Yeni Türkiye Nedir?Ne Değildir?-V

Eski ve yeni Türkiye karşılaştırması genel itibariyle bazı ilişki biçimleri üzerinden yapılmaktadır. Bu ilişki biçimleri 1-Merkez-çevre ilişkisi 2-Din-devlet ilişkisi 3-Asker-sivil ilişkisi 4-Devlet-toplum ilişkisi şeklinde ifade edilebilir. Her bir ilişki biçiminde tarihsel bazı kırılmalar ve/veya farklılaşmalar olmakla birlikte,esas itibariyle,devletin geleneksel ‘’özne’’ rolünün tahkim edilmesine yönelik bir tanımlama dikkat çekicidir.Devletin Osmanlı’dan beri süregelen çift kutuplu(seçkinci yönetici sınıf ile yönetilen reaya sınıfı) yapısı hem eski Türkiye’de hem de Yeni Türkiye’de form olarak birtakım değişikliklere uğrasa da muhteva olarak cari olmaya devam etmiştir.Eski Türkiye’de merkezi işgal edenler Cumhuriyetin Türkçü,laik/seküler,üniter ve pozitivist kurucu paradigmasına sadık Kemalist seçkinci kesimlerden oluşurken, Yeni Türkiye’de merkez,muhafazakar demokrat kimlik etrafında şekillen/diril/mektedir.Muhafazakar demokratlığın, çevrenin geleneksel dindar kimliğinin merkeze taşınmasına hizmet eden bir terkip olduğunu söyleyebiliriz. Terkipteki muhafazakarlık kavramı,dini ve geleneksel değerlere bağlılığın göstergesi sayılırken,demokratlık ise modern değerlere bağlılığın işareti olarak öne çıkmaktadır.Böylece hem gelenek hem de modernlik ihata edilmiş olmaktadır.Nitekim bu süreçte,gelenekle barışmanın nişanesi olarak, Osmanlı merkezli bir tarih vurgusunun öne çıkarılması dikkat çekicidir.Eski Türkiye’nin mesafeli hatta yer yer retçi yaklaştığı gelenek ve din olgusunun,Yeni Türkiye’de oldukça yoğun olarak gündemleştirilmesi,Kemalizmin kısmi geri çekilişi olarak değerlendirilebilir.Ancak bu noktada dini/İslami olanın muhafazakarlığın içine sığdırılmaya çalışılmasından kaynaklı bir amorfluktan bahsedilebilir.İslam,tevhit eksenli itikat perspektifiyle muhafazakarlığın ultra-gelenekçi ve uzlaşmacı tutumuyla mezcedilebilir değildir.Hatta ontolojik ve epistemolojik olarak muhafazakarlığı reddeder.Dolayısıyla Yeni Türkiye her ne kadar din ve gelenekle barıştığını iddia etse de, aslında hem din/İslam hem de gelenek tıpkı Eski Türkiye’de ve Osmanlı’da olduğu gibi ‘’araçsallaştırılmıştır’’. Muhafazakarlığın Avrupa’nın tarihsel sürecinin bir neticesi olarak Fransız İhtilali sonrası ortaya çıktığı ve geleneksel unsurların(ki burada gelenek Kilise/İncil tarafından oluşturulan mirastır)tahribatını önleme amacına matuf olarak sistemleştirildiği, dolayısıyla modernliğin muhtevasına değil uygulanış biçimine itiraz eden bir içeriğe sahip olduğu gerçeği hatırlandığında, muhafazakar demokrat kimliğin İslam ile bağdaşır olmadığı daha iyi anlaşılabilir.Zaten Yeni Türkiye’ye giydirilmeye çalışılan bu gömlek, tamda varoluş gayesine uygun olarak tarihi kişi ve olayların fetişleştirilerek gündemleştirilmesine,bir tür tarih nostaljisine ve geçmiş zaman romantizmine sebep olmuştur.

 

Nasıl ki Eski Türkiye, Kemalist paradigmayı meşrulaştırmak için bir takım ‘’dini’’ yorumlar-ki bu yorumların en başında İslam’ı modern bilimle uzlaştırma çabası gelir- geliştirdiyse,Yeni Türkiye de muhafazakar demokratlığı İslamileştirmek için çaba göstermektedir.Merkezin Eski Türkiye’de yüklendiği,toplumu Batılı değerler doğrultusunda medenileştirme misyonu Yeni Türkiye’de değişikliğe uğrayarak, Batılı değerler tarafından yozlaştırılan toplumu Tarihi mirasıyla tanıştırmak ve böylece yeni bir kimlik aşılamak olarak belirlenmiştir.Merkezde olmanın ‘’dayatma’’ ayrıcalığı sağladığı bu durum, dikotomik bir toplumsal yapının hem eski hem de yeni Türkiye’de kabul gördüğünün işaretidir.Ancak Yeni Türkiye’nin ‘’çevre’’si, eski Türkiye tarafından ‘’öz’’ünden uzaklaştırılan kitleler olmuştur ki, bu durum çevrenin yine kendi içinden bir çevre ürettiği anlamına gelir.Cumhuriyetin kuruluşundan beri çevrede kalmanın meydana getirdiği ‘’öz yurdunda garip/öz vatanında parya’’ olma durumu, Yeni Türkiye’de sürekli gündemde tutularak muhafazakar demokrat paradigmanın tahkimatını sağlayan adımların meşruiyet gerekçesi olmuştur.Kemalist elitizm tarafından mağduriyet edebiyatı olarak adlandırılan bu süreç, çevrenin özne olmayı deneme süreci olarak ta adlandırılabilir.1990’lı yılların sonunda devletin yaşadığı meşruiyet krizi,ki bu kriz aslında Kemalist ideolojinin miadını doldurmasının bir neticesiydi,Eski Türkiye’de merkezi işgal edenlerin, ‘’parya’’laştırılan çevrenin merkeze yürüyüşüne gönülsüzce de olsa rıza göstermesini sağlamıştır.Sovyetlerin dağılması,NATO konseptinin değişmesi,küreselleşmenin ulus-devletleri itibarsızlaştırması ve en nihayetinde 11 eylül gibi küre ölçeğinde meydana gelen sarsıntılar da Türkiye’nin artık Kemalizmle devam edemeyeceğinin işareti sayılmış ve Yeni Türkiye’nin/Post-Kemalizmin köşe taşları döşenmeye başlamıştır.Çevrenin hızlı bir şekilde merkeze akışının doğal bir sonucu olan bu Post-Kemalist süreç, nüfusun üçte ikisinin kentlileştiği günümüzde kemale ermeye doğru yürüyüşünü sürdürmektedir.Ancak bu sefer merkez-çevre çatışmasının yönü değişmiştir.Eski Türkiye’de,merkezi işgal eden Kemalist seçkinler nasıl ki ‘’medenileştirmeye’’ çalıştığı ‘’çevre’’ tarafından din dili ekseninde bir ‘’dış’’lamaya maruz kaldılarsa,Yeni Türkiye’de merkezi işgal eden muhafazakar demokrat çoğunluk, yine dini argümanlar üzerinden kendileri gibi olmayan kitleleri(çevre) ‘’dış’’lamaktadırlar.Politik aidiyetin itikadi aidiyetle özdeşleştirilmesi olarak tanımladığım bu durum ,kanaatimce, Yeni Türkiye’nin en büyük handikapıdır.

 

Çevrenin temsil ettiği geleneksel dindarlık biçiminin merkezde kendine yer bulmasıyla hem devletin meşruiyet krizi ortadan kalkmış hem de 21.yüzyılın kaotik Ortadoğu’sunda parçalanmadan ayakta kalmanın zemini oluşturulmuştur. Öteden beri modernleşmenin kendisine değil yöntemine itiraz eden ‘’çevre’’, adeta II.Abdülhamit dönemine avdet etmişçesine muhafazakar modernliğe dört elle sarılmıştır.Böylece 19.yüzyılın ikinci yarısında İslamcılık özelinde gündemleştirilen teknik-ahlak ya da form-norm ilişkisi eksenli tartışmalar yeniden başlamış fakat bu tartışmalar modernliğin lehine olacak şekilde neticelendirilmiştir.Bu noktada merkez-çevre ilişkisinde yaşanan değişimin en önemli etkisi İslamcılık düşüncesine olmuştur denebilir.Çünkü özellikle 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslamcılık,merkeze yürüyen ‘’çevre’’ içinden çıkan kitlelerce sahiplenilmiştir.Ancak Yeni Türkiye’de İslamcılık,muhafazakar demokratlıkla arasına tam manasıyla mesafe koyamamış ve ‘’çevrenin müdafaası’’ uğruna bir tür vulgarizasyona rıza göstermiştir.Bu vulgarizasyon sayesinde İslamcılık,özellikle ikinci dünya savaşı sonrası geliştirdiği ve İran devrimiyle de sonuç alacağına aynelyakin şahit olduğu,modern paradigmaya ram olmadan varoluş imkanı muştulayan özgün dilini kaybetmiş ve kısmen içerik kaybına uğramıştır.

 

Nasıl ki Osmanlı,Enderun aracılığıyla bir tür seçkinci sınıf oluşturma yoluna gitmişse Cumhuriyette kendi elit sınıflarını oluşturma amacı gütmüş ve bunda da başarılı olmuştur.Cumhuriyetin ilanı sonrası seküler,pozitivist,üniter ve Türkçü hususiyetlere sahip yeni ‘’merkez’’ inşa edilirken asker,bürokrat,politikacı ve bilim adamı merkezli bir silsile takip edilmiştir.Osmanlı modernleşmesinin öznesi olan askeri erkanın imtiyazı, Cumhuriyet döneminde de devam etmiş ve ordu modernliğin(çağdaş Türkiye’nin)garantörü rolünü üstlenmiştir.İlk başlarda az sayıdaki üniversiteler aracılığıyla merkezin ihtiyaç duyduğu bürokrat,teknokrat ve din bilginleri yetiştirilerek, özellikle çok partili hayata geçiş sonrası,politik alanda gerçekleşmesi muhtemel ‘’çevre baskısı’’ önlenmeye çalışılmıştır.Üniversitelerin Anadolu’dan gelen gençlere mürteci damgasını vurmasının temel sebebi aslında,merkezin nimetlerine sahip olmanın koşulu olan bilginin,paylaşılmak istenmemesidir.Menderes dönemi ve sonrasında köyden kente göçün hızlanması neticesinde-ki bu göç sürecinde bir önceki yazımızda da ifade ettiğimiz üzere soğuk savaş doktrininin Türkiye’ye biçtiği misyonun etkisi büyüktür- artık çevre olarak tahfif edilen kitlelerin çocukları da bilgiye ulaşma imkanına kavuşmuş ve merkezin imkanlarından faydalanma noktasında emsalleriyle aynı koşullara sahip olmaya başlamıştır.Bundan sonradır ki çevre,bir yandan kent kültürünün mekanik ve seküler doğasında kaybolmamak için cemaat/tarikat havzalarında yoğunlaşırken diğer yandan siyasal/politik bir tavır alışın öznesi olmaya çabalamıştır. Ancak merkez, bu süreçte kendisini koruma altına almak için Asker-yargı ve üniversite birlikteliğinden oluşan bir kalkanla merkeze akışı kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Din bilgisi, diyanet ve ilahiyatlar aracılığıyla daha profesyonel kişilerin uhdesine alınmış ve çevrenin cemaat ve tarikat havzalarında şekillenen geleneksel din algısı aşağılanmıştır. Bu aşağılama karşısında çevre,tıpkı Osmanlı’da resmi dini söylemle uyuşmayan heterodoks akımların-ki bu akımlar Anadolu’da oldukça yaygındır-kendilerine sığınak olarak sufilik iddiasında ki tarikatleri seçmesinde olduğu gibi,tarikatların/cemaatlerin havzasına dahil olmuş ve uzun yıllar merkez-çevre çatışmasının bam telini tarikatler/cemaatler oluşturmuştur.Bir farkla ki Osmanlı,Şerif Mardin’in ifadesiyle,bünyesindeki tarikatleri kontrol altında tutarak Sünniliği benimsemeyen heteredoks akımların oluşturabileceği isyanları tolere ederken,Cumhuriyet dönemi jakoben laikliği dayatarak çevreyi gayrı İslami bir hayata icbar etmiştir.Çevre,merkezin bu din algısını oldukça sorunlu görmüş ve cemaat/tarikat havzalarında en azından geleneksel dini formunu koruyacağına inanmıştır.Cemaat/tarikat havzalarında biriken Anadolu’dan gelen nüfus zamanla kitleselleşmiş ve siyasal alanda temsiliyet kazanma arzusuyla Menderes’in devamı olan sağ partilerin üremesine sebep olmuştur.

 

Kırdan kente göç olgusu dışarıda bırakılarak Türkiye’de cemaatleşme süreçlerini analiz etmek zordur. Kırın kendine özgü dindar kimliği ile kentin daha seküler,pragmatik ve bireysel kimliği yer yer çatışmış ve bu çatışma özellikle kırdan gelen insanların kendilerini dini kimlikleri ve gelenekleriyle ifade edebilecekleri havza/lar arayışına itmiştir.Cemaatler bu süreçte özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde kırdan gelen dindar gençlere ev sahipliği yapmış ve bu gençler Türkiye’de 20.yüzyıl İslamcılık hareketinin motor gücü olmuşlardır.Bu noktada İbn-iHaldun’un ‘’üç nesil’’ teorisinden,modern sosyoloji bunu X-Y-Z kuşakları olarak adlandırmaktadır,istifade ederek kırdan-kente göçü şu şekilde değerlendirmek mümkündür:Birinci nesil, demokrat partinin iktidara gelmesiyle birlikte ABD’nin de yönlendirmesiyle hız kazanan sanayileşme hamleleriyle kente gelen dindar gençlerden müteşekkildir.Bu gençler hem kırın saf,duygusal,samimi ve fedakar iklimini temsil ediyorlardı dolayısıyla daha ihlaslı ve hasbi idiler, hem de dindarlıkları bilgi olarak eksik olsa da taassup olarak oldukça güçlü olduğu için değerlerine sahip çıkma noktasında daha gayretliydiler.Bu kuşağın bir kısmı geleneksel dini bilgilerini üniversite havzalarında ‘’ideolojik’’ bir forma dönüştürerek kendilerinden sonra gelenlere önemli bir miras bıraktılar.İkinci nesil birinci neslin çocukları olarak kent içinde doğdular.Ancak bunlar birinci nesilden bazı değerleri alsalar da tam olarak onlar gibi değillerdi.Kentin kendine özgü ikliminde,yani daha pragmatik ve bencil ortamında yetiştiler.Miras aldıkları ideolojik/İslamcı formu kent kültürü içerisinde geliştirme yoluna gittiler.İran Devrimi,Afganistan,Bosna ve Cezayir Direnişi,Sovyetlerin Dağılması gibi olaylara şahitlik ettiler ve daha cihanşümul bir perspektife sahip oldular.Üçüncü nesil ise ikinci neslin töremesi olup birinci kuşakla hiç temas kuramadılar.Enformasyon devriminin yaşandığı bir dünyaya gözlerini açtılar ve küreselleşmeyi tecrübe ediyorlar.İslamcı dilin muhafazakarlıkla özdeşleştirilmeye çalışıldığı bir vasata şahitlik ettikleri için paradigma dışı bir varoluşu şimdilik tahayyül edemiyorlar.Dolayısıyla bu kuşağın önceki kuşakların gösterdiği fedakarlığı,hasbiliği göstermesi daha da zorlaştı.Tabiri caiz ise bu son kuşak miras yedi kuşağı oldu.Miras tükendiğinde ne yapacağını şimdiden kestirmek güç.Ancak bu kuşağı ayakta tutabilmek için yeni bir ‘’sebep asabiyesine’’ihtiyaç olduğu da kesin.Kanaatimizce muhafazakar demokratlık bu genç kuşakları ihata edebilecek bir perspektiften yoksundur.Çünkü esasa ilişkin değil şekle endeksli bir eleştiri diline sahiptir.Enformasyon devriminin sınırları ortadan kaldırdığı bir vasatta, muhafaza etmeye dönük çabalar akim kalmaya mahkum olacaktır.Son dönemlerde ‘’yerlilik ve millilik’’ bağlamında serdedilen kanaatler de bu küresel kuşatmanın meydana getirdiği rahatsızlığın dışavurumundan başka bir şey değildir.

 

Kırdan kente göç olgusunu sadece cemaatleşme bağlamında değerlendirmek şüphesiz eksik kalabilir. Bu göç sırasında ve sonrasında Türkiye’nin aslında tüm ideolojik renklerinde bir hareketliliğin olduğunu söylemek mümkündür. Gerek sol gerekse sağ/milliyetçi ve muhafazakar yapılar bu göç sürecinde ve sonrasında varlıklarını daha güçlü hissettirmeye başlamışlardır. Literatüre soğuk savaş olarak geçen 1945-1991 yılları arasında bütün Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de Komünizm ile mücadele amacıyla çeşitli örgütlenmeler gerçekleştirilmiştir. Türkiye’nin Sovyet tesirinden korunması amacıyla ihdas edilen legal ve illegal yapılar, sağ-sol çatışması adı altında bu ülkenin kırdan kente göç eden gençlerinin birbirleriyle savaşmalarının zemini oluşturmuştur. Aslında bu süreci çevrenin kendi içinde bölünmesi/çatışması olarak adlandırmakta mümkündür. Çünkü kentte sağ ve sol bloku oluşturan kitleler yukarıda ifade etmeye çalıştığımız üzere kırdan göç eden insanlardan müteşekkildir. Merkezi işgal edenler,her halükarda, kendisini özne olarak konumlandırmasını bilmiş ve çevre üzerinde istediği gibi manipülasyon yapmıştır.Merkezin bunu tek başına yapmadığı,yanında yer aldığı ABD blokunun özel yardımlarına mazhar olduğunu söyleyebiliriz. Ancak ne sağcılar ne de solcular kendileri üzerinden yapılan hesapları fark edebilecek kadar agah değildiler. Kendileri dışında üretilmiş bir karşıtlığın mahkumu olarak yıllarca birbirlerini alt etmenin hesaplarıyla yaşadılar. Sağ kesim Amerikancı olmakla suçlanırken, Sol kesim Sovyetçi olmakla itham edildi.Küre ölçeğindeki karşıtlığın sahadaki karşılığı olarak, Özal’ın liberalleşme hamlelerine kadar, yoğun biçimde devam eden bu çatışma süreci denebilir ki eski Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olmuştur.Soğuk savaş yıllarında kendisini sağ/muhafazakar kanatta konumlandıranlar Amerika himayesini tercih ederken, sol kanatta konumlandıranlar Rusya himayesini tercih etmişlerdir.Ancak Yalta Sözleşmesinde ABD nüfuz alanına düşen ve NATO’ya üye olmak suretiyle tercihini Amerikan blokundan yana kullanan Türkiye’de sağ/muhafazakarlık daima egemen olmuştur.İslamcılık bu süreçte hem ABD hem de Rusya emperyalizmine karşı duran özgün söylemiyle kendisini sağ/muhafazakar anaakımdan ayırmıştır.Bu yönüyle öteden beri küresel bir perspektifle hareket eden İslamcılık,ABD-Rusya hattının küresel emperyalizmin farklı iki yüzü olarak deşifre edilmesinde önemli bir rol oynamıştır.Ancak bu süreçte İslamcılık en büyük tepkiyi milliyetçi/sağ ideolojilerden almış ve kökü dışarıdalıkla/gayrı millikle suçlanarak ötekileştirilmiştir.ABD bloku da bu süreçte ‘’Siyasal İslam’’ terkibine başvurarak,İslamcılığın itikat eksenli karşı duruşunu politik eksene hapsetmek suretiyle, İslamcılığın paradigma dışı varoluşun imkanlarını ortaya koymaya çalışan özgün dilini etkisizleştirmeye çalışmıştır.

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis