Sivil Toplumun Karakteristiğine Dair

                                          

Sivil toplum, Aristo’dan beri gündemdeki yerini koruyor. Grek kültüründe Yurttaşlıkla eşanlamlı olarak kullanılan bu kavramın, yönetme ve/veya yönetime katılmayla olan doğrudan ilişkisi, sonraları Batı literatüründe de benzer işlevini sürdürecek, bazı dönemlerde ise kimi ufak tadilatlara maruz kalacaktır. Kadim Grek kültüründe/Atina’da, sınırlı sayıda kişi yönetime katılırdı. Yönetmek, akli olgunluk sahibi kişilerin harcı kabul edilirdi. Bu nedenle siyaset, aklın kemale ermesini sağlayan çabanın adı olarak anlam kazanmıştı. Siyasal bilince sahip olmayanlar “rüşd sahibi” kabul edilmezdi. Aristo geleneğinde siyasal bilinç sahibi olmak, insan olmanın da ön koşuluydu. Demek ki bu geleneğe göre yönetme kabiliyetine sahip olmayan biri henüz insan olmuş sayılmazdı. Buradaki yönetme sadece belli bir insan topluluğunu idare etme anlamında değil, evvela insanın kendini yönetmesi,öfke-şehvet gibi duygularını akıl yardımıyla denetim altına alma iradesi göstermesi anlamında değerlendirilmelidir. Binaenaleyh yönetime katılmayanlar Yurttaş, hatta insan sayılmazdı. Kadınlar, çocuklar ve köleler akli olgunluk düzeyine erişmedikleri için yönetime katılamazlardı.

Aristo, yönetmeye büyük önem atfetmiş ve “sivil”liği yurttaşlıkla eş değerde görmüştür. Ona göre insan zoon politicon (politik canlıdır). Bu nedenle O sivil toplumla politik toplumu aynı çerçevede ele almıştır. Buradaki sivillik “polise/siteye” ait olmakla bağlantılıdır ve barbar olmamayı da zımnen içkindir. ”Barbar”, Yunanca konuşamayanlara verilen addır. Sonraları, muhtemelen 19.yüzyıl, dilimize medeniyet olarak çevirilen “civilization” (esasında) barbar olmamaya işaret eder. Ancak bizdeki kullanımı, sanayi/endüstri devrimiyle birlikte çehresi değişen Avrupa’yı tanımlamak içindi. Düzenli şehirler, büyük fabrikalar, oldukça yoğun üretim, bilimsel çalışmalar, askeri yenilikler, modern mektepler,siyasal katılım,gazete vb. hepsi birden medeniyet sözcüğünün anlam dairesine giriyordu. Merhum Akif’in “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” mısraı, vaktiyle hayranlık uyandıran gelişmelere ev sahipliği yapan Avrupa’nın,I.Dünya Savaşı boyunca takındığı barbar/vahşi tutumu karşısında şaşkınlık ifadesi olarak okunabilir. Burada medeniyet bütünüyle olumsuz bir mahiyette tezahür eder. Oryantalist çabalar neticesinde “civilisation” sözcüğü,19.yüzyılda, beyaz adamın Avrupa dışı ulusları sömürgeleştirmesi için oldukça kullanışlı bir mahiyet kazandı. Bu özelliğini 20.yüzyılda da sürdürdü…

Sivil toplumun Osmanlıca’ daki karşılığı “cemiyeti medeni” dir. Buradaki medenilikten kasıt şehir kültürünü özümsemiş olmaktır ve belli düzeyde siyasal bilinç sahibi olmayı da içkindir. Çünkü şehirli olmak, farklı kimliklerle bir arada yaşayabilme ve onları yönetebilme kabiliyeti gerektirir. Bu kabiliyete akli olgunluğa, yani, siyasal bilince erişmiş olanlar sahiptirler. Ahmet Cevizci’nin Felsefe Sözlüğü’nde sivil toplum; “devlet ile aile arasında kalan ve bir toplumun hayatiyetiyle işleyişi açısından önem arz eden ilişki ve kurumların, yani gönüllü sosyal ilişkilerle toplumsal organizasyon ve kurumların bütünü” olarak tarif edilir ve toplumun kendisini devletin müdahalesinden bağımsız yönetebilmesini mümkün kılan örgütlenmesi de sivil toplum bağlamında değerlendirilir. Böylece politik devletin “yurttaş” yaptığı bireyi, sivil toplumun “burjuva” yapacağı iddia edilir. Bu noktada örgütlü en büyük organizasyon olan devletle toplumun örgütlü en küçük yapısı olan aile arasında oluşan (siyasal,iktisadi,hukuki,akademik vb.) kurumlara dikkat çekilmektedir. Öte yandan iktisadi bağımsızlığa yapılan vurgu ve “burjuva” yakıştırması Avrupa’nın sosyal gerçekliğinde karşılığı olan feodal kültürle savaşım sürecine işaret etmektedir. Demek ki özgün anlamıyla sivil toplum, dinden destek alan feodal gelenekle(kır kültürüyle) savaşarak Protestan burjuva (kent) uygarlığının inşasında rol oynayan örgütlenme biçmidir.Aristocu geleneğin siyasal bilinçle ilişkilendirdiği “sivil”lik tam karşılığını burjuva Protestan “kentli” kodlarda bulmaktadır.

Süleyman Hayri Bolay’ın Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü’nde ise Sivil Toplumun günümüzdeki anlamı; “toplumun siyasi otoritenin baskısından kurtulması “ olarak tarif edilmiştir. Buradaki tarifte de Aristocu geleneğin siyasal bilinçle bağlantılı “sivil” tarifiyle örtüşme vardır. Çünkü siyasi otoritenin baskısından kurtulmak (ancak ve ancak) daha üst bir siyasal bilincin inşasıyla mümkündür. Orhan Hançerlioğlu’nun Felsefe Ansiklopedisi’nde ise sivil toplum ;” toplumsal ve ekonomik ilişkilerle belirlenen toplum” olarak tarif edilmiş ve Marx’ın üretim ilişkileri ve üretim biçimi üzerinden yaptığı çözümlemeye yer verilmiştir. Marx sivil toplum deyiminden toplumun siyasal alanlar dışında kalan alanlarını anlıyordu ve insan yaşamının sivil ve siyasal ikilik içinde birliğini yitirdiğini gözlemliyordu. Böylece sivil toplum deyimine ekonomik bir içerik kazandırmış oluyordu. Marx’ın tarih felsefesinde üretim araçları, üretim ilişkileri ve üretim biçiminin (hasılı kelam) iktisadın rolü hayatidir.

“Sivil”liğin rahmi olarak işlev gören polisi/siteyi/kenti daha iyi anlamak için zıddına müracaat etmekte fayda var. Polisin zıttı kır(köy)dür. Yani sadece kendisi için üretenlerin yaşadığı yer. Köyde mücadele doğayladır. Değerin değil faydanın peşinden gidilir. Birliktelik zorunluluktan dolayıdır.Bu nedenle köylü,poliste egemen olan sistemi anla(ya)maz.Çünkü poliste mücadele tabiatla değil insanladır.Dolayısıyla yasa gerekir.Yasa ise,yönetme kabiliyeti kazanmış aklın yani sivil/politik toplumun yapabileceği bir şeydir.Köyün mistik, efsanevi, dinsel ve sivil olmayan doğasına karşı “polis”in seküler,rasyonel ve sivil/medeni tarzı her zaman tercihe şayandır(!) Bugün bile modern sosyoloji dinin köylü kentin ise seküler olduğu tezini merkeze alarak yol alma eğilimindedir. Hemen hemen bütün sekülerleşme teorileri sanayi/endüstri devrimine merkezi rol yükler. Bu teorilere göre tarım toplumlarının kente akın ederek sanayi kollarında çalışmaya başlaması hem feodal(köylü/kırsal) kültürü değiştirmiş hem de dinin yerine bilimi ikame ederek yeni bir çığır açmıştır.Epistemolojik bağımlılıkla malül akademimiz de Avrupa’nın bu sosyolojik evrimi üzerinden Türkiye’nin kır-kent ilişkisini çözümlemeye çalışır. Sonuç fiyaskodur… Çünkü bizde feodallikle eşdeğer bir yapı olmadığı gibi burjuva tecrübesi yoktur… Dolayısıyla sivil toplumun, feodal/kırsal/köylü kültürle savaşarak kente özgü seküler siyasallığın inşasında belirleyici olan özgün tarafının bizde karşılığı yoktur. Vakıf geleneğimizin sivil toplum bağlamında değerlendirilmesi ise ziyadesiyle anakroniktir.

Sivil toplum Grek’ten Roma ya geçtiğinde de siyasal bilince yaptığı vurgu bağlamından pek bir şey kaybetmez. Roma’da asiller/soylular tarafından temsil edilen yönetim erki ve Romalı olmayanlara teşmil edilen Barbarlık vasfı, Yunan’dan mirastır. Burada ise “sivillik” uygarlıkla/Romalılıkla eş anlamlıdır. Bu kez barbarların sayısı ve çeşidi artmıştır. Yunan’ın ötekisi olan Perslere ilave olarak Kuzeyli Germen ve Got kabileleri de barbarlar arasındadır.Roma’nın sivilliğine yapılan vurgu,insanlığa ve uygarlığa yapılan vurgu gibidir. Romalı olmayan “sivil” değildir. Yani insan altıdır… Ehlileştirilmesi gerekendir. Barbarlar üzerine yapılan tüm taarruzlar, onların uygarlık düşmanı olmaları üzerinden meşrulaştırılır. Roma’ya husumet beslemek, ancak uygarlıktan nasibini almamışların işidir ve onlar ortadan kaldırılmayı hak edenlerdir. Roma’nın bugünkü temsilcisi olarak ABD(ya da daha genel anlamıyla Batı’nın) tavrı da benzerdir.

Roma,Pavlus’un hususi çabasıyla Hıristiyanlığı tercih etse de ırkçı-kapitalist ve müstehcen karakterinden taviz vermez. Sivillik, Hıristiyan Roma da aynı “üstün” vasfını sürdürür. İsa(a.s)’nın henüz hayattayken yaptığı tebliğ Roma kurulu düzenini sarsar. Onun ölümünden sonra da muvahhit İseviler kurulu düzenin değişmesi amacıyla olağanüstü çabalar gösterir ve oldukça büyük bedeller öderler. Roma müesses nizamının yeni ötekisi/barbarları bu kez İsa’nın ardından giden muvahhitler olur.Roma’nın “sivil toplumu”,İsevilere vebalı muamelesi yapar.Artık sivillik sadece yönetim erkiyle ilişkili olmayı değil,aynı zamanda, bir “yaşam tarzının” temsilcisi olmayı da göstermektedir.Vahye müstenit hayat tarzını yeğleyenler Epiküryen Roma sivilliğinin hedefindedir.İsevilerin Roma’nın ırkçı,kapitalist ve erotik/müstehcen kültürüne karşı direnişi “öteki” olarak konumlandırılmaları için yeter sebeptir. Muvahhit Hıristiyanlar, bu kokuşmuş düzene(sivil topluma)dahil olmamak için, kendilerine yer altı şehirleri inşa ederler. Bir cemaat olarak varoluş mücadelelerini sürdürürler ve hatta kendilerinden olmayan Romalılarla evlenmeyi bile yasaklarlar.Ancak bu durum uzun sürmez. Pavlus eliyle Hıristiyanlık, Roma’nın kabul edebileceği kıvama getirilir ve tabiri caizse “sivil”leşir. Hıristiyanlığın ruhbanlık sapması bu süreçte başlar ve Rönesans/reform süreciyle de Hıristiyanlık kadavralaşır.

Ancak sivillik kavramı içeriğinden bir şey kaybetmeden tarihsel serüvenine devam eder.Bu kez bir sapma biçimi olan ruhban örgütlenmesine karşı verilen mücadelede sahneye çıkar.Feodalitenin yıkılışı ve kent kültürünün ortaya çıkışıyla birlikte sivil toplum, kilise despotluğundan kurtuluşu sembolize eder.Yani dinin egemen olmadığı bir toplum düzenini inşa edici olarak belirginleşir.Roma düzeninde kazandığı yaşam biçimi içeriğine uygun olarak, kilise merkezli bir hayatın reddini formüle ederken sivil toplum kavramının gölgesine sığınılır.Burjuva,kilisenin ve feodalitenin-ki bunlar birbirinin mütemmim cüzüdür-canına okurken,yeni oluşturduğu kentlerde sivilliği merkeze alır.Toprağın kilisenin elinden çıkarak sekülerleştiği bu dönemde, birliktelik biçimi teorilerinin ana omurgasını sivil toplum oluşturur. Burjuvanın öncülüğünde ve bilimin yardımıyla inşa edilen yeni kentlerin en temel özelliği hiç şüphesiz sekülerliktir. Tanrının temsilcilerinden kurtarılan bu yeni kentlerde, sivillik tıpkı Grek kültüründe taşıdığı anlam gibi ilkellikten(dini aidiyetten) sıyrılma olarak kodlanır. Hobbes,Locke,Rousseou gibi entelektüeller “doğa durumu” argümanına sığınarak sivil toplumun modern döneme de tevarüs edecek “uygar/medeni” çerçevesini çizerler. Buradaki doğa durumu,esasında,bir tür vahşilik haline işaret eder.Henüz sözleşmenin olmadığı ve insanların birbirleriyle rekabet ve savaş halinde olduğu durumdur doğal durum(!) Yani köylü/kırsal kültürün egemen olduğu durum…Sivil toplum ise “devlet otoritesini” merkeze alarak bu savaş ve rekabeti sonlandırandır. Bu perspektif sonraları Marks tarafından devleti değil sivil toplumu merkeze alacak şekilde köklü bir değişikliğe uğrar. Marx, devleti bir tür burjuva örgütlenmesi olarak gördüğünden,sivil toplumu devletin de üstünde bir konuma yerleştirmeyi dener ve devleti sivil topluma bağımlı olarak kodlar.Bu yönüyle Hegelci gelenekle zıtlaşır.Hegel de devlet, adeta bir tanrı gibidir ve sivil toplumun hem denetleyicisi hem de koruyucusudur.Denebilir ki, modern döneme tevarüs eden sivil toplum perspektifi, genelde Hegelci gelenekten beslenmiştir.

Sivil topluma geçiş Avrupa’da Hıristiyanlığın evriminden bağımsız değildir. Yukarıda da işaret etmeye çalıştığımız bu evrim, esasında cemaatten kopuşu simgeler. Birliktelik biçimi olarak asırlarca cemaat üzerinden örgütlenmiş olan Hıristiyanların artık sivil topluma avdet etmesi, ciddi bir kırılmaya işaret eder.Bu süreç,aydınlanma paradigmasına maruz kalacak olan Müslüman toplumlar için de aynı çizgide ilerler.Özellikle 19.yüzyıldan bu yana Müslüman toplumlar, modernliğin birliktelik biçimi olan sivil toplumla,dinin önerdiği “cemaat” arasında sıkışmış durumdadır.Hala bu sorunun çözülebildiği söylenemez.Nitekim bugün cemaat havzalarının STK olarak tanımlanmaları, esasında, bahsini ettiğimiz bu sıkışıklığın sonucudur.Cemaatten topluma geçerken Hıristiyanlık,din dilinin egemen olmadığı bir birliktelik biçimini tercih ediyordu.Mezhebi enstrümanlarla sürdüren savaşlardan oldukça yıpranmış olarak çıkan Avrupa’nın, bu geçişi mantığa bürümede zorlanmadığı söylenebilir. Toplum kavramı ,bu bağlamda, cemaatin yerine ikame edilmiştir ve hiç şüphesiz sekülerdir. Dinin belirleyici olduğu birliktelik biçimi yerine,ulus-devlet aidiyetinin belirleyici olduğu bir toplum yaratılmıştır ve bu aidiyet biçimi vatandaş imgesiyle tamamlanmıştır.Dolayısıyla modern dönemin inşası imparatorluktan ulus devlet/lere,cemaatten topluma,şahsiyetten bireye geçişle mümkün olmuştur diyebiliriz.

Bu geçiş sürecinde burjuvanın oynadığı rol hayatidir.Bilimin de yardımıyla burjuva, Kilise karşısında kazandığı zaferi bir tür dinden arınma ritüeline dönüştürmüştür.Burjuvanın inşa ettiği kentler ,kilise egemenliğinden kurtarılmış olmaları itibariyle sonraları kapitalizmin cari kılınmasına hizmet edeceklerdir.Sivil toplum, bu kent yaşamında sözleşme eksenli biraradalığı simgeler.Bu kentlerde cemaat hiyerarşisi ortadan kalktığı için,Pazar hiyerarşisi egemendir.Kilisenin yerini bilim akademileri(sonraları üniversite),papazların yerini bilim adamları,vaizlerin yerini tüccarlar,kralların yerini ise prenslikler almıştır.1648’le çerçevesi çizilen ulus devlet, kendi sivil toplumunu yaratmaya başlamıştır.Tanrının denetimi yerine devletin denetimi,İncilin yerine toplumsal sözleşme geçmiştir.Ulus devletin o gün çizdiği çerçeve, sivil toplumu bugüne taşıyan perspektife ilham vermiştir. Devletten mutlak anlamda bir bağımsızlık söz konusu değildir. Yönetim erkine katılımın sağlanması amacıyla toplumun politize edilmesi ana gayedir.Bu bağlamda, bireylerin eğitimi ve örgütlenmesi esas alınır. Eğitim, ulus devletin kurumlarında aydınlanma paradigması merkeze alınarak verilir. Örgütlenme ise, itikat eksenli değil çıkar eksenli olarak sistemleştirilir.Adeta bir tanrı gibi olan devlet karşısında bireyin çıkarlarının müdafaa edilmesi ana ilkedir.Toplumsal uzlaşı imkanı ortadan kalktığında ya da devletin mevcudiyetine tehdit oluşacak bir hareketlilik cari olduğunda son noktayı koyan yine devlet aygıtı olur.Bu noktada sivil toplum, devletin denetim mekanizmasının kavileşmesine hizmet eder.Yunan/Grek kültüründe ,aynı zamanda politik toplum anlamına gelen sivil toplum, ulus devletleşme süreciyle birlikte seküler hayatın teminatını sağlamak üzere operasyonel kılınır.Günümüzde de her ne kadar devlet dışı örgütlenme olarak tanımlansa da, esasında devletin egemenliğini tahkim etme rolünü oldukça iyi oynamaktadır.

Türkiye özelinde sivil toplum örgütlerinin(esasında Türkiye’de özgün anlamıyla yani Protestan burjuva kültür kodlarına uygun bir siyasallığın inşası bağlamında bir sivil toplum yapılanmasından bahsetmek mümkün değildir. Belki devlet karşısında bireyin haklarını müdafaa etmeye çalışan örgütlü yapılardan bahsedilebilir. Ancak bu örgütlü yapıların birçoğu Türkiye’nin radikal modernleşme tecrübesinin şoklarını tahlil edebilecek yetkinlikte olmadıkları için farkında olarak ya da olmayarak seküler kentli siyasallığın inşasında rol almaktadırlar.) özellikle 1990 yıllar ve sonrasında üstlendikleri misyon, tam da yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bağlamla ilgilidir. Amaç, toplumun geleneksel kodlarının modernite lehine gevşetilmesidir.Bu noktada ilgili örgütlerin modern değerler sisteminin inşasında ulus devlete lojistik destek sağladığı söylenebilir.”Cemaat” yapılarının yaygın olduğu toplumları “mahiyet iradesi” üzerinden primitif/ilkel bağlama hapseden aydınlanmacı perspektif,ilgili sivil toplum örgütleri tarafından da benimsenir.Böylece geleneksel kültürler muhatabını “sürüleştiren” bir bağlama hapsedilir. Hıristiyanlığın tarihsel tecrübesi merkezileşir ve bütün geleneksel yapılar Hıristiyanlık üzerinden mahkum edilir. Binaenaleyh Hıristiyanlığın yaşadığı evrim, küreselleştirilmeye çalışılır. Türkiye gibi ülkelerde de cari kılınmaya çalışılan toplumsal model, bu bağlamdan bağımsız değildir.

21.yüzyılda sivil toplum, küreselleşmenin de etkisiyle, ulus devletin egemenliğini sarsacak bir pozisyona evirilmiştir.Yaşanan enformasyon devrimiyle, sivil toplum unsurları küre ölçeğinde eşgüdüm halinde eylemler icra edebilmektedir.Küresel bir sivil toplumun oluşumu mümkün hale gelmiştir.Bu oluşum, küresel kültürün ilgili ülkelere taşınmasında oldukça etkili olmaya başlamıştır.Bu yönüyle sivil toplumun bu yeni şeklini, klasik kolonyal müdahalenin şekil değiştirmiş versiyonu olarak görmek mümkündür.Özellikle geleneksel kodların henüz tam olarak çözülmediği,seküler ve modern kültürün bütün unsurlarıyla egemen kılınamadığı toplumlarda sivil toplum aracılığıyla gerçekleştirilen müdahaleler oldukça etkili olabilmektedir.İnsan hakları,kadın hakları,çevre,düşünce özgürlükleri vb. alanlar üzerinden ilgili ülkelere giriş yapan sivil toplum unsurlarının Avrupa merkezci dili ve kültürü egemen kılma yolunda oynadıkları rol hayatidir.Türkiye bu bağlamda en ciddi müdahalelere maruz kalan ve kalmaya da devam eden ülkeler arasındadır.Sivil toplum, Grekten beri içkin olduğu medeni/uygar ve seküler doğasını muhafaza etmekte ve fakat bu sefer bir tür misyonerlik saikiyle hareket etmektedir.

Türkiye’de ilginç olan ise cemaat havzalarının da kendilerini sivil toplum olarak tanımlamasıdır. Kamusal alanda( ki bu tabir bile ziyadesiyle sorunludur. Hayatı parçalara ayıran ve her parça için ayrı bir değer sistemini yetkilendiren modern akıl “tevhidi perspektife” yabancıdır.) legal faaliyetler icra edebilmek için tercih edilen sivil toplum yaklaşımı,bir süre sonra muhatabını kendi iç hiyerarşik doğasına ve esinlendiği paradigmaya uygun düşünmeye ikna etmektedir.“Cemaatler” kendi içlerinde dinin öğütlediği birliktelik biçimini cari kılmaya çalışırken, kamuya dair söylemlerinde Sivil Toplum Dilini kullanmayı yeğlemektedirler. Bu durum, İslam’ın “put kırıcı” söyleminin amorflaşmasını da beraberinde getirmektedir. Sivil Toplumun köklü seküler geleneği ile İslam’ın sarsıcı itikat dili arasında sıkışan cemaatler “kuş diliyle” konuşmaya mecbur kalmışlardır. Başlangıçta dernek/vakıf mevzuatının oldukça geniş faaliyet sahasından istifade etmek amaçlı kabul edilen bu yaklaşım, şimdilerde din dilinin “sivilleşmesi” sorununu ortaya çıkarmıştır ki bu sorun kolay aşılacağa benzememektedir.Buradaki sivilleşmeden kastımız,bütün bir hayata egemen olması gereken dinin/İslam’ın,sivil toplumun tabiatında içkin olan ayrımlı/parçalı düşünüş tarzına teslim olmaya başlamasıdır.Bu teslimiyetin sonucu,İslami dilin ve söylemin,sadece bireysel dindarlık biçimini tahkim edecek şekilde formüle edilmesidir.İktisadi,içtimai,hukuki,siyasi v.b alanlarda seküler bilginin tahakkümü içselleştirilirken, dinin sadece folklorik meşruiyeti müdafaa edilebilmektedir.Yine bu teslimiyetin sonucunda kamusal alan, sivilliği esas alan seküler bir akla ve ufka teslim olurken, dine sadece özel alanlarda özgürlük vaat edilmektedir. Kanaatimce bu inhiraftan kurtuluş, İslam’ın hayatın bütününe vaziyet eden dilini inşa ederek mümkündür. Bu dilin yüksek düzeyli siyasal perspektifi içkin olduğu ise izahtan varestedir.

 

Kamil ERGENÇ


AddThis