Yeni Türkiye Nedir?Ne Değildir?-VI

 

Karşıtlık üretmek ve üretilen karşıtlıklar üzerinden menfaat devşirmek yakın tarihimizde sık rastlanan olgulardan biridir.Özellikle politik alanda cari olan bu durum, siyaset sahnesinde yer kapma kaygısı taşıyan hemen herkesin sıklıkla başvurduğu yollardan biridir.Politika yapıcıların kullandığı sığ ve millet olma şuurundan uzak söylemler,halk tabanında gereksiz ve manasız husumetler meydana getirmiştir.Muhalefet etmekle ötekileştirmek arasındaki farktan bihaber politikacılar tarafından beslenen ‘’karşıtlık üretme’’ ameliyesi,çok partili hayata geçtiğimizden beri enerjimizin berhava olmasına sebep olmuştur/oluyor.’’En İyi’’nin ortaya çıkarılması amacıyla istişare etmeyi elzem gören bir geleneğin temsilcileri olarak Müslümanların,sınıf mücadelesi ve dini dogmatizm-ki bunlar birbirlerinden bağımsız değildir hatta birbirlerini besledikleri bile söylenebilir-arasında sıkışıp kalmış ve hayal/vehim/büyü maskaralıklarıyla asırlarca insanlıktan çıkarılmış ve en nihayetinde haddinden fazla şişirilen bir balon gibi patlayarak kendisine reva görülen hayatın mümessillerinden kelimenin gerçek anlamıyla korkunç bir intikam almış ve yeni Dünyayı bu intikam ateşiyle aydınlatmış bir medeniyetin çocuklarıyla,aynı kaderin mahkumuymuşçasına, siyasetini karşıtlıklar üzerine ikame etmesi tek kelimeyle trajedidir.Ve ne hazindir ki bu trajedi hem eski hem de yeni Türkiye’de içselleştirilmiştir.Nitekim ülkemizde cari olan siyaset dili ve tarzıyla alakalı yeni bir perspektife ihtiyacımız olduğu,mevcut siyaset dilinin ve tarzının köklü bir değişime uğraması gerektiği aksi halde millet olma şuurundan bahsedilemeyeceği yönünde serdedilen kanaatler adeta bir kutsalın imhası olarak algılanabilmektedir.

 

Kökleri Fransız devrimine dayanan sağ-sol ayrımının/karşıtlığının, aynı tarihsel koşulları tecrübe etmemiş toplumlar üzerinde, mesela Türkiye’de, etkili olması düşündürücüdür.Avrupa’da Sağ denildiğinde ‘’conservative/muhafazakar’’ gelenek, yani kilise ve onun temsil ettiği değerler sistemi,sol denildiğinde ise Fransız İhtilal’ini yapan devrimci kitleler anlaşılır.Avrupa’da Sağ ve sol,kilise mutlakiyetçiliğine karşı bilimin mutlakiyetçiliğine iman edenlerin kavgasından türemiştir.Katolik Kilisesinin uzun yıllar elinde tuttuğu ekonomik-manevi ve siyasal egemenliği, kitlelerin hem zihnen hem de bedenen sömürgeleştirilmesi amacına matuf olarak kullanmasından mütevellit kendisine karşı biriken öfkenin Fransız İhtilal’inde patladığı ve dine ait her ne varsa bu ihtilal vesilesiyle ötekileştirildiği gerçeği barizken, böyle bir tarihsel ve sosyal gerçekliğe yabancı olan bir toplumun(Türkiye toplumunun) bu karşıtlığı sahiplenerek, bunun üzerinden birbirini imha edecek duruma gelmesi de aslında toplumumuzun ne kadar kolay manipüle edildiğinin bir göstergesidir.Eski Türkiye’nin özellikle 27 mayıs darbesinden 12 eylül ihtilaline kadar olan döneminde, yoğun olarak şahit olduğu bu kamplaşma, bir yandan toplumsal enerjinin israfına yol açarken diğer yandan kutuplaştırıcı politik dili sonraki kuşaklara miras bırakmıştır.12 eylül sonrasında ise yükselen milliyetçi/muhafazakar söylem ve Türk-İslam sentezi perspektifi yeni öteki olarak kendisine İslamcılığı,Siyasal Kürtçülüğü,Sovyet tesirinde olmakla itham ettiği solculuğu ve neo-liberal ekonomik adımları desteklemeyen Kemalistleri benimsemiştir.Böylece,Türkiye’de siyasal arenada yer kapma telaşında olanlar,toplumda cari olan bu karşıtlıklara göre pozisyon belirlemişlerdir.Türkiye üzerinde operasyon yapmak isteyenler ise millet olma şuurunu zedeleyen bu karşıtlıkları ‘’müdahale etme hakkı’’ sağladığı için muhafaza etme ve yer yer körükleme çabasında olmuşlardır.

 

Yeni Türkiye’de muhafazakar demokrat argümanlara yaslanarak yönetim erkini elde edenler,yakın tarihimizin sağ/milliyetçi/muhafazakar geleneği içerisinde değerlendirilebilir. Yani aslında muhafazakar demokratlık her ne kadar ‘’yeni’’ bir tanım olarak gündeme gelse de 20.yüzyıl Türkiye’sinin sağ ve milliyetçi damarından bağımsız değildir. Nitekim Ak Parti iktidarının kendisini sürekli olarak Menderes-Özal çizgisiyle bir arada göstermeye çalışması da sözünü ettiğimiz sağ/milliyetçi geleneğin temsilcisi olduğunu göstermektedir.Bu gelenek bir yandan,Menderesten beri,Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan jakoben laiklik anlayışının ortaya çıkardığı ‘’mazlumiyete ve mahrumiyete’’ dikkat çekerek toplumun birikmiş korkusunu politik kazanca tahvil etmiş,diğer yandan ‘’dini popülizm’’ aracılığıyla hem sayısal meşruiyetini sağlama almış hem de modernleşme adımlarını herhangi bir ciddi muhalefete gerek kalmadan atabilmiştir.Jakoben laiklik korkusu sürekli gündemde tutulmuş ve iktidarın değişmesi durumunda muhafazakar kitlelerin yeniden mahrumiyetlerle ve mazlumiyetlerle karşı karşıya kalacağı tezi işlenmiştir.Bu durum, Eski Türkiye’de zedelenmiş olan toplumsal bütünlüğün ve millet olma şuurunun, Yeni Türkiye’de daha da derinleştirilerek devam etmesine sebep olmuştur.

 

’’Öteki üzerinden var olma’’ olarak adlandırılabileceğimiz bu durum,son derece modern bir mahiyete ve ultra-Batıcı bir perspektife sahiptir.Malumdur ki öteki üzerinden meşruiyet sağlamak, Avrupa merkezli düşünüşün ürünüdür.Biz ve onlar,Doğu ve Batı,Uygar ve Barbar,İlerici ve Gerici gibi kategoriler,merkezinde Batılı değerlerin olduğu bir düşünme biçimini dayatır.Hatta bu düşünme biçimi,karşıtı olarak gördüğünü kendine benzetmek için müdahale etmeyi meşru sayar.Avrupa kolonyalizminin ortaya çıkışında Medeni Batı ve Barbar Diğerleri algısının ne denli işlevsel olduğu unutulmamalıdır.Yeni Türkiye’de, muhafazakar demokrat iktidarın, öteki olarak kodladığı kitleleri ‘’kendi kıvamına’’ getirme hakkına sahip olduğunu zımnen iddia etmesi aslında ‘’karşıtı üzerinden var olma’’stratejisinin sonucudur.Nitekim önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz üzere, küre ölçeğinde de ABD-Sovyet karşıtlığı bir nevi ‘’Hür Dünya’’ ile ‘’Demir Perde’nin’’ savaşı olarak sunulmuş ve insanlık, aynı memeden süt emen ikiz kardeş olan kapitalizm-komünizm çatışmasında, tercihini hür dünyayı temsil iddiasında olan ve bütün propaganda unsurlarıyla bu iddiasını destekleyen ABD’den yana yapmaya ikna edilmiştir.Bu noktada Eski ve Yeni Türkiye’nin, karşıtlıklar üzerinden var olma yönünden benzer olduğu söylenebilir ki bu durum bir kısırdöngüdür.(Burada bir parantez açarak ‘’öteki’’ üretme ameliyesi hakkında bazı hususlara dikkat çekmek isteriz.Öteki kavramsallaştırması, kökleri oryantalist çalışmaların başladığı 14.yüzyıla kadar uzatılabilecek bir geçmişe sahiptir.Haçlı Savaşları vesilesiyle kabuğunu kıran Avrupa,evvela coğrafi olarak ‘’Doğu-Batı’’ ayrımını gündemleştirmiş;daha sonra bu ayrım Oryantalistlerce bir coğrafyanın içindekilerle beraber kodlanması/tanımlanması amacına matuf olarak kullanılmış;peşinden ise kültürel ve felsefi bir içeriğe büründürülerek karşıtlık üzerinden kendini tanımlama ameliyesinin terviç edilmesine zemin hazırlamıştır.Oryantalizmin henüz cari olmadığı zamanlarda ise Romalı ve Barbar ayrımı üzerinden yürüyen karşıtlık/ötekileştirme bugüne kadar Avrupa’nın kendisini tanımlamasının en önemli argümanı olmuştur.Roma dışında kalanların barbar/gayrı medeni olarak adlandırılmasından mütevellit Batı medeniyeti de oryantalizmin sistematik olarak çalışmaya başladığı 15.yüzyıl ve sonrasında Doğuyu egzotik,mistik,duygusal ve henüz medenileşmemiş bir imgeye mahkum ederek bu coğrafya üzerinde tahakküm kurmanın gerekçelerini oluşturmuştur.Ötekisi olmadan var olamayan Avrupa Medeniyeti kendi içinde de  katolik-protestan veya conservative-modern şeklinde karşıtlıklar üretmiştir.Bu karşıtlık olgusu Batı medeniyetini taklit eden Osmanlı/Türkiye toplumunda da sahiplenilmiş ancak farklı tarihi koşullardan beslenmesi nedeniyle,şimdilik, Batı da olduğu gibi bir netice vermemiştir.Bunun en temel sebebi İslam’ın kendisini bir öteki üzerinden tanımlamamasıdır.İslam, kendisini her daim özne olarak konumlandırmış ve ‘’tanımlanan’’değil ‘’tanımlayan’’ olmuştur.Kuran-ı Kerimde imanın karşıtı olarak küfür veya tevhidin karşıtı olarak şirk tanımlamaları ‘’tavır eksenli’’ tanımlamalardır.Yoksa kişi eksenli değil.)

 

Sadece karşıtlıklar üzerinden  yapılan manipülasyonlar anlamında değil, küre ölçeğinde cereyan eden hadiselerin Türkiye özelinde ki yansımaları bağlamında da darbeler, özellikle de 12 eylül askeri darbesi, oldukça önemli bir yere sahiptir. Sonraları ihtilalin bir tertip olduğu, darbeye giden süreçte koşulların olgunlaşması için karşıtlıkların körüklendiği, hem sol hem de sağ cenahta olanların devletin derinleri tarafından silahlandırıldığı, etnik ayrımcılığın bilerek körüklendiği gibi bir takım gerçeklikler ortaya çıkmış olsa da,12 eylül ihtilali Türkiye’de hem sağ hem de sol da ‘’idealist gençlik’’ profilinin yok edilmesi noktasında oldukça etkili olmuştur. Kenan Evren’in gençliğe hitaben ‘’savaşmayın sevişin’’ söylemi, ihtilalin nasıl bir gençlik idealine sahip olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.(Bu noktada konuyla dolaylı ilgisi olan bir noktaya dikkat çekmeyi gerekli görüyoruz:Henüz özel televizyonların olmadığı ve sinemanın önemli bir sanat alanı olarak faaliyet gösterdiği 1970’li yıllar-ki bu yıllar ihtilalin meşruiyet gerekçesini oluşturmak amacıyla anarşinin körüklendiği yıllardır- Türk Sinemasında müstehcenliğin/erotizmin/pornografinin en yaygın olduğu yıllar olarak dikkat çekicidir.Örneğin sadece 1979 yılında çekilen 195 filmin 131’i müstehcen içeriklidir.Genç kuşaklar, bir yandan ideolojik kamplara ayrılarak birbirleriyle vuruşturulurken, diğer yandan sinema aracılığıyla hedonizm bataklığına sürüklenmiştir.Böylece Türkiye’nin kırdan kente gelen dinamik gençliği şiddet ve cinsellik ayartıcılığının anaforuna itilmiştir.Bazen bir günde çekilen müstehcen filmler aracılığıyla,özellikle kentli genç kuşaklar zihnen dumura uğratılmıştır.Darbeye giden sürecin bu ‘’Freudist’’ karakteri,dönemi sağlıklı analiz edebilmek için gereklidir diye düşünüyorum.Sanatın nötr olmadığı/olamayacağı gerçeği hatırlandığında, 1970 yıllarda Yeşilçam’ın nasıl araçsallaştırıldığı görülebilir.Bu bağlamda Yeni Türkiye’de genç kuşakların nasıl ayartıldığı meselesi üzerinde derinlemesine tefekkür etmek gerekecektir.)

 

Ancak bizim burada asıl dikkat çekmek istediğimiz mesele 12 eylüle giderken Dünya ölçeğinde nelerin yaşandığıdır. Çünkü Türkiye gibi merkezi bir ülkede cereyan eden hadiseler,sadece şimdi değil geçmişte de,küresel koşullar göz ardı edilerek anlaşılamaz.Örneğin aynı yıllarda, Latin Amerika’da ABD onaylı askeri darbeler,Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesi,İran Devrimi gibi sarsıcı gelişmeler yaşanmaktadır.Bu bağlamda biz,Türkiye ile olan yakın münasebeti ve benzer modernleşme tecrübesi nedeniyle İran’da gerçekleşen devrim  ve sonuçları hakkında bazı değerlendirmeler yapacağız.1979 İran devrimi küresel sistemi,tam anlamıyla, sarsmıştır.Yaklaşık dört asırdır Batı modernleşmesine maruz kalan insanlık ailesi,İran’da ‘’modern dışı’’ bir aklın gerçekleştirdiği devrime şahitlik etmiştir.İran Devrimi, gerek İslam’ın yeniden tarih sahnesine çıkışının göstergesi olması gerekse de  ABD’nin Ortadoğu da ki en güçlü ileri karakolunun sistem dışına çıkması bakımından sarsıcıdır. Devrimin motor gücünün ulemadan olması ise, dini arkaik bir olgu olarak değerlendiren modern Batı paradigmasına vurulmuş ciddi bir darbedir. Bundan dolayıdır ki küresel sistem bu devrimin ‘’paradigma dışı’’ bir varoluşun imkanını ortaya koyan muştusunu bertaraf etmek ve İslam dünyasında bir domino etkisi yapmasının önüne geçmek için acil önlemler almıştır.İlk olarak bölgenin jeo-kültürel,jeo-stratejik ve jeo-politik olarak en merkez ülkesi olan Türkiye’de 12 Eylül İhtilali gerçekleştirilmiş ve Özal’lı yılların zemini oluşturulmuştur.İkinci olarak ise Irak Baas rejimi kışkırtılarak,yaklaşık sekiz yıl sürecek,İran-Irak savaşı çıkarılmıştır.Saddam’ı maşa olarak kullanan küresel sistem, İran devriminin öncü kadrolarını bu savaş vesilesiyle ortadan kaldırmış ve bugünde açıkça müşahede ettiğimiz üzere mezhebi enstrümanların ön planda olduğu bir İran resminin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.İran-Irak savaşı iki milyon insanın hayatını kaybetmesi yanında bu savaş vesilesiyle Aydınlanma sonrası kendisini merkezde konumlandıran Batı Medeniyeti, İslami bir varoluşun imkanını öğretmesi sebebiyle İran özelinde İslam Dünyası’ndan ağır bir intikam almıştır.Bu süreçte Sünni Dünyayı da yanına alan küresel sistem, tıpkı bugün olduğu gibi,Suud-Irak-Mısır ve Körfez Ülkeleriyle hem savaşı finanse etmiş hem de İran-Irak savaşını bir ‘’mezhep savaşı’’ olarak göstermek suretiyle devrimin etkisini azaltmıştır.

 

İlginç bir tekerrürdür ki bugün Suriye özelinde devam eden medeniyetler savaşında,ABD’nin himayesinde ve Suud’un genel sekreterliğinde,adına İslam ordusu denilen,bir Sünni Blok oluşturulurken-ki bu blokun içinde Türkiye ve Mısır gibi ciddi ülkelerde bulunmaktadır-Rusya’nın himayesinde ve İran sekreterliğinde bir Şii blok(İran-Irak-Suriye-Lübnan ve Yemen’in bir bölümü) oluşturulmaktadır.Dünyanın iki süper gücünün Müslümanların mezhebi fay hatlarını kullanarak egemenliklerini perçinlemeleri ve Müslüman halkların arasına belki de onlarca yıl sürecek mezhep savaşları tohumunu ekebilmeleri,Yeni Türkiye’nin de aralarında bulunduğu halkı Müslüman ülkelerin içler acısı halini gözler önüne sermektedir. Türkiye ve Mısır gibi bu coğrafyanın en köklü ve ciddi devletlerinin, Suudi Arabistan gibi son kırk yıldır Müslüman halkların arasına tekfirci/ötekileştirici/anarşist nifaklar sokan; Çeçenistan’dan Afganistan’a Suriye’den Avrupa içlerine kadar nihilist/anarşist vahhabiliğin taşeronu bir ülkenin sekreterliğine mahkum olması kabul edilebilir olmamakla beraber bu birliktelikten ümmet havzasının kurtuluşu için hiçbir sonuç çıkmayacaktır. Daha önceki bazı yazılarımda da işaret ettiğim üzere, Oryantalistlerce Ortadoğu olarak adlandırılan bu coğrafya da istikrarın sağlanması ve huzurun egemen olabilmesi için tek alternatif Türkiye-Mısır-İran ittifakıdır. Dikkat edilirse bu üç ülkede hem medeniyet birikimi hem de tesir sahaları itibariyle bu coğrafyada ki diğer ülkelerle karşılaştırılamayacak imkanlara sahiptirler. Arap Baharı olarak adlandırılan süreçlerin bu üç ülkenin siyasi ve fiziki hinterlandında meydana geldiği dikkate alınırsa söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır.Mısır’da Sisi müdahalesinin bu ittifakı baltalamak için yapıldığına dikkat etmek gerekir.Mursi’nin cumhurbaşkanlığı sürecinde ilk defa İran’la temas kurması ve Türkiye ile geliştirdiği yakın işbirliği ilişkileri bütün bir Ortadoğu’yu etkileyecek kapasitedeydi.Ancak bu coğrafyayı maalesef ki bizden daha iyi bilenler, bu üç köklü devletin bir araya gelmesini imkansız kılacak adımlar atmak suretiyle, Ortadoğu’nun istikrarsızlığa mahkum edilmesinin önünü açtılar.Elbette ki burada kabahat sadece emperyalistlerin değil.Türkiye-Mısır ve İran siyasi iradesi de bu gerçekliğe gözlerini kapayarak Ortadoğu’da ki istikrarsızlığın devamında rol oynamışlardır.Suriye’de ki Medeniyetler Savaşı, bu üç ülkeyi mezhep ve fayda eksenli bölünmeye iterek istikrarsızlığa mahkum etmiştir.Suud’un, Afgan-Sovyet savaşından beri vahhabizm misyonerliği yapıyor olduğu ve bugün el-Kaideden Boko Haram’a,İŞİD’den eş Şebaba kadar bütün yıkıcı/nihilist yapıları finanse ettiği gerçeği unutulmamalıdır.ABD-Rusya karşıtlığının,sahada Sünni-Şii savaşına dönüşme ihtimali   yabana atılamaz.Nitekim İran-Türkiye karşıtlığının özellikle beslenerek savaşa doğru evirilmek istendiği gerçeği izahtan varestedir.Böyle bir savaşın bu coğrafyada kaosu bir yüzyıl daha devam ettirmek anlamına geldiği unutulmamalıdır.Yeni Türkiye’nin bölgede yaşananlarla ilgili icraatlarına bakıldığında, ne yazık ki yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gerçeğin idrak edilemediğini ve Sünni-Şii karşıtlığına mahkum bir perspektifle hareket edildiği görünmektedir.Türkiye,tez elden Mısır ve İran ile mutabakat zemini oluşturmanın yollarını bulmalı ve bu coğrafya da Suud-Katar köksüzlüğü ve radikalizmini bertaraf etmenin koşullarını sağlamaya çalışmalıdır.

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis