Müstağniliğin Panzehiri Tevhid-I

‘’Belki de kapsamı hızla genişleyen çeviri faaliyetlerini temellendirmek için,Müslümanlara tıp,simya ve pozitif bilimlerle tanışmayı cazip gösteren ne pratik faydacılık,ne de felsefi-teolojik sorunlarla uğraşmalarına sebep olan teorik faydacılık yeterli olabilirdi,eğer Muhammed’in dini ta başlangıçtan itibaren bilimin(ilm) rolünü dinin ve böylece bütün bir insan hayatının asıl itici gücü olarak öne sürmemiş olsaydı…’’Bilim’’ İslam’da böylesine merkezi bir konuma yerleştirilmiş,hatta neredeyse dini bir saygı görmüş olmasaydı,muhtemelen çeviri faaliyeti, olduğundan daha az bilimsel,daha az sürükleyici ve daha çok yaşamak için pek zaruri olanı almaya –gerçekte bilinenden farklı bir şekilde-sınırlanmış olarak kalırdı.’’(Franz Rosenthal’dan aktaran Prof.Dr.Fuat SEZGİN,İslam’da Bilim ve Teknik,Cilt I s.5,İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Kültür A.Ş.)

1492 Müslümanlar açısından oldukça kritik bir tarihtir.Avrupa’lı Hıristiyanların hem Müslümanları hem de Yahudileri Avrupa kıtasından sürdükleri ve özellikle İslamı hatırlatan her ne varsa tahrip ettikleri bir tarihsel süreçtir 1492.Kudüs’e ihanet etmiş olmanın rahatsızlığıyla Hıristiyanlar,Avrupa kıtasında Kudüs’ü hatırlatan Müslümanlar ve Yahudilerden kurtulmanın yolu olarak tehcir ve tahrip stratejisini uyguladılar.Bu tarihten sonradır ki Müslümanlar bugüne kadar tarihin nesnesi olarak varlık gösterdiler.Tarihin nesnesi olmak,sürekli olarak dışarıdan bir şeylere maruz kalmak,maruz kaldıklarını veya maruz kalmayı içselleştirmek demekti.Yine tarihin nesnesi olmak, bütün bir dünyayı kuşatacak/etkisi altına alacak felsefi,hikemi,edebi,bilimsel ve estetik alanda bilgi üretiminin durması ve hayatın her veçhesini kuşatan tevhit mefkuresinin kısırlaştırılması demekti.Aklı devre dışı bırakmak/donuklaştırmak,hikmeti ve irfanı terk etmek nesne olmayı besleyen zeminlerdi.Yani kısaca Müslümanlar İslami bilgiyi üretme cehtinden vazgeçeli beri dışarıdan bir şeylere  maruz kalmaya mecbur kaldılar ve böyle devam etmesi halinde bu mecburiyet mahkumiyete dönüşecektir.En son söyleyeceğimizi en başta söylersek bugün Kur’ana dönmek demek,aslında Kur’an zaviyesinden bir mefkurenin alemdarlığını yapacak bir bilinç inşasına girişmek demektir.Bunun için de evvela kendi kavramlarımıza ve tanımlarımıza ihtiyaç vardır.

Renan’ın Doğuyu duygusal Batıyı ise rasyonel olarak tanımlaması ve doğunun duygusal olduğu için felsefe yapamayacağı fikri yıllarca Müslümanlar tarafından bile genel kabul gören bir kanaatti.Son iki yüz yıldır doğrudan Batı tasallutuna mahkum olan Müslümanların kendilerini şarkiyatçıların tanımlamalarıyla ifade etmeleri yaşadığımız kimlik krizinin bam telini oluşturmaktadır.Oysa ki Renan’ın Müslümanları/Doğuyu duygusal olmakla suçlarken ortaya attığı argümanların aynısı ve daha fazlası 18.yüzyıl öncesi Avrupa’sın da aynen geçerliydi.Gerek Weber’in Avrupa’da gelişen kilise karşıtlığını açıklarken ifade ettiği mitsel/büyüsel dünyaya başkaldırısı,gerekse Augouste Comte’un 18.yüzyıl öncesi Avrupa’sını teolojik ve metafizik dönem olarak tavsif etmesi Renan’ın tasnifini geçersiz kılmaktadır.Oryantalistlerin sömürgeleştirmek amacıyla yaptıkları tespitleri aynen alıp kullanmayı matah bir şey zannedenler, kendi kendilerini sömürgeleştirdiklerini bir türlü fark edemediler.Şüphesiz en tehlikeli sömürgeleştirme zihni sömürgeleştirmeydi.Böylesine bir sömürgeleşmeden kurtulmanın yolu da zihinlerin özgürleşmesiyle mümkündür.

Bugün yaşadıklarımız ve geçmişte yaşananlar aslında insanın evrendeki varlığının ‘’ne’’liği ve ‘’nasıl’’lığı meselesinin hangi esaslara göre tespit edilmesi gerektiğiyle ilgilidir.İnsanın bu alemdeki varlığının ‘’ne’’liği ve ‘’nasıl’’lığının sahih bir tanımlaması yapıl(a)madığında bundan hem insan hem de tabiat doğrudan etkilenmektedir.Evrende ki varlıklar içerisinde gerek akıl/şuur/bilinç taşıması noktasında diğer varlıklardan ayrılan,gerekse sadece kendisini değil kendi dışındakileri de ihya ve imha edici olması münasebetiyle insan, gerçek anlamda tanımlanamaz ve evrendeki yeri hususunda tatmin edici açıklamalar yapılamaz ise kaos ortaya çıkacaktır.Dolayısıyla bu tanımlamanın beşeri esaslar çerçevesinde olması gerektiğini iddia edenlerle,ilahi esaslar doğrultusunda yapılacak tanımlamaların en doğru olduğunu iddia edenler arasında tarih boyunca mücadele sürmüştür/sürmektedir.Nitekim bilinen insanlık tarihi boyunca bütün filozofların/ediplerin/şairlerin çabası da aslında varoluş sancısı çeken insanı,içinde yaşadığı bu evrende kim olduğu noktasında bilinçlendirme çabasıdır.

Her tanımlamanın bir sınırlama olduğu gerçeği hatırlandığında aslında insanı tanımlama çabasının insana bir sınır çizme çabası anlamına geldiği görülecektir.Bu sınırın kim tarafından çizileceği meselesidir kavganın asıl sebebi.Gerek beşeri gerekse de ilahi dinlerin asıl meselesi de evrenin en asil varlığı olan insanın  tanımlanması ve ona sınırlarının/hududunun öğretilmesi meselesidir. İçinde yaşadığı dünyayı ihya ve imha etme potansiyeli bulunan bu varlığın öncelikli olarak ‘’ben kimim?’’ sorusuna cevap bulması gerekir ki dinler bu sorunun cevabını vermek içindirler.’’Ben kimim?’’ sorusuna verilen cevap aslında insanın  dünyada nasıl bir konumda olacağının da cevabıdır. Bu soru insana,hayatını hangi paradigma/değer sistemi üzerine kuracağı hususunda önemli veriler sunar.İnsanın ilahi bir rehberliğe ihtiyaç duymadan,aklı vasıtasıyla varoluş sancısını giderecek bir bilgiye ulaşıp ulaşamayacağı meselesi tarih boyunca tartışmaların en yoğun yaşandığı sahayı oluşturmuştur.İnsana verili olan akıl melekesinin ‘’bilme’’ eylemini bütün yönleriyle gerçekleştireceği kanaatinde olanlar ile aklın ancak kendisine bildirilenleri yine kendi mahdut dünyası içinde bileceği kanaatinde olanlar arasında süren mücadeleyi şimdilik birinciler kazanmış olsa da,bu telakkinin neden olduğu tuğyanın acı meyveleri uzun süredir tadılmaktadır.

Tuğyan içerisindeki insanın ancak tanrının rehberliğine boyun eğerek yani ‘’kul’’ olduğunu kabul ederek varlığını anlamlandırabileceği; akıllı olmasının onu mutlak anlamda özgür yapmadığı; aklıyla iyi-kötü,faydalı-zararlı vb.olguları fark edebileceği ve hem kendisini hem de Rabbini tanıyabileceği;dolayısıyla varoluş sancısını giderebilmesi için kendisini en iyi tanıyana ram olması gerektiği hakikati bugün kendisini barizleştirmek zorundadır.Otonom insan düşüncesinin mevzi kazanmasının neticesidir bugünkü dünyanın hali.Ancak insanlığın bugün içine düştüğü buhran hali,varlığın ifsadı,evren üzerinde kurulmaya çalışılan tahakküm ve nihai kertede post-modern akımla birlikte hakikatin bilinemezliği ve herkese özel bir hakikat telakkisi göstermektedir ki insanı aklıyla baş başa bırakanlar yeryüzü cenneti oluşturmayı hedeflerken,insanın ve evrenin ifsat olmasının yolunu açtılar.Rabbinin emrine karşı geldiği için kovulduğu dünyada yaşadığı korku ve ıstırabı iman/emniyet/güven kalesine sığınarak giderebilecek olan insanoğlu, ne yazık ki kalesini kendi elleriyle yıkmaktadır.Otonomlaşan insan davet ettiği belalar içerisinde yüzmekte ve bir çıkış aramaktadır.

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis