Celladına Kur Yapmak

George Orwell kült romanı 1984 te geleceğin toplumu üzerinde mutlak egemenlik ve kontrol tesis etmek isteyen iradeye ‘’geçmişi denetim altında tutan geleceği de denetim altında tutar’’cümlesini söyletir. Pekiyi geçmiş nasıl denetim altına alınır? Diyelim ki denetim altına alındı. Bunun geleceği denetim altına almakla ne ilgisi var? Tarih disiplini bizlere, kabaca, geçmişin hikayesini anlatır.Bundan dolayıdır ki iyi bir öğretmendir.Ancak bu anlatış çoğu zaman objektif olmaktan uzaktır.Çünkü anlatıcının dünya görüşü,siyasal pozisyonu,sosyal sınıfı,kültürel aidiyeti gibi hususlar onun tamamen objektif olmasını engeller.Malum, durduğumuz ‘’yer’’le  gördüğümüz ‘’şey’’ arasında yakın bir ilişki vardır.Bu durum, bugünün tarihini yazacak olanlar için de geçerlidir.Enformasyon unsurlarının tarihte hiç olmadığı kadar yaygınlaştığı,bilginin oldukça hızlı yayıldığı bugün bile tarihe tanıklık etmek nerede durduğumuzla alakalıdır.Örneğin bir Amerikalı veya Amerikan değerlerini benimsemiş biri için Irak’ın işgali, o ülke insanlarının  demokrasiyle tanıştırılmaları yani medenileştirilmeleri ve dünya için oldukça tehlikeli olan kitle imha silahlarının çılgın bir adamın elinden alınması amacıyla yapılan oldukça kutsal/değerli bir eylemken,işgale doğrudan ya da dolaylı olarak muhatap Müslüman toplumlar için durum,emperyal karakteri bariz bir ülkenin kimi stratejik ve ideolojik emellerine ulaşmak amacıyla gerçekleştirdiği barbarca bir müdahaledir.Kimilerine göre 12 eylül askeri ihtilali Türkiye’de ki kaos ve anarşiye son vermişken ve yalnızca bu hususiyeti nedeniyle bile taktiri hak ederken,aynı ihtilal kimilerine göre Türkiye’nin küresel kapitalizme ve neo-liberal siyaset tarzına entegre edilmesinin önünü açmıştır.Örnekleri çoğaltmak mümkün…Pekiyi aynı olayın birbirine tamamen zıt  yorumlanmasının önüne nasıl geçilebilir?Ya da bu zıtlığın minimize edilmesi nasıl mümkün olabilir?

Kanaatimce bu noktada tarihin değil,  tarih felsefesi disiplininin imkanlarından istifade etmek gerekecek.Çünkü tarih felsefesi,vakanüvistlerin yaptığı gibi olayı sadece zaman-mekan bağlamında kaydetmekle kalmaz aynı zamanda ilgili olayı iktisadi,içtimai,siyasi,hukuki,ilmi/entelektüel,felsefi/bilimsel bir çok zaviyeden incelemeyi yeğler.Böylece daha sahih bir değerlendirme yapma imkanı kazanırız.Ülke olarak yaşadığımız trajedilerden biri de hiç şüphesiz, tarihi oldukça hamasi/duygusal bir okumanın konusu yapmamızdır.Bu duygusallık ,son iki yüz yıldır Batı karşısında sürekli olarak yaşadığımız geri çekilme halinden bağımsız değil.Ancak bir an önce bu duygusal iklimden kendimizi kurtarıp sahih bir tarih perspektifi geliştirmemiz gerekiyor.Aksi halde halihazırda yaşadığımız kimlik buhranının daha da derinleşerek devam etmesi işten bile değil. Çünkü karşımızda ‘’geçmiş’’ olarak nitelenen ve üzerinde operasyon yapılmaya, yani araçsallaştırılmaya, her zaman müsait bir alan var.Bu alan genelde pasif olarak kabul edilir.Tarih felsefesi, bu pasif kabul edilen alan üzerinde-oysa ki ‘’geçmiş’’ en az ‘’şimdi’’ kadar canlı ve dinamiktir-nasıl çalışılması gerektiğinin imkanlarını öğretir.Geçmişin canlı olduğuna kani olmak, zaman algısında aydınlanma sonrası oluşan ideolojik kırılmanın bilinen insanlık tarihinde ki en katastrofik süreci imlediğini ikrar etmek anlamına gelir.Bu ikrar sayesinde tarihin lineer bir çizgide aktığı iddiasını işlevsiz kılmak mümkündür.Yani Orwell’ın deyimiyle geçmişin ve geleceğin denetim altına alınmasını engellemenin yolu aslında zaman algısında meydana gelen köklü değişimi deşifre etmekten geçer.Bu bağlamda,Cumhuriyet Türkiye’sinin karakteristiği, Osmanlı modernleşmesi süreciyle birlikte ele alınmalı ve son günlerde oldukça düzeysiz olarak seyreden yakın tarih tartışmalarının, tarih felsefesi perspektifinden ciddi bir analizi yapılmalıdır.Muhafazakar demokrat kimliğin öncülüğünde gerçekleşen Kemalizme biat tazeleme seramonilerini,en azından,son yüzelli yıllık tarihi sürecin içerisinden anlamaya çalışarak işe başlanabilir.Bunu yaparken Türkiye namıyla maruf ulus-devletin,Kemalist doktrine yaslanarak gerçekleştirdiği ‘’madunlaştırma’’ ameliyesini de es geçmemek gerekecektir.

Romantik ve hamasi tarih anlatısının gerçeklerle yüzleşme cesaretini ortadan kaldıran bir hususiyete sahip olduğu gerçeği inkar edilemez. Bu tür anlatılar, belki geçici tatminler sağlayabilir. Ancak uzun vadede sahih adımlar atmanın önündeki en önemli engeldir. Yüksek düzeyli farkındalık bilincinin oluşmasına engel olduğu gibi eleştirel dikkat yeteneğini de dumura uğratır.Böylece düşünsel sığlık rutinleşir.Bilinç, yüksek düzeyli çözümleme yapma yeteneğini keşfedemediği için muhatap olduğu sığlığın farkına varamaz.Hatta bu sığlığı deruni bir boyut olarak algılayabilir.Nietzche’nin 19.yüzyılın sonuna doğru işaret ettiği ‘’düşünsel çölleşme’’ tam da budur.Verili olanın değişmeyeceğine olan kesin inanç,düşünsel çölleşmenin muhatabında meydana getirdiği travmalardan sadece biridir.Bu travmayı, tekrar ayağa kalkma/dirilme/direnme/özne olma imkanının olmadığı inancı izler.Nihayetinde ana omurga,yani hakikatle temas kurma iradesinin çöküşü,kaçınılmaz hale gelir.Bilinç,kendisine uygulanan  epistemik şiddetin farkında ol(a)madığı için,eskilerin tabiriyle müşevveş zihin hali tezahür eder.Bundan sonrası tam bir kaostur.Fanatizm böyle bir kaosun içerisinde ürer ve muhatabını terminatörleştirir.Özellikle Müslüman toplumların son iki yüzyıllık tarihi incelendiğinde, hamasi ve romantik tarih anlatısının nelere mal olduğu görülebilir.Nitekim Cumhuriyet Türkiye’si de kurulduğu günden bu yana gerçeklerle yüzleşmek yerine hamaset ve romantizm eksenli bir tavrın ve tarzın egemenliğini yeğlemiştir.Kolonyal müdahaleye maruz kalmamış olmanın övüncüyle efsunlandığımız için ,dahili oryantalist dilin madunlaştırıcı doğasına dair esaslı çözümlemeler yapamadık.Elbette ki ,kolonyal müdahaleye doğrudan maruz kalmamak oldukça önemliydi.Ancak bu durum, Türkiye olarak aslında neye ve niçin maruz kaldığımızın açık edilmesine engel olmamalıydı.Aydınlanma mutlakiyetçiliğinin ve bilimsel tiranlığın rehberliğinde ülke olarak maruz kaldıklarımızın,doğrudan kolonyalist müdahaleye maruz kalan toplumlardan farkını fark edecek bir bilinçlilik halinin inşa edilmesi elzemdir.Bu farkındalık bilinci inşa edilmedikçe oryantalist perspektifin dahilde meydana getirdiği trajediyi deşifre edemeyecek ve ‘’madun’’luğun edilgen doğasında kendimizi kandırmaya devam edeceğiz.Nitekim bugün, bahsini ettiğim bu oryantalist dili ve sebep olduklarını konuşmak yerine,Osmanlı askeri ve siyasi bürokrasisinden,aydınlanma aklına/ufkuna/paradigmasına meftun kimilerinin Cumhuriyete tevarüs eden misyonlarına ilişkin sonu gelmez spekülasyonlar yapıyor ve hatta bu kişi/ler hakkında bir takım efsaneler üreterek, dokunulmazlık zırhı giydirmeye çalışıyoruz.En trajik olanı da, bizzat bu aydınlanmacı kadrolar tarafından madunlaştırılan kitlelerin-ki onlar kendilerini muhafazakar demokrat olarak tanımlıyorlar-adeta cellatlarına kur yaparcasına,maruz kaldıkları epistemik şiddeti ve nesneleştirilmeyi içselleştirdiklerini beyan edercesine bir tavır ve tarz içerisine girmeleridir.Kemalist doktrinin ulviliğine dair son zamanlarda hemen her kesimden serdedilen kanaatler eğer konjonktürel bir tavır alışın neticesi değilse-ki ben konjonktürel olmadığını düşünenlerdenim- ülke olarak ciddi bir kimlik kriziyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

***

Hindistanlı entelektüel Gayatri Spivak’ın Türkçeye ‘’Madun Konuşabilir Mi?’’ adıyla çevrilen eseri,esasında her ne kadar doğrudan kolonyalist müdahaleye maruz kalan Hint toplumunun zihinsel sömürgeleşme sürecine işaret ediyorsa da,argümanlarının doğrudan kolonyalist müdahaleye maruz kalmayan ve fakat Edward Said’in deyimiyle kolonyalizme keşif kolu hizmeti sunan oryantalist perspektifin doğu/Müslüman halklar için çizdiği çerçeveye sadık kalarak,yani din ve hurafe tarafından yönlendirilen toplumları rasyonalitenin aydın ufuklarına taşımak amacıyla müdahaleyi meşrulaştırma düşüncesini deşifre ettiği için kayda değerdir.Spivak’ın kolonyal müdahaleye maruz kalmış Hint toplumu için yaptığı çözümleme aslında dolaylı olarak bizim durumumuzu da özetler mahiyettedir.Madun’un konuşamaması ,onun maruz kaldığı zihinsel sömürgeleşmenin sonucudur ve bu sömürgeleşmeyi oluşturan da oryantalist dilin bizatihi kendisidir.Madun ise,kolonyal/oryantalist perspektifin mahkumu olmuş,bu mahkumiyeti içselleştirmiş,toplumsal hareketlilik yapılarına erişimi engellenmiş,nesne kalmayı kabullenmiş,kendi öyküsünü/hikayesini anlatacak dilden mahrum, isyan bilinci örselenmiş ve adeta uysallaştırılmış,muti olmaya rıza göstermiş kişi ve gruplar için kullanılan bir kavram.Doğu’yu geleneğin ve dinin baskısı altında asırlarca özbilinçten yoksun olarak kodlayan oryantalist dil,Doğu toplumlarının kendilerini temsil edemeyeceğini, bu nedenle onların temsil edilmesi gerektiğini sadece Avrupa’ya değil bizzat Doğu’nun kendisine de ikna edici(!) bir biçimde benimsetmiştir.Bu benimsetme öylesine kalıcı tesirler bırakmıştır ki, Cumhuriyet Türkiye’sinin attığı radikal modernleşme adımları oryantalist dilin tanımlama,kodlama,hakim olma,içeriklendirme ve temsil etme hususiyetlerinin tamamını içermektedir.Aydınlanma paradigmasına ram olmuş bir zihnin ürünü olarak  Cumhuriyet devrimleri,kolonyal müdahaleye maruz kalmamış olmanın verdiği özgüveni folklorikleştirmiştir.

Spivak’ın, kolonyalizmin ‘’tanımadan önce tanımla’’  sinsi taktiğine dikkatlerimizi çekmesi aslında tesirleri bugün oldukça görünür olan bir duruma işaret eder. Tanımlama,esasında madunlaştırmanın ön koşuludur.Nitekim Kemalizmin de Cumhuriyet devrimlerinin kavileştirilmesi sürecinde muhalif unsurları mürteci,bölücü,ayrılıkçı şeklinde tanımlaması ve sonradan atacağı adımları(özellikle seküler bilginin egemen kılınması sürecinde)bu tanımlamalar üzerinden meşrulaştırması oldukça manidardır.Çünkü tanımlama, esas itibariyle, mutlak anlamda bir içerik yüklemesi anlamına gelir.İçeriğin belirlenmesi, belirleyeni özneleştirir.Yani kavramsallaştırma, burada özne-nesne ilişkisini belirleyen anahtar unsurdur.Kemalist paradigmanın, aydınlanma dilini merkeze alarak yaptığı tüm tanımlar, muhatabını madunlaştıran bir hususiyete sahiptir.Şairin ’’Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya’’ deyişinde ki ‘’paryanın’’ yerine ‘’madunu’’ koysak, herhalde kafiyenin dışında değişen bir şey olmaz.Tanımlama/içeriklendirme aynı zamanda müdahale edilebilir hale getirmenin de imkanını sağlar.Öznenin nesne üzerindeki tahakkümü böylece belirginlik kazanır.Bu tahakküm Kemalist paradigma için oldukça önemli bir işlevsellik alanı oluşturmuştur.Klasik kolonyalizmin miadını doldurduğu ve post-kolonyal sürecin başladığı bir vasatta-ki bu vasat aydınlanma aklının ve ufkunun aşılamayacağına dair inancın kavileşmesi sürecini imler- Kemalizm de ,muhafazakar demokrasiyle yakınlaşarak,ya da tam tersi,post-Kemalizm şekline bürünmüştür.

Aslında post-kemalist süreç 1990’lı yıllardan beri yaşanıyordu.İslamcı-Sol-Liberal entelijansiya arasında Kemaizmin elitist,üsttenci,buyurgan ve ulusçu karakterine yönelik olarak gerçekleştirilen eleştirel tazyik oldukça etkili olmuştu.Hatta denebilir ki 2000 li yılların başında muhafazakar demokrat kimliği iktidara taşıyan da 1990 lı yıllarda oluşan birikimdi.Ancak Kemalizm her ne kadar kısmi bir geri çekilme süreci yaşadıysa da,uzun yıllar otoriteyi elinde bulundurmuş olmasından dolayı karşıtını da kendisine benzetmişti.Ancak bu benzetiş ’’taklitler ancak asıllarını yüceltir’’ türünde bir benzetişti. Yani Kemalizm,yeterince asimile olduğu kanaatine vardığı için muhafazakar demokrat kimliği tanımıştır.Şimdilerde ikisi arasında tesis edilmeye çalışılan barış, esasında iki ‘’özne’’nin barışı değil öteden beri muhatabını madunlaştıran iradenin, adeta yeni bir zafer daha kazanmışçasına, büyük bir kibir ve istiğna ile gerçekleşen barıştır.Öyle ki bu süreçte muhafazakar demokrat kimlik, tam da madunluğun karakteristik özelliği olan, istatistik malzemesi olmaktan öteye gidemeyen bir pozisyondadır.Muhafazakar demokrat kimliğin kendisini meşrulaştırmak için sürekli olarak sayıların himmetine sığınmasının arka planında,madunların nitelikle yan yana gelemeyeceği yani nitelik üretemeyeceği oryantalist/aydınlanmacı perspektifinin zımni kabulü vardır.Nitekim ara ara muhafazakar demokrat  bürokratlardan gelen ‘’kültürel iktidarı gerçekleştiremedik’’ itirafı/hayıflanması, esasında niteliğin egemenliğini tesis edemedik anlamına gelir.Kemalist çevrelerin eleştiri oklarını en fazla yönelttikleri alanların kültürel alanlar olması, muhafazakar demokratların niceliksel egemenliklerinin çokta fazla işe yaramadığını göstermiştir.Muhafazakar demokrat kimliğin iktidarı boyunca kültürel alanlarda yaşanan nitelik zaafiyeti,aydınlanma aklının/ufkunun/tavrının ve tarzının ne kadar yüce olduğuna dair Kemalist çevrelerde beslenen kanaatleri güçlendirmiş, aynı zamanda yıllarca Kemalist doktrin tarafından asimile edilen kesimlerin yeniden ayağa kalkma iradelerini ellerinden almıştır.Aydınlanma aklına teslimiyet anlamına gelen bu durum, İslam’ı sadece manevi bir tatmin vasıtası olarak tanımak niyetindedir.

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis