Kolonyalizmin Entelektüel ve Akademik Veçheleri

 

20.yüzyıla anıtsal Oryantalizm(şarkiyatçılık)eseriyle damga vuran Edward Said , Kolonyalizmin “keşif kolu” hizmetini şarkiyat araştırmalarının gördüğüne ilişkin yakıcı bir tespitte bulunur.Doğu’yu-buradaki Doğu esasında Müslümanların yaşadığı coğrafyadır- nesneleştirmek,operasyonel kılmak,ehlileştirmek için çok yönlü araştırmaların yapıldığı şarkiyat enstitülerinin, günümüze “bölge araştırmaları” adıyla tevarüs ettiğini ve halihazırda oldukça işlevsel olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz.Kendisini bir öteki olmadan tanımlayamayan Oksident(Batı)’in, entelektüellik kılığına bürünmüş kolonyalist perspektifi, bilginin nasıl araçsallaştırıldığını görmek açısından ibretlik bir durumdur.Entelektüel bir dayanağı olmaksızın cari kılınması mümkün olmayan kolonyalizmin,şimdilerde insan hakları,hümanizm,demokrasi,kadın hakları,emansipasyon,toplumsal cinsiyet farklılıkları gibi albenili söylemlerle toplumlarımızda icra ettiği misyona ilişkin farkındalık bilinci geliş/tiril/meden “direniş dili” inşa etmek ,kanaatimce,mümkün değildir.

Kökleri kadim Yunan’a kadar uzanan ve muhatabını medenileştirme,ehlileştirme,uygarlaştırma hakkını kendisinde gören ve bu hakka sahip olmanın “kaçınılmaz” neticesi olarak “müdahaleyi” meşrulaştıran kolonyal söylem, zannedildiğinin aksine, oldukça köklü bir geleneğe ve yabana atılamayacak büyüklükte bir entelektüel desteğe   sahiptir.Öyle ki Sol’un büyük ideoloğu Marks bile, Britanya’nın Hindistan’ı sömürgeleştirmesini meşru görür.Ona göre Britanya’nın kolonyal istilası öncesinde Hindistan’ın mevcut köy sisteminde alkışlanacak hiçbir şey yoktur.Sosyalizmin bu büyük düşünürü,en azından vicdanını rahatlatmak için, bir yandan Britanya emperyalizminin Hindistan’da sebep olduğu yıkıma lanet okurken , öte yandan Hindistan’ın pastoral köy cemaatlerinin Şark despotizminin sağlam temelleri olduğunu,insan zihnini bağnazlığın karşı konulmaz aracı haline getirdiğini iddia eder.Yani kolonyalizm olmasaydı bu Şarklılar asla ve kat’a medenileş/e/meyecekti demeye getirir bir anlamda.Her ne kadar bu medenileş/tir/me süreci kanlı olsa da ,nihai kertede insan zihninin ihtişamını ve tarihsel enerjisini soğurup, geleneksel yönetim biçimleri altında köleleştiren ve böylece onu en dar cendere içine hapseden Şark kültürü değiş/tiril/miştir.

Elbette ki değişim bugünden yarına gerçekleşen bir olgu değildir. Her şeyden önce bir süreç gerektirir. Bununla birlikte değişimi olumlayacak bir ideolojik çerçevenin, ilgili toplum tarafından kabulü şarttır. Hindistan gibi hareketin/değişimin pek de rağbet görmediği bir coğrafyada, öncelikle değişimin erdemine ilişkin yeni bir “yorum” gerekmektedir.Bunun için de tarihin yeniden yazımı şarttır.Avrupa’nın aydınlanma sürecinde farkına vardığı(!) ilerlemeci tarih tasavvuru,Britanya sömürge yönetimi altındaki Hindistan için de cari kılınmaya çalışılır.Kayıt altına alınmayanın(yazılı olmayanın) kayda değer olmadığı ön kabulüne yaslanan bu tarih tasavvuru, büyük oranda sözlü geleneğe(ki bu ifade dahi aydınlanmacı yaklaşımın ürünüdür)yaslanan Hindistan için tarihin yeniden yazılması ve yorumlanması demektir.Bu görev, Avrupa’nın Şarkiyat enstitülerinde görevli bilim adamlarınca oldukça mahirane bir şekilde icra edilir.George Orwell’ın deyimiyle “geçmişi denetim altında tutan/lar geleceği de denetim altında tutarlar”.

Yeni yazılan bu tarihte Hint toplumunun değişimi/ilerlemeyi tasvip eden bir geleneğe sahip olduğu tezi özellikle işlenir. Kolonyal müdahalenin işlevselliğine halel gelmemesi için toplumun geleneğinde içkin işgale, baskıya ve sömürüye direniş içeren her türlü hikaye,yazılı olmadığı gerekçesiyle dışarı atılır.Hatta böyle bir şeyin hiçbir zaman vuku bulmadığı tezi işlenir.Hindistan’ın tarihi diren/e/meyen edilgen insanların imparatorluklar tarafından istiskal edilişi olarak kodlanır.Böylece Hint modernleşmesinin yol haritası da çizilmiş olur.Sadece Avrupa’nın takip ettiği yoldan giderek modernleşmek mümkündür klişesi ,Hindistan için kaçınılmaz kılınır.Avrupalı özne, Hindistan’da bir nevi kendi ilkel/barbar geçmişini görmektedir.Burayla olan temas, esasında Avrupalı öznenin geldiği “ileri” durumu fark etme ve ettirme amaçlıdır.Edward Said’in diliyle söyleyecek olursak “Oryantalist/Şarkiyatçı aklın temel koşulu dışsallaştırmadır.Şarkiyatçının Şark’ı konuşturması burayı Batılı(Oksident) için anlaşılır kılma amaçlıdır.”Bu anlaşılır kılma ameliyesinin kolonileştirme ile çok yakın bir ilişkisi vardır.Batı için anlaşılır olan Şark, artık operasyona hazırdır.Operasyonun orkestra şefleri ise genelde entelektüeller ve bilim adamlarıdır.

Durum diğer geleneksel toplumlar için de farklı değildir. Bir bütün olarak Şark ,despotik,edilgen,şehvetperest,itaatkar ve insan altı olarak kodlanır.Bu kodlama bir başkalık/öteki üretme sürecini içkindir ve bugün dahi mer’iyettedir.Orient(Doğu)’in Oksident(Batı) karşısındaki durumu, kölenin efendi karşısındaki durumuna benzer.Batı kimliğinin belirginlik kazanmasında-ki bu belirginlik uygarlık misyonu ve üst insan anlatısını içkindir-Doğu’nun yeri vazgeçilmezdir.Esasında buradaki Doğu imgesi verili değil, üretilmiş bir imgedir.Bu üretimde hiç şüphesiz akademik havzanın rolü hayatidir.Bilginin tahakküm kurmak amaçlı üretildiği bu havza, insan-insan ve insan-tabiat ilişkisini mekanik bir bağlama hapsederek, Aydınlanma paradigmasının kemale ermesine yardımcı olmuştur.Denebilir ki üniversite,Aydınlanma öncesinde dini yorum tekelini elinde tutan ve bu “yorum tekelini” Hıristiyanlığın küreselleşmesi için kullanan kilisenin misyonuna benzer şekilde, Avrupamerkezci insan,evren,tarih,zaman ve mekan telakkisinin Avrupalı olmayan uluslara dayatılması için bilimi araçsallaştırmıştır.

Özellikle filoloji, antropoloji, arkeoloji ve sosyoloji disiplinleri kolonyal müdahaleyi meşrulaştıracak bilgininin üretiminde oldukça etkili rol oynadılar.Kültürel antropoloji ,geleneksel toplumların sözlü geleneğini kayıt dışı olduğu gerekçesiyle reddederken, filoloji, Sami dilleri ile Hint-Avrupa dilleri arasında uygarlık üretme kalitesi bağlamında farklılıklar olduğu tezini işlediler.19.yüzyılın ünlü filoloğu Ernest Renan, filolojiyi yalnızca modernlerin sahip olduğu karşılaştırmalı bir disiplin ve Avrupa’nın üstünlüğünün bir simgesi olduğunu iddia etti.15.yüzyıldan beri insanlığın gerçekleştirdiği ilerlemeyi filolojiye mal eden Renan “gerçeklik ile doğanın açıkça görülmesini,dolayısıyla doğaüstücülüğün defedilmesini ve böylece doğa bilimlerindeki keşiflere ayak uydurulmasını filoliji temin eder” savıyla dilleri, gerçeklikle temas kuran ve kuramayan olarak tasnif etti.Hint-Avrupa dillerinin doğaüstücülükten kurtularak uygarlık adımlarını sağlamlaştırdığı tezi, böylece anlamlı hale gelir.Sami dilleri ise, metafizik dünyayla olan temaslar nedeniyle itaat ve kölelik yanlısıdırlar.Değişime ve ilerlemeye kapalıdırlar.

Aslında Renan, Müslüman entelektüel havzaya yabancı biri değildir. Bu ünlü filoloğun 19.yüzyılın sonuna doğru Sorbonne da yaptığı “İslamiyet ve Bilim” başlıklı konuşma, Cemalettin Afgani’den Namık Kemal’e kadar bir dizi İslamcıyı harekete geçirmiştir. Sami dillerin ilerleme,değişim gibi olgulara olan yabancılığına dikkat çeken Renan’ın, buradan hareketle “İslam mani-i terakkidir” sözü ,dönem itibariyle İslamcı entelijansiya arasında sarsıcı bir etki yapmıştır.Namık Kemal’in Renan Müdafanamesi adıyla oldukça üst perdeden yazdığı cevap ,bir yandan Renan’ın İslam hakkında ki cehaletini yüzüne vururken,diğer yandan İslam’ın ilerleme,değişim,bilim gibi olgulara nasıl baktığına ilişkin bir çözümleme denemesidir.Şu cümleler Namık Kemal’e aittir.”Mösyö Ernest Renan’ın kuruntularına göre Müslümanlar,Cenab-ı Hak ilerleme ve kuvveti kendi Zat’ına ait özelliklerden ayrı olarak kime isterse ona verir inancında bulundukları için eğitim,bilgi ve kültürce ve Avrupa fikrini oluşturan her türlü meziyete Müslümanlar tam bir aşağılama ile bakarlar imiş! Gerçek itaat edilecek Zat olan Allah’ın ihsanını,iyiliğini her türlü kayıt ve sebepten uzak bilmek,yanlış bir inanç mıdır?....Bilgi ve kültür,çok nazlı bir sevgilidir ki ,ona aşık olanlar yalnız ona kavuşmak için ömürlerini feda ederler.İlmi menfaat elde etmek için tahsile çalışanların ,hiçbir vakit ,bilgi bakımından seçkin bir makama ve olgunluğa ulaştıkları bilinemez.”

Kolonyal müdahalenin entelektüel üstadı Renan, dil gibi ontolojik bir olguyu ilkellik-medenilik bağlamında tartışarak önemli bir misyon icra etmiştir. Akademik çalışmalardan edindiği hiyerarşik perspektif, onun dilleri de organik-inorganik olarak tasnif etmesinin ve böylece dilin kutsalla olan ilişkisini yok saymasının metodolojik arka planını oluşturur. Seküler bilginin egemenliğinde oldukça hızlı bir “ilerlemenin” yaşandığı 19.yüzyıl Avrupası’nın çocuğu olan Renan’ın, dilin kutsalla olan ilişkisine indirdiği öldürücü darbeler, bir yandan dinlerin ilkel/arkaik/primitif bir doğaya sahip olduğu tezini güçlendirirken ,diğer yandan çağdaş İslam düşüncesinde hermenötik perspektifin yerleşmesine zemin hazırlar.Renan’ın elinde dil, adeta bir laboratuar malzemesi olarak işlev görür.Ona göre Sami dillerinden(Arapça,İbranice,Aramca) herhangi birini konuşan toplumlar, uygarlık adına hiçbir şey üret/e/memişlerdir ve üretemezler.Uygarlık yolunda sahih adımlar atmanın yolu Hint-Avrupa dil ailesine dahil olmaktan geçer.Sami dilleri, bir nevi kısırlığa mahkum edilir.Üretmek, ancak doğurgan olan Hint-Avrupa dilleri için mümkündür tezi işlenir.Bizde de harf inkılabı sonrası yaşananlar, Renan’ın bu perspektifinin etkisi altında şekillenmiştir.Türkçenin, Hint-Avrupa dil ailesine ait olduğu özellikle vurgulanarak, uygar Avrupa kültürüne dahil oluşumuz muştulanır.Böylece Türklerin de uygarlık üreten bir tarihi arka plana sahip oldukları ispatlanmış olur.Arapçanın bilimsel/akademik çalışmalara ve modern dünyanın bilimsel “dil”ine yabancı oluşu üzerinden, dil devriminin meşruiyet zemini oluşturulmaya çalışılır.Uygarlaşma/çağdaşlaşma adımı olarak dil devrimi, esasında yeni bir düşünme biçimine adım atışın da göstergesidir.Bu düşünme biçimi kolonyalizmin entelektüel üstatlarının oldukça yoğun çabalarla oluşturduğu “metafizikten/kutsaldan arındırılmış dil aracılığıyla düşünmedir”.Böylece tüm kavram ve kurumlar bu bağlama uygun olarak yeniden şekillendirilir.

Bir sonraki adım, Tarihi yeniden yazmaktır. Tıpkı Britanya’nın Hindistan’a yaptığı ya da 19.yüzyıl Çin ve Japonya’sında olduğu gibi Tarih, ulusal kimliğin inşası amacıyla yeniden kurgulanır. Ulu cetler bulma saikiyle laboratuar ortamlarında üretilen yeni tarih, toplumlara enjekte edilir. Silip yeniden yazma amacıyla yapılan bu çalışmaların, geleneksel olanla acımasızca hesaplaştığına tanık oluruz.Din tarafından yorumlanan dünyanın yerini, dünya tarafından yorumlanan din alır.Bu süreçte kültürel antropoloji ve arkeoloji disiplinleri hayati bir rol oynar.Nasıl ki antropoloji disiplini,Avrupalı olmayan toplumları Avrupalı’nın gelişmemiş versiyonu olarak kodlamış ve bu kodlama üzerinden “müdahale”yi haklılaştırmışsa, bizde de,ulusal bilinci tahkim etmek amacıyla tarih disiplinini araçsallaştıranlar,yeniden yorumlanan geçmişe itiraz edenleri “kıvama getirilmesi gerekenler” olarak kodlamıştır. Kıvama getirmenin en iyi aracı da, hiç şüphesiz ki, akademi yani üniversite olmuştur.

Üniversite/akademi sadece üniversal olanı üretmekle kalmaz, aynı zamanda kendi dışında üretilen bilginin, şayet kendisi tarafından onaylanmamışsa, kayda değer olmadığını da tespit eder. Böylece bilgi üretme sürecinin yegane öznesi olduğunu tescillemiş olur. Akademik meşruiyet, ancak ve yalnızca seküler ve bilimsel bilginin rehberliğinde mümkündür. Kutsal olanla arasına kalın duvarlar örmüş “araçsal aklın” rehberliğini kabul etmeden,akademyada meşruiyet kazanmak mümkün değildir.Akademi ,özellikle 20.yüzyılda,bir yandan yeni ulus devletlerin milli/ulusal kimliğinin tahkimi için ihtiyaç duyduğu tarih ve coğrafya bilgisini üretirken(ki bu iki alan zaman ve mekan tasavvuru için elzemdir) diğer yandan aydınlanma paradigmasının ilgili ülkede meşruiyet zemini bulabilmesi için çaba sarf etmiştir.Mikro milliyetçilikler aracılığıyla ayartılan çoğu Müslüman toplumlar , kolonyalizmin şekil değiştiren doğasından haberdar dahi olamaz.Aydınlanma devriminin kavram ve kurumlarına teslim olan üniversiteler bünyesinde kurulan sosyoloji,filoloji,dil-tarih v.b fakülteler ilgili toplumu Avrupalı öznenin geçirdiği aşamaların, insanlığın değişmez kaderi olduğuna, yani bütün toplumların bu süreçlerden mutlaka geçeceği tezine ikna etmek için uğraşır.Böylece Avrupa’da 17.yüzyılla beraber ortaya çıkan ulus-devlet ve ulusal kimlik bilinci, imparatorluklar bünyesinde talep görür.Türkiye’de de Cumhuriyetle birlikte hızlanan dil-tarih ve kültürel antropoloji çalışmaları, Türk ulusuna köklü bir yüce geçmiş bulmak ve Türklerin İslam öncesinde de oldukça asil ve uygarlık dostu olduklarını tescil etme amacı güder.Türk Tarih Tezi bu bağlamda üretilmiş bir argüman olması münasebetiyle dikkate değerdir.Ulusal/milli bilincin gelişmesi, bir yandan emperyalist tahakküme karşı “görece” barikat işlevi görürken, diğer yandan “sınır içinde” homojenliği esas almasından dolayı otokratikleşir.

Üniversitenin/akademinin en gösterişli zaferi hiç şüphesiz Napolyon’un Mısır seferinde görülür. Sadece askerlerle değil yanına aldığı düzinelerce bilim adamıyla Napolyon’un Mısır işgali,kültürel iktidarın askeri iktidardan daha kalıcı olduğunun işaretidir adeta.Bilim adamları arasında, yukarıda da dikkat çekmeye çalıştığımız, antropolog ve filologlar kilit taşı konumundadır.Bunların yanında bir de 16.yüzyıldan sonra Batı tarih yazımında devrim niteliğinde değişimler yapan,tarihi kayıt altına alınan yazılı kanıtlara indirgeyen ve sözlü gelenek kavramını üreterek geleneksel toplumları bir anlamda “Tabula Rasa” konumuna indirgeyen tarih felsefecilerinin tilmizleri de vardır.Mısır’ın İskenderiye kültürüne ev sahipliği yapmasından mülhem kadim Yunanla kurulan bağ, Avrupalı özneye buralara gelişinin sebepsiz olmadığını hatırlatır.Bu entelektüeller ordusu, on dokuz yıl gibi kısa bir sürede Mısır’ın kültürel gen haritasını 24 ciltlik bir eserde toplamayı başarır.Öteden beri Doğu’yu, uygar Batının ötekisi/antisi olarak kodlayan oryantalist perspektif,bu çalışmasıyla “uygarlık misyonu” tezini ,özellikle Müslüman toplumlar için, tahkim eder.Napolyon Mısır’da fazla tutunamaz.Ancak beraberinde getirdiği entelektüellerin Mısır da bıraktığı iz kalıcıdır.Sonraları iktidarı devralacak olan Kavalalı Hanedanlığı, Osmanlıyı bile geride bırakacak bir modernleşmenin adımlarını atacaktır.Maksat hasıl olmuştur.Kültürel iktidar, Mısır da askerlerden daha etkili olmuştur.

Bu işgalin Mısır uleması üzerinde bıraktığı tesir de dikkat çekicidir. Sonraları Ezher Şeyhi de olacak olan Hasan El Attar’ın, Napolyon’un getirdiği bilim adamlarıyla kurduğu temas neticesinde ülkesinin değişmesine olan inancı artar. Fransızların elde ettiği başarıları baş döndürücü mahiyette gören Attar, modern Batılı ilimlerin İslami eğitim kurumlarında verilmesinden yanadır.Ancak seküler bilimlerin geleneksel İslami ilimlere meydan okuduğunu da görerek,kendi içinde bir paradoks yaşamaktadır.Afgani-Abduh çizgisinden önce Mısır da reform gerçekleşmesi gerektiği tezini işleyen belki de en önemli şahsiyetlerden biridir Attar.İslam dünyası, şayet ayakta kalacaksa(kalmak istiyorsa diye de okunabilir), modern Batılı bilim geleneğine bigane kalamaz diyerek sonraki bir çok reformcuya da örneklik edecek “Batıyı mağlup etmek için Batılı bilim” tezini işler.Ancak Napolyon işgali sırasında Ezher’in durumu içler acısıdır.İslam Dünyası’nın bu en köklü kurumu, Napolyon’un ‘’Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” diye başlayıp yer yer Osmanlı sultanına perestiş eden ve Fransızların sadık Müslümanlar olduğunu beyan eden fermanındaki hinliği anlayamaz.Kolonyal dil, bir kez daha muhatabını efsunlamayı başarmıştır.Sonraları Kavalalı tarafından gönderilen Rifa’a Tahtavi’yi ağırlayacak olan Fransa,Mısır’ın bu meraklı çocuğunu kendisine hayran bırakacaktır.Tahtavi, kolonyalistlerin gözünde artık klasik bir Şarklı değil,Garb adına uygarlık misyonu yüklenmiş kişidir.

Ne ilginçtir ki, Osmanlı’da ortaya çıkan Jön Türk hareketi de farkında olarak veya olmayarak Tahtavi’nin izinden gider.19.yüzyılın göz kamaştıran ülkesi hem Osmanlı hem de Mısır nazarında Fransadır. Fransızca bilmek büyük bir meziyet olarak kabul edilir. Osmanlı elitlerinin malikaneleri Fransız mürebbiyeleriyle doludur.Fransız entelektüelleri,özellikle Roussuou ve Comte,baş tacıdır.Comt’un ilerlemeci tarih çözümlemesi,Osmanlı ve Mısır entelektüellerinin serlevhasıdır.İnsanlık tarihini teolojik-metafizik-pozitivist evreler şeklinde kodlayan Comt’un ilerlemeciliği,İslam dünyasının geri kalmışlığını ortadan kaldıracak bir formül olarak işlenmeye başlar.Oryantalist/kolonyalist perspektifin sadık hizmetkarı olarak Tahtavi-Jön Türk çizgisi ,sonrakilere mankurtlaşmış bir bilinç mirası bırakır. Gerek Osmanlıda gerekse Mısır da yapılan eğitim reformlarının başarısız olmasında en önemli etken bu mankurtlaşmış bilinçtir. Cumhuriyetle birlikte köklü bir değişim geçiren eğitim-öğretim sistemi, insan-evren-zaman-mekan-tarih telakkisini bütünüyle Avrupamerkezci düşünüşe teslim etmiştir. Din dahi, Ankara Üniversitesi bünyesinde kurulan İlahiyat fakültesi aracılığıyla, bu paradigmaya göre tanımlanmaya çalışılmıştır.Batılı metodolojiye teslim olan akademik havzanın din algısı artık,Hıristiyanlıkta olduğu gibi, kurumsaldır.Bütün bir hayatı tanzim etmesi gereken din,parçalı düşünmenin tabi neticesi olarak ve pek tabiî ki Hıristiyanlık benzeri bir konuma mahkum edilerek, kurumsal bağlama hapsedilir.Esasında Müslüman bir toplum için patolojik bir duruma işaret eden laiklikle uzlaşma, bu vesileyle meşruiyet kazanır.

Hemen bütün halkı Müslüman ülkelerde üniversite/akademi, ulusal bilincin dinden bağımsız tahkimini sağlamak amacıyla misyon üstlenir. Tarihin ulus yaratma amaçlı olarak amansızca istismar edildiği 19.yüzyıl tarih yazımından etkilenen bu perspektif, dini, milli kimliğin stepnesi olarak tanımlamayı yeğler. Böylece halkı Müslüman ülkelerde din, itikadi bir varoluşun öznesi değil kültürel bir varoluşun nesnesi olarak işlev görmeye başlar. İslam sayesinde şeref kazanan toplumlar, İslam’a şeref kazandırmakla/hizmet etmekle övünür duruma gelir. Arap İslam’ı,Türk İslam’ı,Fars İslam’ı v.b şeklinde ulusal kimliğin yedeğinde yapılan tanımlamalar, hep bu perspektifin sonucudur.Kolonyal aklın,tarihi ulus yaratma amacıyla araçsallaştıran karakteri böylece meyvelerini vermiş olur.Mikro milliyetçilikleri özümsemek suretiyle kolonyalistlerin tuzağına düşen Müslüman havzalar,daha genelde Şark(Doğu),şimdilerde yakinen müşahede edildiği üzere,evrensel İslami bilincin ve ufkun temsilcisi olmayı başaramaz hale gelir.Her ulusun akademik/entelektüel havzası ,tarihi kendi duruşunu meşrulaştırmak amacıyla araçsallaştırır.

Bu süreç sadece halkı Müslüman ülkeler için cari değildir hiç şüphesiz. Bütün bir Şark, kolonyal aklın ulusal tarih yaratma amaçlı çabalarından etkilenir. Osmanlı entelektüel havzasının modernleşme hamlelerini örnek aldığı Japonya’nın,19.yüzyılda radikal bir restorasyondan geçmesi tesadüf değildir.Meiji Dönemi modernleşme hamleleri ile Japonya,kolonyal aklın tesiri altında kalan entelektüelleri aracılığıyla,asırlık birikimi olan sözlü ve yazılı geleneği Comtçu tarih perspektifi zaviyesinden yorumlamaya başlar.Kimi Japonlar geçmişi,ağırlıklı olarak feodal hususiyetinden ötürü, barbarlık yılları olarak kodlar.Hatta bu yıllara özgü tarihi kayıtlar bilerek görmezden gelinir.Bu görmezden gelmeyi/kayıtsızlığı sistematikleştirmek için 1875 te genişletilmiş bir tarih yazım dairesi kurulur.Amaç “Büyük Japonya’nın Kronolojik Tarihini” derlemektir.Bizde Cumhuriyet sonrası başlatılan ulus yaratma amaçlı tarihi istismar etme ameliyesinin, Japonya da ki karşılığı görüldüğü üzere daha erkendir.Osmanlı entelektüelleri arasındaki muadilleriyle karşılaştırıldığında,Japon enlektüel/akademik havzasının tarihe yaklaşımı benzerdir.Çünkü her iki imparatorlukta Alman tarih yazımından etkilenmiştir.Daniel Wolf’un deyimiyle “1880 lerde Almanya’yı ziyaret eden Japon yetkililer milliyetçilikle tarih ve büyüyen bir askeri kapasite arasındaki ilişkiden etkilenmişlerdi.Almanya birden fazla konuda hayranlık uyandırıyordu ve bunun ileride meşum sonuçları olacaktı.” Bu durum,kanaatimce, özellikle I.dünya savaşına giden yıllarda kimi Osmanlı bürokratları üzerindeki Alman hayranlığını da açıklar.Almanlarla yapılan ittifak sadece askeri amaçlı değildir hiç şüphesiz.Ulusal bilincin oldukça güçlü olduğu bu Avrupa ülkesinin, “vatan” arayışında olan Osmanlı askeri ve siyasi bürokratlarına, ihtiyaçları olan entelektüel desteği sağladığı inkar edilemez.

Benzer durum Çin için de geçerlidir. Osmanlı’da tanzimatın ilan edildiği tarihlerde Çin, Batı entelektüellerinin eserlerini okumak için bir tercüme bürosu kurmaktadır. İnsanlık tarihinin bu en kadim ülkesinin bazı entelektüelleri, geleneksel kodlarının kendisini tarihin taşrasına ittiğini düşünmektedir. Tarihi doğrusal bir süreç olarak gören klasik Konfiçyus geleneği,ilerlemeye razı olsun için yeniden yorumlanmaya başlanır.Özellikle Britanya ve Fransa karşısında alınan mağlubiyetler ve ayrıca Rus ve Japon komşularının imparatorluktan parçalar koparması, Çin modernleşmesine kapı aralar.Aynen Osmanlı’da olduğu gibi, modernleşmenin gerekçesi askeri mağlubiyetler ve toprak kaybıdır.Toprak kaybettikçe “vatan” kavramına sığınan ve böylece ulusal bilinci güçlenen Osmanlı’da olduğu gibi Çin de, yaşadığı mağlubiyetlerin üstesinde gelmek için, tarihini ,ulusal bilincin yaratılması amacına matuf olarak araçsallaştırır.Komşusu Japonya’nın aldığı mesafeye gıpta eden Çin’in, ulusal tarih yaratma ihtiyacını hiç şüphesiz kolonyal akıl arşılar.Gelenek, moderniteye direnemiyorsa, o zaman “direnebilmek için” ulusal bilinç inşa edilmelidir.Nitekim Çin’in kimi entelektüelleri bu süreçte hayati rol oynar.Bizde İslam’ın ilerlemeye mani olmadığını iddia edenlere benzer şekilde, kimi Çinli entelektüeller Konfiçyusçuluğun ilerlemeyle barışık olduğunu ispatlamaya çalışır.

Kolonyalizmin entelektüel misyonerlerinin 20.yüzyıldaki icraatları ise benzersizdir. Özellikle Latin Amerika’nın küresel sisteme entegrasyonu ile Ortadoğu havzasının sürekli kaos üretecek şekilde kodlanması, bu misyonerlerin marifetidir.14.yüzyılın ilk çeyreğinden beri Orient/Doğu’ya dair biriktirilen bilgi Napolyon’un Mısır işgaliyle meyvelerini vermiş ve 19.yüzyılla birlikte yeni bir tarih yazımının oluşmasına zemin hazırlamıştı.Bu tarih yazımı ulus devletleşme sürecini hızlandırmış ve ilerlemeci tarih anlayışının kökleşmesine hizmet etmişti.Ancak şimdi kapitalizmin kökleştirilmesi gerekmektedir ve ulus devletler bu sürecin kemale ermesini geciktirmektedir.Milliyetçilik nosyonu, kapitalizmin karşısında engel olarak durmaktaydı.Tam bu noktada Yeni kolonyal dil ortaya çıktı.Yine üniversite ve akademik havzaların desteğiyle bu sefer kapitalizmin küreselleşmesinin yol haritası çizildi.Dünyanın en popüler üniversitelerinin iktisat,sosyoloji ve tıp(20.yüzyılda yıldızı iyice parlayan Tıp,”hijyen yoksunluğu”,”elverişsiz sağlık koşulları”,yetersiz beslenme” gibi yaldızlı argümanlarla yeni kolonyalizmin en sadık havarisidir)bölümleri Yeni Kolonyal dilin inşası için misyon yüklendi.Artık filoloji,arkeoloji ve antropoloji eskisi kadar popüler değildi.

Bu noktada Latin Amerika’nın kapitalistleştirilmesi sürecinde Chicago,Harward ve Berkeley üniversitelerinin rolü oldukça önemlidir.Naomi Klain’in de dikkat çektiği üzere bu üniversitelerin iktisat fakülteleri, ilgili ülkelerden getirilen öğrencilerin serbest Pazar ekonomisinin erdemleri(!) konusunda bilgilendirildikleri, sonra ise askeri ve siyasi nüfuz kullanarak o ülkelerin ekonomi üstatları olarak kodlandıkları yerlerdir.Soğuk savaş hikayesinin en zirvede olduğu 1960’lı ve 1970’li yıllarda milliyetçi-sol akımın anti-kapitalist söylemi, kapitalizmin daha radikal adımlar atmasını sağlamıştır.BU radikal adımlar arasında hiç şüphesiz askeri müdahaleler de vardır.Şili ve Arjantin de gerçekleşen askeri darbeler bir yandan solun belini kırma görevlerini yerine getirirken, diğer yandan serbest Pazar ekonomisinin cari kılınmasına yönelik adımlar atmaktadır.Aydınlanma paradigması, kendi çocuğu olan Sol’u boğma niyetindedir.Chicago okulu aracılığıyla atılan bu adımların en başında, hiç şüphesiz kamuya ait olan malların(madenler,elektrik santralleri,petrol rezervleri,ulaşım hizmetler v.b.) özelleştirilmesi gelmektedir.Özelleştirme süreçleri oldukça kanlı geçer.Şili ve Arjantin’de binlerce insan katledilir.Oluşturulmaya çalışılan serbest özel mülkiyet ekonomisinin en büyük destekçileri askeri yönetimlerdir.Her iki ülkede gerçekleştirilen darbeler kapitalizmin cari kılınmasını temin etmek için yeteri miktarda(!) kan döker.Benzer süreci Türkiye de yaşar.1970-1980 arasında yaşanan kaos ve anarşi 12 eylülle sonuçlandırılır.Neo-liberal ekonomik sistemin köşe taşları da bu tarihten itibaren döşenecektir.

Aynı süreci Endonezya ve Sovyet Rusya’da yaşayacaktı.Endonezya’da Suharto’nun kanlı darbesinin hemen ardından Berkeley Üniversitesi İktisat teorisyenleri, ülkenin kapitalizme geçiş sürecini şekillendirdi.Ford Vakfı aracılığıyla bu ülkede kurulan İktisat fakültesi,Suharto sonrası Endonezyası’nın kapitalizmden teberri etmemesi için gerekli bütün önlemleri aldı.Latin Amerika’yı sömürgeleştiren Chicago okuluna benzer şeklide Berkeley de “uzak doğu”yu yeni küresel düzene alıştırma temrinleri yapıyordu.Elbette ki bu süreçte oldukça kanlı geçti.Sırada Sovyetler vardı.Soğuk Savaş hikayesiyle oyalanan Dünya 1991 de Yeltsin’in Sovyetler bitti çıkışıyla kısa süreli bir şok yaşadı.Sol’un moral motivasyonunu derinden sarsan bu gelişme esasında beklenmeyen bir şey değildi.Yaklaşık kırkbeş yıl boyunca hür dünya ve emansipasyon soslu ABD kapitalizminin meşruiyet zemini kazanmasına hizmet eden Sovyet Sozyalizmi işlevini tamamlamış olarak geri çekildi.Bu sırada Sovyetlere gerekli iktisadi desteği hem teorik hem de pratik olarak sağlamak için yine Chicago Üniversitesi aklı devredeydi.Sovyetlerin kapitalistleştirilmesi için bu üniversitenin temel iktisat metinlerinin okunup uygulanabilirliğinin sağlanması için özel ekipler kurulur.Nihayetinde 1991 de serbest Pazar ekonomisi ilan edilir ve devlet denetimindeki yaklaşık 225.000 şirketin mümkün olan en hızlı şekilde özelleştirilmesi için strateji belirlenir.Bu sürecin cari kılınması için,tıpkı Şili,Endonezya, Arjantin ve Türkiye de olduğu üzere kafi miktarda katliam yapılır.Yeni kolonyalizmin entelektüel üstatları oldukça acımasızdır.

21.yüzyıl ise kolonyalistlerin Irak ve Afganistan işgaliyle başlar. Kadim şehirlerden Bağdat ve Belh tabiri caizse talan edilir.Bu ülkelerin kütüphaneleri ve müzeleri yağmalanır.Bir tür hafıza silme operasyonudur aslında yapılanlar.Ameliyatla beyninin yarısı alınmış bir insanın maruz kaldığının aynısına, bütün bir toplum/halk maruz bırakılır.Bu sürecin ürünü olan Ebu Garip ve Guantanamo, hapishane olmanın ötesinde birer deney merkezleri olarak yeni kolonyalizme hizmet eder.Modern tıbbın psikoloji ayağı,bu deneylerde başrol oyuncusudur.Yunan’dan beri barbar ve insan altı olarak kodlanan Doğu/Şark,uygar/medeni Batı’nın(!) deney fareleri haline getirilir.Irak ve Afganistan, insan hakları,hümanizm,hoşgörü,birlikte yaşama,demokrasi,kadın hakları argümanlarının yeni kolonyalizmin Truva atları olduğunun delilidir.Şimdilerde Türkiye’nin de aynı argümanlar üzerinden mahkum edilmeye çalışılması manidardır.Son birkaç yıldır entelektüellik soslu kolonyal dili,söylem düzeyinde de olsa, bütün çıplaklığıyla deşifre eden Türkiye’nin,liberal ve sol cenahtan devşirilen kimi mankurtlaşmış entelektüeller aracılığıyla hedef seçilmesi tesadüf değildir. Türkiye’nin ilmi/entelektüel ve kültürel “bağımsızlık savaşı” nı kazanmasının yolu, evvela bu yeni kolonyal dille yüzleşmekten geçiyor. Vesselam…

 

Kamil ERGENÇ

 

NOT:Bu yazı Enderun Özgün Eğitimciler Dergisi'nin Mart 2018 sayısında aynı başlıkla yayınlanmıştır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

1-Oryantalizm(Şarkiyatçılık)-Edward Said-Metis Yay.

2-Renan Müdafanamesi-Namık Kemal-Akçağ Yay.

3-Şok Doktrini(Felaket Kapitalizminin Yükselişi )-Naomi Klein-Agora Kitaplığı

4-İmparatorluk-Michael Hardt-Antonio Negri-Ayrıntı Yay.

5-Batı’nın İslamla Kavgası-Asaf Hüseyin-Pınar Yay.

6-Tarihin Küresel Tarihi-Daniel Woolf-Alfa Yay.

7-Ben,Öteki ve Ötesi-İbrahim Kalın-İnsan Yay.

8-Madun Konuşabilir mi?-Gayatri Chakravorty Spivak-Dipnot Yay.


AddThis