Seküler Adlandırmalara Mahkum Değiliz

Allah’ın Ademoğluna en büyük ikramlarından biri hiç şüphesiz isim verme/adlandırma yeteneğidir. Bu yeteneği sayesinde insan, varlığını/varoluşunu adlandırma hususiyeti kazanır. Şüphesiz ki burada dilin rolü oldukça önemlidir. Dil aracılığıyla insan adlandırma imkanını kullanır. Yani adlandırma yeteneği ile dil, biri olmadan diğerinin imkansızlaşacağı bir durumu imgeler. Dilin yalnızca bir iletişim aracı olmadığı ama aynı zamanda varlığı adlandırma/tanımlama ve hatta Heidieggger’in deyimiyle varlığın meskeni olduğu hakikati hatırlandığında isim verme/adlandırma hususunun ne denli mühim olduğu ortaya çıkar. Bunun içindir ki Allah her topluma kendi lisanlarında bir elçi göndermiştir. (İbrahim Suresi 4.ayet) Peygamberler geldikleri toplumların lisanlarını konuşmalarının yanı sıra, yerinden edilen kavramları yerli yerine koymak ve birtakım kavramlara da, vahiy aracılığıyla, semantik müdahalelerde bulunarak ilgili kavramı hayatın anlamlandırılmasında anahtar kavram haline getirmek gibi bir misyonla da mükelleftirler. Dolayısıyla her peygamber aynı zamanda geldiği toplumda yaşanan kavram krizini ilahi yardımla çözen kişidir.

 

Sahih adlandırmaların zaman geçtikçe mecrasını kaybetmesi toplumlarda anlam bunalımı yaşanmasına sebebiyet verir. Varlığı ve varoluşu adlandırma noktasında yaşanan anlam bunalımı orta ve uzun vadede zihinsel olarak sömürgeleşmenin önünü açar. "Dil ufku" (ifade Ş.Teoman Duralı hocaya aittir) güçlü medeniyetler zayıf medeniyetleri massederek kendi anlam dünyasını dayatır. Böylece yeni bir zihin dünyasının inşa edildiğine şahitlik ederiz. Türkiye örneğinde olduğu üzere geçmişiyle tüm bağları kesilmiş ve uzun yıllar kendi din/medeniyet/tarih havzasından uzaklaştırılmak istenmiş ülkeler ciddi bilinç krizleri yaşarlar. Ne Doğulu ne Batılı olamamış bir zihin dünyasına sahip olarak Türkiye, şimdilerde geçmişiyle temas kurma temayülü gösterse de nihai kertede bütün bir kurumsal yapısını,eğitim-öğretim tarzını, felsefe, sanat ve kültür perspektifini Batı aydınlanmasına dayandırdığı için özgün kimliğini tebarüz ettirme sıkıntısı yaşamaktadır. Nitekim bugün yaşadığımız krizlerin adlandırmasını dahi kendimizin yapamıyor oluşunun en önemli sebebi de, kanaatimce, budur. Dil ufkumuz mefluç edildiği için Dünyada ki hakim paradigmaya uygun olarak meselelerimizi ele alıyor ve zihinlerimizi hakim paradigmaya göre şekillendiriyoruz. Dolayısıyla isimlendiremediğimiz şeyler bizim olamıyor.  

Aziz kitabımızdan öğrendiğimize göre insanın ilk prototipi olan Adem (a.s) bütün isimler/esma öğretilerek yeryüzü sahnesine gönderildi ve Allah’tan öğrendiği isimler doğrultusunda hayatını tanzim etti. (Bakara Suresi 31. ayet) Adem(a.s)’in bağışlanması, Allah’tan öğrendiği isimler/kavramlar vesilesiyle oldu. O, aynı zamanda, varlıkları/eşyayı/olayları/olguları isimlendirme yeteneği ile de donatıldığı için meleklerden üstün kılındı. Meleklerin Adem hakkındaki zanlarının yersizliği, onun rabbinden öğrendiği isimleri söylemesiyle belirginleşmiştir. İlahi rehberlik, insanın Dünya’ya "Hubut"undan sonra dahi kılavuzluğunu  kesmedi. Allah, peyderpey tarihe müdahale ederek asli mecrasından sapan insanlığı yeniden esas mecrasına döndürdü, inşa ve ihya etti. İnsan her dönemde sapkınlığını meşrulaştırmak için "dil"in imkanları ölçüsünde adlandırma yeteneğini kullandı. Zulümlerini adalet, ifsadını çeki düzen verme, şirkini Allaha yakınlaşma, cehaletini bilgelik olarak sunmaya çalıştı. Bu nedenledir ki peygamberler (a.s) geldikleri toplumda evvela yerinden edilmiş kavramları tekrar asli yerine koyarak işe başladılar. Örneğin müşrik zihin yapısının, sayıları oldukça fazla olan putlarını birer "kurbiyyet/yakınlaşma" nesnesi olarak adlandırmasının, Kitab-ı Kerim’deki karşılığının şirk olması, isimlendirmenin ne kadar önemli olduğunun işaretidir. İsimlendirme, düşünsel çerçeve oluşturmanın ilk ve en önemli adımıdır.
İnsanın hayatı, şahitlik ettiği süreçleri adlandırma şekline göre anlam kazanır ya da kaybeder. İnsanın karşılaştığı olayları ve olguları isimlendirme şekli, onun nasıl bir hakikat zeminine yaslandığının göstergesidir. İnsan, isimlendiremediği olayların veya olguların nesnesidir. Çünkü nasıl isimlendirirsek o çerçevede düşünürüz. Babanın çocuğuna verdiği isimden dolayı hesaba çekilecek olmasının hikmeti de, kanaatimce, isim vermenin basit bir eylem olmadığını, insanın hangi değerler sisteminden beslendiğinin işareti olması hasebiyle ehemmiyet arz ettiğine dikkat çekmek içindir. Aslında bir olayı veya olguyu isimlendirmek, bir bakıma, o olay ve olguyu hangi çerçevede/bağlamda düşünmek gerektiği hususunda sınır çizmek demektir. Örneğin "çevre sorunu" adlandırması bağlamında yapılacak bir değerlendirmede; çevrenin nasıl kirlendiği, havaya salınan zararlı gazların çeşitliliği, kentleşmenin çevre kirliliğine etkisi, hava, su ve toprağın nasıl kirlendiği v.b gibi hususlar konuşulacaktır. Ya da "küreselleşme" olgusunu konuşurken; enformasyon devriminden, Dünya’nın nasıl birörnekleştiğinden, bilginin hızlı dolaşımından gibi hususlar masaya yatırılacaktır. Tıpkı bunun gibi yaşadığımız zaman diliminde karşılaştığımız olay ve olguları isimlendirirken aslında ona belli bir çerçeve çiziyor ve belli bir bağlama hapsederek tahdit uyguluyoruz. O halde zaten kodlanmış ve adlandırılmış, yani çerçevesi çizilmiş/sınırları belirlenmiş olarak önümüze gelen hadiselere karşı tutumumuz nasıl olmalı? Bunları bize sunulduğu şekliyle mi kabul etmeliyiz? Yoksa yaslandığımız hakikat zemininden ilham alarak yeni bir adlandırma mı yapmalıyız? Şayet bize sunulduğu şekliyle kabul eder ve ona göre değerlendirmeye tabi tutarsak o zaman nesneleşmekten kendimizi kurtaramayacağız demektir. Ancak sırtımızı dayadığımız bir hakikat zemini var ve ona göre yeni bir adlandırma ve tanımlama yapabilirsek o zaman kendimizi özneleştirmiş olacağız. Ancak bu ikincisini yapmak 1- Rafine bilgiye ulaşmak için azami derecede gayret göstermek 2- Kendi değerler sistemimizin bugünü kuşatacak dilini oluşturmak gibi meşakkatli bir süreci gerektirdiğinden genelde olay ve olguların sunuluş tarzına itiraz etmeden kabul etme ve değerlendirmeleri de bu eksende yapma temayülü egemendir.
Küreselleşme olgusuyla birlikte yaşanan enformatik ayartma süreçlerine karşı insanlık bugün oldukça kırılgan bir zeminde bulunuyor. Dolaşımda olan bilginin/haberin içeriği güçlü medeniyetler -bugün için Batı Medeniyeti- tarafından üretildiği için bütün bir Dünya olayları ve olguları Batılı gibi okumak zorunda kalıyor. Başlangıçta ülkeler arasındaki ilişkilerin yaygınlaşması ve gelişmesi, ideolojik kutuplaşmaların azalması, farklı kültür ve dinlerin birbirleriyle daha yakın ve önyargısız temas kurması ve insanlığın ortak bilgi mirasının paylaşılması amacına matuf olarak tanımlanan küreselleşme, gittikçe Avrupa merkezli düşünme ve eyleme tarzının bütün bir Dünya’ya egemen olması şekline büründü. Nitekim son on yıldır yaşananlar bağlamında düşündüğümüzde, özelde Müslümanların yaşadıkları genelde ise Dünya’nın doğusu olarak tanımlanan coğrafyalarda Avrupa değerlerinin yaygınlaştırılması çabası göze çarpmaktadır. Dolayısıyla Enformatik İğva’ya  karşı nasıl sahih bir duruş sergileyeceğimiz hususunda henüz sağlıklı değerlendirmeler yapabilecek durumda değiliz. Bilginin oldukça hızlı dolaşımına rağmen rafinelikten uzak oluşu, kitlelerin kolay manipüle edilmelerine sebebiyet veriyor. Rafine bilgiyi elinde bulunduranlar resmin tamamını gördüğü için geniş kitleleri istedikleri gibi yönlendirebiliyor. İçerik üretenler üretemeyenleri sömürgeleştiriyor. Sömürgeleştirme artık klasik anlamından oldukça farklı bir mecrada ilerliyor. Yeni sömürgeleştirme, ordularla değil medya/sosyal medya gibi unsurlar üzerinden gerçekleştiriliyor. Medya, kimi ülkelere başka ülkeler üzerinde egemenlik kurma imkanı sağlıyor.
Toplumu homojenleştirme üzerine kendisini konumlandırmış olan ulus-devlet, kendisi tarafından onaylanmayan bilginin sahihliğini kabul etmediği için sivil alanlar dahi devlet aklıyla hareket etmek zorunda kalıyor. Ulus-devlet, okulları ve üniversiteleri aracılığıyla seküler bilginin yaygınlaşmasını sağlıyor. Bu bilgi tekelini kırmak için çaba gösteren her türlü oluşum ya illegal ilan edilerek marjinalleştiriliyor ya da massedilmek suretiyle içeriksizleştiriliyor. Modern değerler sisteminin küreselleşmesine hizmet etmek amacıyla ihdas edilen sosyolojinin tüm imkanları, ulus-devletin muhkemleşmesini sağlamak için kullanılıyor. Din dahi ulus-devletin argümanlarını meşrulaştırmak için araçsallaştırılıyor. Modernitenin, "bugün dünden her zaman daha iyidir" anlayışı nedeniyle geçmişe yönelik düşmanca tutum alabiliyoruz. Verili olanlar mutlaklaştırıldığı için, esaslı sorgulamalar yapamıyoruz. En hayati meselelerimizi medya ve sosyal medya aracılığıyla tartışıyoruz. On iki yaşındaki bir çocuğun zeka seviyesine uygun bir dil kullanan medya üzerinden yapılan tartışmalar, hakikati izhar etmek bir yana daha da bulanıklaştırıyor. Unutmamak gerekir ki medya dili olabildiğince sığ ve tahrik edici bir dildir. Medya diline mahkum olarak yapılan tartışmaların hakikati ortaya çıkarması mümkün değildir. Medyanın olay ve olguları adlandırırken kullandığı dil seküler bir dil olduğundan, sahih bir tavır alışın tezahür etmesi beklenemez. Günümüzde medya, hakikati izhar etmekten ziyade kendisini palazlandıran güç odaklarının kanaatlerini yansıtmakta ve hitap ettiği kitleleri bu kanaatler çerçevesinde kodlamaktadır. Bundan dolayıdır ki her kesim kendi medyasını oluşturmakta ve kendi dışındakilerin söylemlerini takbih etmektedir. Bu durum toplumsal alanda parçalanmayı beslemekte ve bizden-bizden olmayan ayrımını derinleştirmektedir.

 Üzülerek müşahede ediyoruz ki, politik ayartıcılık ile medyatik ayartıcılık at başı gitmektedir. Politika yapıcılar ana akım medyanın imkanlarını kullanarak, tıpkı Firavun’un sihirbazlarının kitlelerin gözünü bağlaması/boyaması gibi, en sefih kanaatlerin dahi talep edilebilir hale gelmesini sağlamaktadırlar. "Reklam" olgusuyla ayakta duran medya, her şeyi reklam malzemesi haline getirebilmekte, kazanç getireceğine kanaat ettiği her durumda hiçbir mukaddesat tanımadan hareket edebilmektedir. Allah’ın mükerrem olarak yarattığı insan, kimi zaman bedeni kimi zaman duyguları kimi zamansa zaafiyetleri üzerinden reklam malzemesi yapılabilmektedir. Bilgideki hızlı dolaşım ve sosyal medya realitesiyle birlikte kitleler daha kolay manipüle edilebilmekte, öfkeleri ve heyecanları daha kolay yönetilebilmekte ve yönlendirilebilmektedir. Türkiye’de yakinen müşahede ettiğimiz üzere ulus-devletin mukaddesatlarını muhafaza etmekle görevli olan medya unsurlarının kullandıkları kışkırtıcı dil dikkat çekicidir. Bu unsurlar bir yandan her türlü fahşa ve münkerin yaygınlaşması ve meşrulaşması için tüm imkanlarını seferber ederken, diğer yandan da, iktidar nimetlerinden mahrum olmamak için, egemen konjonktürün rengine bürünebilmektedirler. Medya unsurları, olayları olgulardan bağımsız olarak sundukları için her türlü bağnazlığın ve fanatizmin yaygınlaşmasına hizmet etmektedirler. Geniş kitleler ise olaylar ekseninden yapılan değerlendirmelerin tahrikine kapılarak kimi zaman etnik milliyetçiliklerin kimi zaman ise mezhebi holiganizmin taraftarlığına soyunmak suretiyle duygusal patlamalar yaşamaktadırlar. Politik manipülasyonların medya dili aracılığıyla geniş kitlelere enjekte edilmesi, toplumsal ayrışmaları körüklemekte ve çatışma dilinin hakim olmasını sağlamaktadır. Politik taraftarlıklar sanki itikadi taraftarlıkmış gibi sunulduğundan din dili her geçen gün sığlaş(tırıl)ıyor. Aziz İslam’ın bütün bir insanlığı kuşatan muştulayıcı dili politik taraftarlıkların "itikadileştirilmesi" nedeniyle kısırlaştırılmaktadır. Din dilinin medya aracılığıyla çatışma ve ayrışma aracı haline getirilmesi ya da mevcut çatışma ve ayrışmaların dinin şiarları aracılığıyla meşrulaştırılmaya çalışılması ciddi bir zihinsel savrulmanın habercisidir. Mübarek İslam’ın evrensel mesajını ister ulus-devletin mukaddesatlarını savunmak isterse de herhangi bir politik tavır alışın kitleselleşmesini sağlamak amacıyla araçsallaştırmak kabul edilebilir değildir. İslam, bütün politik taraftarlıkların fevkinde olan ulvi değerler sistemidir. 

Medyada ki kışkırtıcı, sığ, yavan ve seküler dil nedeniyle kendi coğrafyamızdaki meseleleri dahi farkında olmadan, emperyal yönlendirmeler çerçevesinde tartışıyoruz. Her akşam ekranları işgal eden ’’Uzman’’ sıfatlı kişiler aracılığıyla sistemli olarak şartlandırılıyoruz. Bu uzman sıfatlı kişilerin meseleleri seküler/ulusçu ve/veya liberal perspektiften değerlendirdiğini unutuyoruz. Aziz İslam’ın dilini konuşan insan kıtlığı yaşadığımız için, reel politik dilin mahkumları olabiliyoruz. Reel politik dil, Mü’min duyarlılığımızın önüne geçebiliyor. Tunus’la başlayan ve istikbarın en gaddar şekilde devam ettiği bir çok beldeye sıçrayan olayları dahi kendimiz adlandıramadığımız için sağlıklı değerlendirmeler yapamadık. Bu hareketler bizim dışımızda "Arap Baharı" olarak adlandırıldı ve bizlerde değerlendirmelerimizi bu adlandırma çerçevesinde yaptık. Adlandırmayı kendimiz yapamadığımız için nesneleştik ve olgular yerine olayları tartıştık. Oysa ki yukarıda da işarete ettiğim üzere adlandırma aynı zamanda o olayı/olguyu hangi bağlamda konuşacağımızı belirlemek anlamına geldiği için çok önemliydi. "Bahar" ifadesinin ilk olarak 20.yüzyılın ikinci yarısında "Prag Baharı" adlandırmasıyla Çekoslovakya’nın liberalleşme süreci için kullanıldığı gerçeğini hatırlasaydık, nasıl bir değerlendirme/yorumlama zeminine çekildiğimizi daha iyi anlayabilirdik. Vaktiyle SSCB hinterlandında kalan ülkelerde, şiddetsiz eylemler yoluyla iktidarı değiştirme çabasının ürünü olan "Bahar" adlandırması, yıllardır ceberrut/zalim idareciler altında ezilen, horlanan,ötekileştirilen, onursuzlaştırılan Müslüman halkların eylemleri için de kullanıldığında sanki Arap beldelerinde bir liberalleşme rüzgarı estiği havası oluşmuş olmaktadır. O vakit Rabia meydanında katledilen binlerce insan liberal değerlerin ikamesi için ölmüş olacaktır.

Adlandırma krizinin Türkiye’ye has en önemli göstergelerinden birisi de yıllarca ulus-devletin toplumu homojenleştirme projesi neticesinde ortaya çıkan durumu "Kürt Sorunu" olarak adlandırmaktır. Her ne kadar artık bu adlandırma geniş bir taraftar kitlesi edinmiş ve resmi makamlar dahi bu adlandırmaya rıza göstermiş olsa da, bu durum onun çirkinliğini kamufle edemez. Fakat verili olarak bize sunulan bu adlandırmanın nesnesi olduğumuz için, değerlendirmelerimiz bu çerçevenin ötesine geçemedi. Allah’ın bir "ayet" olarak insanlığa bahşettiği farklı ırk, renk ve etnisitenin "sorun" kavramıyla yan yana getirilmesi kadar cahilce bir ifadelendirme olamaz. Akl-ı selim sahibi her insan bilir ki, doğduğumuz yer, konuştuğumuz dil, mensup olduğumuz etnik aidiyet, tenimizin rengi, anne ve babamız gibi gerçeklikler bizim irademiz dışında yani İlahi belirlemeyle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bunların herhangi birinden dolayı bir insanın kınanması, tahfif ve tahkir edilmesi ya da ötekileştirilmesi kabul edilebilir değildir. İnsan ancak bilinçli ve iradi eylemlerinden dolayı kınanabilir/hesaba çekilebilir. Nitekim Allah(c.c), kendisine zorla istemediği şeyler yaptırılan kulunu mazur görmekte ve bu eylemini hesap dışı tutmaktadır. Alimlerimiz ve fakihlerimiz de  yargılamanın sağlıklı olabilmesi için eylemin bilinçli ve iradi olarak yapıldığından emin olunmasını şart koşarlar. İmam Maturidi hakiki imanın kalp ile tasdik olduğunu çünkü dilin icbar altında bulunabileceğini ifade ederek bilinç ve iradenin ehemmiyetine vurgu yapar. Dolayısıyla insanın iradesi haricinde belirlenmiş olan etnik aidiyeti, Kadir-i Mutlak olan Allah’ın ikramıdır. Bu hakikati bilen hiçbir insan hangi etnik aidiyet olursa olsun onu sorun kavramıyla yan yana getiremez. Bu noktada nasıl ki "Türk Sorunu", "Laz Sorunu", "Arap Sorunu" v.b. ifadeleri gayrı meşru ise "Kürt Sorunu" adlandırması da gayrı meşrudur. Liberal, seküler, demokrat, nasyonalist, nasyonal sosyalist v.b. ideolojik zeminlere yaslananların "Kürt Sorunu" adlandırmasına dört elle sarılmalarına şaşmamak gerekir zira bu ideolojiler, ulus-devlete kaynaklık eden Aydınlanma aklının ürünüdürler.

Ulus devlet "bela" sının homojen toplum oluşturma arzusunun bir neticesi olarak farklı kimliklerin asimile edilmesi durumu hiçbir yönüyle kabul edilebilir değildir. İlahi bir ikram olan etnik kimliği "sorun" kavramıyla yan yana getirmek, en hafif deyimiyle  Kadir-i Mutlak olanın iradesine karşı saygısızlık etmektir. Yüce Kur’an Hucurat suresinde "sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve şubelere/kabilelere ayırdık ki tanışasınız" buyurarak farklılığın tabii ve hatta gerekli olduğuna işaret eder. Peygamber(s.a.v) veda hutbesinde "Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur" buyurarak farklı ırk ve kimliklerin doğallığına işaret etmekte, üstünlüğü ise Allah’tan en fazla korkmaya yani takvalı olmaya bağlamaktadır. Şayet içinde bulunduğumuz duruma bir isim konulacaksa kanaatimce en uygun isim "Ulus-Devlet Sorunu"dur. Çünkü bugün etnisite temelli yaşanan krizler ulus-devletin farklılıkları yok sayan ve herkesi tek bir kimlik etrafında birörnekleştirmeyi amaçlayan yapısından kaynaklanmaktadır. Mü’min/Mümine kimliğimiz, İslam’ın mukaddesatları doğrultusunda bir hayatı pratikleştirmeyi gerekli kılar. Mü’min/Mümine kişi, herhangi bir etnisite, ırk, kültür ya da coğrafyanın adamı/kadını değil, aziz İslam’ın adamı/kadını olmakla mükelleftir. Etnisite, ırk, kültür ve coğrafya, herhangi bir dahlimiz olmadan, ilahi iradenin bizim için seçtiği bağışlardır. Bu bağışlar bir ayrışmanın öznesi değil ancak ve ancak muarefenin nesnesi olabilir. Mü’min/Mümine için kutsal/mukaddes/aziz olan ulus-devletlerin çizdiği sınırlar değil, aziz ve kerim olan Allah’ın çizdiği sınırlardır. Vesselam...

Kamil ERGENÇ
Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis