüne alındığında mü’min kimliğin barizleştirilmesi noktasındaki sorumluluğumuz daha da artmaktadır.

Varlığın kendisinde içkin olan bir potansiyelle hareket ettiğini dolayısıyla yoktan var olmadığı ve var olanın yok olamayacağı kanaati ilahi olanın varlığa müdahil olamayacağı kanaatini de beraberinde getirmiştir.Bu anlayış 17.yy da bilimin bir kavram ve değer olarak kutsaldan arınarak ortaya çıkması ile meşruiyetini daha da perçinlemiştir.Ampirik tecrübenin ve akli önermelerin mutlaklığı ve bilimsel bilginin nesnelliğine olan inancın pekiştiği bu dönem aydınlanma düşüncesini besleyen en önemli zemin olmuştur.Bilginin kutsaldan arındırılması daha sonra varlık-mahiyet,akıl-kalp,din-dünya ayrımını da beraberinde getirmiş ve bu düşünce özellikle II.Dünya savaşının Avrupa insanını moral olarak çökerttiği ve insani tüm erdemlere olan inancın yara aldığı bir vasatta,bilhassa Sartre’ın çabasıyla varoluş ‘’öz’’den önce gelir aforizmasına dönüşmüştür.

Varoluşçuluk/existansiyalizm olarak adlandırılan bu anlayışa göre insan boş bir sayfa olarak doğar ve kendi kendisini var eder/yaratır. Oluş sürecine yüklenen bu anlamın insanı adeta kendisinin tanrısı yapan boyutu, modernitenin aklı mutlaklaştıran yönünün belki de en uç noktasını temsil etmiş ve II.Dünya Savaşı sonrası ateizmin beslendiği en önemli zemin olmuştur.Existansiyalizm,kendi dönemine kadar gelen bütün tanımlamaları ortadan kaldırırcasına hem kapitalizmin homo-ekonomicus/ekonomi insanı anlayışına ,hem kadim Katolisizmin insanı Tanrısal iradenin önünde silikleştiren yapısına,hem de determinist evrim anlayışının insanı edilgenleştirici algısına rest çekerek onu kendi kendisinin var edicisi/oluşturucusu/tanrısı yapmıştır.Yani artık insan ne Allah’ın,ne tabiatın,ne üretim araçlarının çocuğu değil kendisinin tanrısıdır.Post-modernizmin de bu algıdan beslendiğini unutmamak gerekir.

Kendisini var eden/yaratan insanın oluş sürecindeki yegane referansı yine kendisidir.Kitab-ı Kerim’in ‘’hevasını ilah edineni gördün mü?’’diye tavsif ettiği insan tipinin en güzel örneğini veren varoluşçuluk, modernite de içkin olan seküler/profan/ladini evren ve insan tasavvurunu bir ileri aşamaya taşımıştır.Modernitenin sekülerlik aracılığıyla evreni ve insanı otonom olarak tasvir etmesi aslında tanrısal iradeden bağımsız bir alan oluşturma ve bu alanda aklın merkezi rol almasını sağlamaya dönük çabanın sonucudur.Sekülerliğin bu anlamda tamamen ‘’din dışı’’ bir ideoloji olmadığını dinin müdahil olamayacağı özerk alanlar ihdas etme çabasının bir sonucu olduğunu vurgulamak gerekir.

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis