Tarihin Öğrettiği

Kendisinde içkin gelenek karşıtlığıyla modern paradigmanın Müslüman zihinlerde de makes bulması,gelenek olgusuna nasıl yaklaşılması gerektiği noktasında kafalarımızın ne denli karışık olduğunu gösteriyor.Mutlaklaştırılma ya da reddedilme tavrı arasında gelenek ,özellikle bugün ciddi bir tahribata uğratılmaya çalışılıyor.Tersinmez zaman algısının eşlik ettiği ilerleme mitiyle yeryüzü cennetini bu dünyada inşa etme niyetinde olan modernliğin,saadet asrı özlemi içerisinde olan Müslümanlar tarafından neredeyse kanıksanmış olması aslında bir çelişki.Tarih felsefesi yoksunu olarak geçmişten nasıl yararlanacağını henüz netleştiremediği için Müslümanların gelenekle kurdukları temas sadece bugün açısından değil geçmişte de sıkıntı arz ediyordu.Neyi alıp neyi terk edeceğimiz hususu ancak bir tarih felsefesi perspektifine sahip olarak netleştirilebilir.Ancak her ne olursa olsun gelenekten tam anlamıyla bir kopuşun Müslüman halklar için mümkün olmadığını söylemek durumundayız.Aslında sadece Müslümanlar için değil modernitenin öznesi olan Batı dünyasında da tam bir kopuştan söz etmek imkansızdır.Muhafazakarlığın şimdilerde Batıda ciddi taraftarlarının olması da gösteriyor ki gelenek kendisine sırtını dönenlere dahi kucak açıyor.Dolayısıyla gelenek sadece belli bazı ritüellerin tekrarlanması olarak kabul edilemez.

Gelenek,davranış tarzının mücessemleştiği tarihsel birikimi de ifade eder.Geleneği olmayan ya da gelenekle bağları zayıflatılmış toplumlar sömürgeleştirilmeye/kontrol edilmeye/yönlendirmeye daha müsait hale gelirler.Osmanlı’nın yıkılışını takiben ortaya konan reddi miras halinin aslında geleneği/kadimi öteleyerek/dışlayarak yeni bir toplum yaratma çabası olduğu unutulmamalıdır.Ancak Cemil Meriç’in veciz ifadesiyle ‘’bütün Kur’anları yaksak bütün camileri yıksak ta Batı’nın gözünde Osmanlı olmaktan kurtulamayacağımız’’ gerçeği ortadadır.Dolayısıyla geçmişi olmamış/yaşanmamış gibi göstermek ya da geçmişten yüz çevirmek,gelecek nesillerin Garbın laboratuar fareleri olmalarına zemin hazırlamaktan başka bir işe yaramayacak. 

Osmanlı’nın I.dünya savaşı sonrasında parçalanması ve hinterlandında 22 ulus-devletin doğmuş olması bugünü anlamamız açısından önemlidir. Hatasıyla sevabıyla Osmanlı,İslam Ümmeti’nin son temsilcisi ve hilafetin merkezi olarak 1924’e kadar hayatta kaldı.Devletlerin de bir ömrünün olduğu ve dolayısıyla 1699’dan sonra zaten gerilemenin başladığı hatırlandığında yıkılışın mukadder olduğu söylenebilir.Ancak İbn-i Haldun’un bakış açısıyla,devletleri/toplumları ayakta tutan ve birleştiren ana unsur olarak asabiyeyi ve hassaten ‘’sebep asabiyesini’’ merkeze alarak bir değerlendirme yapacak olursak,ulus-devlet ayrışmalarının ortaya çıkması sürecinde sebep asabiyesinin zayıf olduğu görülecektir.II.Mahmut’la başlayan ve sonrasında hızla devam eden modernleşme çabalarının sebep asabiyesinin yitiminde oynadığı rol inkar edilemez.Çünkü sebep asabiyesi bir mefkure üstünlüğüne dayanıyordu ve modernleşmeye karar vermiş bir imparatorluğun mefkure üstünlüğünden bahsetmesi anlamsızdı.Şayet sebep asabiyeniz güçlü ise başkalarını taklit etmezsiniz.Taklit ediyorsanız,mağluplar galipleri taklit eder ilkesi gereği,taklit ettiğinizin üstünlüğünü kabul etmişsiniz demektir.Tarih boyunca yaşadıkları hezimetlerin sebebini kendilerinde arayan Müslümanların,artık mağlubiyetin gerekçesini itikatlarında aramaları dinlerinden kuşkuya düşmelerine dolayısıyla Batı’yı taklit etmeye zemin hazırladı.Bir kere modernleşme başlamış ve kurtuluşun ancak ona ram olarak gerçekleşeceğine inanılmıştı.Batı ‘’ilerleme’’yi kilise ile savaşarak ve nihayetinde kiliseyi hayatın dışına iterek yerine üniversiteyi ihdas etmek suretiyle başardıysa bizler de aynısını yapmalıydık!Bu vasatta Eğitimini Garpta,bilhassa Fransa’da,alan kesim Osmanlı’nın kurtuluş reçetesi olarak Batıcılık telakkisini ortaya attılar ki Cumhuriyet kurulduktan sonra ipler de bu kesimin elindeydi.Kurtuluş reçetesi olarak Osmanlıcılığı ve İslamcılığı önerenler sürecin dışına itildiler.II.Abdülhamit,II.Mahmut’tan farklı olarak modernleşme sürecini gelenekle olan bağları zedelemeden devam ettirme gayretindeydi.O panislamist tutumuyla imparatorluğu yeniden ayağa kaldırmaya çalıştıysa da başarılı olamadı.Çünkü modern paradigma kendine has bir ‘’sistem’’e sahipti ve onu taklit etmeye çalışanları kendisine benzetiyordu.’’Tekniğini alalım ama ahlakını asla’’ düşüncesinde olanlar,I.Dünya Savaşı’nda teknik ve ahlak arasında kopmaz bir bağ olduğunu fark ettiler.Ancak iş işten geçmişti.Her ne kadar Batı ‘’tek dişi kalmış canavar’’ olarak tavsif edildiyse de bu canavara benzemenin önü alınamadı. 

II.Abdülhamit’i müstebit hükümdar olarak yaftalayan,aralarında Mehmet Akif’in de bulunduğu,dönemin İslamcıları İttihat Terakki’nin devri iktidarında İmparatorluğun paramparça olduğunu gördüklerinde yaptıklarından dolayı hayıflandılar.Ancak iş işten geçmişti.İstibdata karşı Pozitivistlerle ittifak yapan reformcu Müslümanlar bizzat müttefikleri tarafından bertaraf edildi.Kudüs,Mekke ve Medine düşmüştü.Giden geri gelmezdi ve imparatorluk dağılmıştı.Yerine ihdas edilen Cumhuriyet ise başlangıçta İslami hassasiyetlerle tesis edilmiş ve hilafetin misyonu TBMM’ye yüklenmişti.Ancak yönetme erkini eline geçirenler şartlar olgunlaşınca II.Mahmut çizgisini daha radikal bir şekilde devam ettirerek laik/seküler ve ulus-devletçi bir yapı inşa etmek için var güçleriyle çalıştılar.1924’te hilafet kaldırıldı ve 1937 de laiklik anayasaya dahil edildi.Ardından ‘’dahili oryantalizm’’ denilen süreç başladı.Geleneği güçlü olduğu için doğrudan sömürgeleştirilemeyen yerlerde uygulamaya konulan ‘’dahili oryantalizm’’ ,ki aynı tarihlerde bir başka kadim medeniyet olan İran’da benzer süreçler yaşamıştır,kalenin içeriden yani Truva atları vesilesiyle fethedilmesi amacına matuftu.Bu  müdahaleye maruz kalan her toplumun yaşadığı gibi Türkiye insanı da yıllardır kendi tarihi ve kültürel geçmişiyle alakası olmayan kavramların tasallutu altındadır.Aydınlanma düşüncesinin hayatın her veçhesini kuşatan,hakikatin ilahi bilgilendirme olmadan akıl merkezli bilinebileceği algısının ve bu algının  ortaya çıkardığı ‘’değişim,ilerleme,gelişim’’ kavramları ekseninde tebarüz eden yaşam tarzının üstünlüğü düşüncesiyle, Osmanlıyla başlayıp Cumhuriyet idaresinde de devam eden kavram ve tarz-ı hayat aparma hastalığı bugün de farklı şekillerle sürdürülmektedir.Bugünkü usulün daha çok neo-kolonyalist bir tarzda gerçekleştiğini ve seküler/profan/ladini yanının oldukça görünür olduğunu özellikle ifade etmek gerekir.

Osmanlı İmparatorluğu,Avusturya-Macaristan İmparatorluğu,Rus Çarlığı ve Alman İmparatorluğu gibi yapılar I.dünya savaşı sonunda artık ortada yoktu.Bu yapıların nüfuz alanlarında meydana gelen boşluk,modern paradigmaya uygun olarak mikro/ulusal devletçikler tarafından,küresel finans-kapitalin rahat dolaşımını sağlamak ve modern değerler ekseninde gerçekleştirilmesi planlanan homojenleştirme projelerinin daha kolay gerçekleştirilmesinin zeminini oluşturmak için dolduruldu.Yani I.dünya savaşı aslında Dünyayı Batılı/modern/kapitalist değerler ekseninde homojenleştirme/birörnekleştirme projesinin ilk adımı olarak kabul edilebilir.Osmanlı hinterlandında kur(dur)ulan ulus-devletlerin hemen hepsinde otoriter rejimler tesis edildi.Bu rejimlerin amacı halkın maslahatını korumak değil,Batı’nın maslahatını halktan gelebilecek tehditlere(!) karşı korumaktı.Arap Müslümanların yaşadıkları yerlerde cari kılınan Baasçılık/Arap Nasyonal Sosyalizmi ile yeni sürece entegre edilmeye çalışılan Ortadoğu,İsrail’in 1948’de kur(dur)ulmasıyla ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kaldı.Altı Gün Savaşları’nda İsrail karşısında mağlup olan Mısır-Irak-Suriye-Ürdün-Suud koalisyonu Arap Müslümanların Baas ideolojisinden soğumasının ve İslami Direniş Hareketleri’nin yeniden sahaya inmesinin önünü açtı.20.yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan Müslüman Kardeşler Hareketi,Ortadoğu’da tercih edilen en önemli hareket oldu.Müslüman Kardeşler Hareketi’nin Osmanlı hinterlandında ki Arap Müslümanların yaşadığı bütün beldelerde varlık göstermesi ve tesirini gittikçe arttırması,bu hareketin etkisizleştirilmesi ve ötekileştirilmesi için Suud öncülüğünde yeni bir  İslami(!) karşı duruşun ortaya çık(arıl)masına sebep olmuştur.Afgan-Sovyet savaşıyla ilk tohumları atılan bu yapılar-ki bugün İŞİD,El Kaide ve Boko Haram denilen yapılar bu zemine dayanmaktadır- zamanla Suud,Pakistan ve Körfez emirlikleri tarafından desteklenerek mutedil/vasat çizgiyi temsil eden Müslüman Kardeşler Hareketini ve benzeri İslami Hareketleri itibarsızlaştırmak ve daha önemlisi ‘’Öcü İslam’’algısını beslemek için kullanılmışlardır.İslam Dünyası bir yandan İŞİD radikalizmine mahkum ve mecbur edilmek istenirken,diğer yandan uzlaşmacı,pragmatist ve oportünist İslami(!) akımlara/hareketlere doğru itilmektedirler.Üçüncü bir yol arayışı içerisinde olanlar-yani tevhidi perspektif sahipleri- ise bu iki kutup tarafından din diliyle(!) ötekileştirilmektedir.Her iki durumda da küresel istikbarın menfaatine uygun bir zemin oluş(turul)muş olmaktadır.

Osmanlı hinterlandı olarak bilinen bu coğrafyada el’an yaşanan kaosun tarihi arka planında neler olduğunu bilirsek geleceğe daha sahih adımlarla yürüyebiliriz.Bugün Ortadoğu olarak adlandırılan beldelerde cereyan eden hadiseler emperyalizmin yeni versiyonu olan küreselleşme olgusuna karşı aziz İslam’ın gösterdiği dirençten dolayıdır.Bunun içindir ki  aziz İslam Protestanlaştırılmaya çalışılmaktadır.Modern kapitalist medeniyetin mevcudiyetini devam ettirebilmesi için aziz İslam’ın hayatın her veçhesini kuşatan söyleminin daraltılması ve epistemolojik ve ontolojik kavramlarının içeriksizleştirilmesi gerekmektedir.İslam bir kültüre dönüştüğünde küreselleşme zaferini ilan etmiş olacaktır.Bu durum,direniş hattımızın nereden başlaması gerektiğini barizleştirmektedir.Vesselam…

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

 


AddThis