Gönüllü Mustazaflık Ya da Zihinsel Kadavralaşma Kabul Edilemez

Sömürgeleşmenin en tehlikeli olanı hiç şüphesiz zihinsel sömürgeleşmedir. Zihinsel sömürgeleşme bilincin körelmesi, sahih fikir ve eylem üretme potansiyelinin zaafa uğraması ve sömürgeleştiren iradeye karşı itiraz edebilme melekelerinin dumura uğramasına sebep olur. Zihnen sömürgeleşenler fiziki olarak sömürgeleşenlere nazaran daha uyumlu ve uzlaşmacıdırlar.Çünkü sömürgeciler gibi düşünmeye başlamışlardır. Bir insan/toplum, kendisini sömürenler gibi düşünmeye,onların kavramlarıyla hayatını anlamlandırmaya ve onların hayat tarzını kendisi için vazgeçilmez kılarak yaşamaya başladığında, artık o insan ve toplumun içinde bulunduğu durumdan kurtulması oldukça güçtür.Bundan dolayıdır ki tarih boyunca zihinsel sömürgeleşmeye maruz kalmış halkların, kendilerini yeniden sömürge öncesi dinamikleriyle inşa etmesi oldukça zaman almış, hatta çoğu zaman mümkün olmamıştır.Ünlü tarih felsefecisi İbn-i Haldun, İsrail Oğulları'nın Allah tarafından  Tih sahrasında kırk yıl boyunca sürgüne maruz bırakılmalarını, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız ‘’sömürgeleşmiş zihin’’ teorisiyle açıklar.

İsrail Oğulları’nın uzun yıllar süren Firavun tasallutundaki hayatları, onların zihnen sömürgeleşmelerine ve şahsiyetsizleşmelerine sebep olmuş ve bu nedenle Musa’nın çağrısına kimi zaman laubalice kimi zamansa korkakça tepkiler vermek suretiyle kendilerini Firavun’un zulmünden kurtarmaya çalışan peygamberi dışlamışlardı.Tih sürgünüyle amaç-Allahu alem-Musa’nın çağrısına duyarsız kalan neslin tabii süreci içerisinde ortadan kaldırılarak, onların yerine tamamen Musa ile büyüyen ve onun öğretisine dimağı henüz başka değer sistemleriyle kirlenmeden, yani ‘’ümmi’’ iken muhatap olan muvahhitler yetiştirmek ve bu muvahhitler aracılığıyla Firavun’un zorbacı,ayartıcı ve tahfif edici idaresinden kurtularak nihai kertede ilahi rızaya muvafık bir eylemliliğin mümessilleri olmalarını temin etmek suretiyle hem kendi çağlarının hem de kendilerinden sonra gelenlerin iman ve ihlas öncüsü olmalarını sağlamaktır.

Bir çok ilahi yardıma/mucizeye aynelyakin şahit olmalarına rağmen, peygamberlerinin kendilerinden kısa süreli ayrılmasını fırsat bilerek efendileri Firavun’un tanrısını Samiri marifetiyle taklit etmeleri, İsrail Oğullarının zihinsel sömürgeleşme durumunun mahkumu olduklarının delili gibidir.Bu durum aslında aziz Kur’anın hem insan psikolojisi hem de toplumların ahvaliyle ilgili olarak ortaya koyduğu ve asla değişmez ilkelerden biridir.’’Zihinsel Kadavralaşma’’ olarak ta tanımlanabilecek olan bu durum, mütehakkim bir otoritenin egemenliği altında yaşamanın insan psikolojisi üzerinde ne kadar büyük travmaların oluşmasına sebep olduğunun göstergesidir.Baskı/zorbalık, insanları kişiliksizleştirmekte ve iki yüzlü hale getirmektedir.Sonraları ceberut idarelerden kurtuluş gerçekleşse de yıllarca süren baskı nedeniyle oluşan kişiliksizlik hali devam etmektedir. Bu zaviyeden olmak üzere kölelik müessesesinin de tedrici olarak ortadan kaldırılmasının  hikmeti,Allahu alem, yıllarca bir başkasına bağımlı olarak ve sürekli aşağılanmak suretiyle şahsiyetsizleştirilen bir insanın bir anda bu durumundan kurtulmasının zorluğu olsa gerektir.Bu noktada hem bir köleye sahip olan hem de efendi kabul ettiği birine kölelik yapmayı içselleştiren açısından bir ‘’alışkanlık’’ söz konusudur.Bu alışkanlığın terk edilmesini sağlamak için kendisini efendilik makamında görene kölesiyle eşit olduğunu kabullenmesini,köle olarak doğduğuna ve öylece yaşayıp öleceğine inanan kişiye ise efendisiyle arasında hiçbir fark olmadığını anlamasını sağlayacak bir ‘’süreç’’gerekmektedir.

Demek ki kölelik sadece emeğin sömürülmesi boyutuyla değil aynı zamanda zihinsel olarak ta dumura uğramanın tebarüz ettiği bir durumun adıdır. Bizim meselemiz ise köleliğin emek sömürüsü boyutundan çok zihinsel olarak dumura uğrama haline dikkat çekmektir. Zihinlerimiz oldukça uzun sayılabilecek zamandan beri bize özgü olarak ,arada bize özgülük anlamında gösterilen soylu çabaları elbette görmezden gelmeden,düşünmüyor.17.yüzyılın sonunda, askeri alanda aldığımız mağlubiyetler neticesinde yeniden eski şaşalı günlere dönmek arzusu ile yüzümüzü döndüğümüz garp diyarından yaptığımız aktarımlar, her geçen gün zihinlerimizi daha da bulandırdı.Bu bulanıklık hali, 20.yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleştirilen radikal kültürel devrimle travmatik bir hal aldı.Başka türlü olması da beklenemezdi.Şerh ve Haşiye üzerine kurulu bir entelektüel havzanın yaşadığı çağın idrakinde olması elbette ki mümkün değildi.Sanayi devrimi,Fransız İhtilali ve Aydınlanma gibi oldukça güçlü meydan okuyuşlara karşılık verebilmek için bir hazırlık gerekiyordu ve ne yazık ki bu hazırlık dönemi müdrik Osmanlı umera-udeba ve ulemasında mevcut değildi.Mevcut olmadığı için nesneleştik ve taklit etmeye başladık.Taklit ettikçe bilincimiz köreldi ve zihinlerimiz kadavralaştı.Bu zihinsel kadavralaşma halinin mahkumları olarak 21.yüzyılı idrak ediyoruz.Artık ne doğulu ne Batılı olamayan ‘’arafta’’ bir toplum haline geldik.Bir yandan Avrupa Birliği uyum süreci çerçevesinde adımlar atılırken,diğer yanda içeriği muğlak bir muhafazakarlık ile kendimizi kandırmaya devam ediyoruz.İmparatorluğun dağılması sonrası,Anadolu havzasında Türkiye adıyla icat edilen ulus-devlet,rasyonel/pozitivist bir zemin üzerine inşa edildi.Bu yeni devletin yüzü de Osmanlı’nın son iki asrında olduğu gibi garba dönüktü.Şimdilerde AB ile yeni fasıllar açılması üzerine yürütülen müzakerelerde Türkiye’nin Avrupalı olduğuna dair en üst perdeden serdedilen sözler gösteriyor ki, buhranımız daha uzun süre devam edecek.Buradaki ‘’Avrupalı olmak’’ ifadesi, Avrupa’yı inşa eden değerler sisteminin bir parçası olmayı mı yoksa fiziki olarak Avrupa’yla yakın temas içinde bulunmayı mı kastediyor?Bilmiyoruz.Ancak bildiğimiz bir şey var ki, 17.yüzyılın sonundan beri sistematik olarak Batıdan Doğu’ya devam eden ‘’aktarım’’ bizi o eski şaşalı günlere götürmekten ziyade, Batılı/kapitalist/neo-liberal yaşam tarzının mahkumları haline getirmiştir.Siyasetten sanata,edebiyattan felsefeye ve kurumsal müesseselerin teşekkülüne kadar model aldığımız Garp Medeniyeti, bir yandan bizleri tarihin sonu tezine inandırarak liberal/demokratik değerlerin insanlığın varacağı son nokta olduğunu beyan etmekte,diğer yandan doğrudan sömürgeleştirmeye güç yetiremediği için zihnen sömürgeleştirdiği ‘’doğuluları/şarklıları’’ birer manipülasyon nesnesi haline getirmenin bahtiyarlığını yaşamaktadır.Müslümanlar ise ‘’gassalın önündeki meyyit’’ misali ve ‘’mağluplar galipleri taklit eder’’ kavli gereğince, üzerlerinden gerçekleştirilecek manipülasyonların etkisiz elemanı olmaya devam ediyorlar.

Cezayir’in önemli simalarından Malik b.Nebi’nin ‘’sömürgeleşmeye maruz kalmaktan daha tehlikeli bir şey varsa o da sömürgeleşmeye müsait olmaktır’’ sözünü hatırlayarak, bütün suçun sömürgecilerde olmadığına dikkat çekelim.Şayet bir yerde sömürgeleştirme cereyan ediyorsa demek ki orada sömürgeleşmeye teşne bir zemin vardır.Müslüman halklar, meselelerini kendi aralarında suhuletle çözmeyi beceremedikleri için suçu sürekli ‘’dış güçler’’de aramaktadırlar.Bu durum ,şeytana şeytanlık yaptığı için kızmaya benzemektedir.Oysa ki suç şeytanda değil şeytana itaat edendedir.Dolayısıyla öncelikle sömürgeleşmeye zemin hazırlayan unsurların ortadan kaldırılması gerekmektedir.Napolyon’un Mısır seferine giderken yanına aldığı entelektüeller ordusunun, başta Ezher uleması olmak üzere Mısır entelijansiyasını, Fransızların Mısır’a gelişlerinin hayırhah olduğuna nasıl ikna ettiği üzerinde ciddi kafa yormak gerekmektedir.Yaklaşık iki asır önce gerçekleşen bu ‘’zihinsel müstemlekeleştirme’’ operasyonunun Müslümanların içler acısı halini tasvir etmesi bakımından önemi büyüktür.Müstesna bir istinatgaha sahip olmalarından ötürü bütün bir insanlığın kendilerinden diriltici bir muştu beklediği Müslümanlar,aziz Kuranın özgün,uyandırıcı,kavi ve velut ummanına dalarak bugünkü kaosun/buhranın ve zulmün mümessillerini ifşa,inzar ve ıslah etmek suretiyle sahih bir Allah-İnsan ve Evren tasavvurunun yalnızca aziz İslam’a ram olmak suretiyle inşa edileceğini  aksi taktirde yeryüzünün,ekinin ve neslin(tohumun) ifsat olacağını haykırması gerekirken,zaten kaos ve buhranın inşa edicileri olanların gölgesine sığınarak,kof/içeriksiz/yavan/sığ ve yalnızca egemenlerin hukukunu koruyan kavramlara teslim olarak,yeni bir dünya inşa edeceğini zannetmesi ‘’zihinsel kadavralaşma’’ halinden başka bir şey değildir. Bu noktada gerçek anlamda bir direnişin başlatılabilmesi için öncelikle zihinsel sömürge halinden kurtulmak gerekmektedir. Bunun yolu ise bize özgü yani Müslüman’ca düşünmenin imkanlarını öğrenmekle mümkün olabilir. Vesselam...

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis