Postmodern Zamanlarda Aile

Hayata gözlerimizi açar açmaz kendisiyle temas ettiğimiz gerçekliğin adıdır aile. Öncesi de vardır elbet. Henüz dünya ile tanışmazdan evvel anne karnında geçirdiğimiz uzunca bir varediliş sürecini de aile “bağ”ından bağımsız düşünmemek gerekir. Nitekim bebek henüz dünyaya gelmemişken bile anneye bağlıdır. Bu bağ doğum sırasında kesilir. Ancak manevi olarak hayat boyu devam eder. Bir hukuka/yasaya/şeriata/nomos’a istinaden birlikte olan kadın ve erkeğin oluşturduğu yapının ifadesi olarak aile ontolojik bir boyuta sahiptir. İnsanlık tarihinin başlangıcı bu boyutun tezahürü olarak okunabilir. Adem ve Havva insanlık “ailesinin” babası-annesi olarak tavsif edilirken esasında bütün insanların birbiriyle olan münasebetine dair vurgu da belirginleşir. Renk-ırk-kabile-soy-sop farklılıklarına işaret ederken mübarek Kur’an’ın “tearüf” sözcüğünü kullanması boşuna değildir. Tanıma-tanışma anlamında tearüf/muarefe insan-insan ilişkisinin mahiyetine dair önemli bir içeriğe sahiptir. İnsan sözcüğünün “cana yakınlık” manasında ünsiyetle olan anlam ilişkisi de bu bağlamdan bağımsız değildir. “Hepiniz Adem’densiniz Adem ise topraktandır” sarih beyanı insan türü olarak aynı ontolojik kökene sahip olduğumuzu vurgular. Kadın ve erkek olmak üzere iki cins olarak yaratılan insanın fıtratında içkindir aile kurmak. Bu içkinliğin yasasını/şeriatını ilahi otorite peygamberler/nebiler/rasuller aracılığıyla beyan eder. Yasanın/şeriatın ihlal edildiği yerlerde/zamanlarda aile bütünlüğü zaafa uğrar ve nesillerin manevi-içtimai selameti tehlikeye girer.

Modern biyoloji insanın “varoluş sürecine” dikkat çekmekten yanadır “varedilişine” değil… Spermin yumurtayı döllemesi determinist bir aşamanın sonucu olarak anlatılır. Döllenmiş yumurtanın bir takım safhalardan geçerek olgunlaşması ve nihayet bebek olarak dünyaya gelmesi neden-sonuç ilişkisinin (zorunluluklar zincirinin) son halkasıdır. Yarat(ıl)maya yabancıdır modern biyoloji… Her ne söylüyorsa kutsaldan arındırılmış (ve bu nedenle tuğyanı besleyen) bilgiye yaslanarak söylemektedir. Binaenaleyh “ona ruhumdan üfledim” beyanından ya habersizdir ya da (haberli olsa da ) ilgisizdir. İlahi iradenin yaratılışa müdahil olduğu hakikatini “bilimsellik” ten uzak bulduğu için sadece neden-sonuç ilişkisine bağlı bir perspektifin ikamesine gayret eder. “Rahimlerde size dilediği şekli veren O’dur” beyanı modern bilimin ruhuna yabancıdır. Bu “yabancılık” temelde vahiy ve nübüvvet bilgisinin muteber kabul edilmemesinin sonucudur. Deney-gözlem-inceleme-araştırma yol ve yöntemlerini yegane bilgi edinme vasıtaları olarak tespit eden modern bilimin, vahiy-nübüvvet bilgisine (rasyonel olmadığı, aklileştirilemediği ve tarihsel olduğu için) mesafeli duruşu bilginin sekülerleşmesine ve (böylece insanın) müstağnileşmesine sebep olmuştur. Katolik geleneğin ceberut doğasıyla yüzleşmenin yolu olarak tercih edilen seküler bilginin modern paradigmanın inşasında oynadığı rol hayatidir. Bu bilgiyi referans alarak temelleri atılan sosyal ve beşeri bilimler insanın kutsalla olan bağını kopartarak mutlu olacağı varsayımına dayanıyordu. Mustafa Özel’in ifadesiyle söyleyecek olursak Hıristiyanlık “üç babaya” isyan ederek iç reformunu başlattı. Birincisi gökteki baba(yani tanrıydı). İkincisi yerdeki baba (yani kraldı). Üçüncüsü ise “evdeki baba” yani evin reisiydi.

Roma Hukukunda evin reisi olarak konumlandırılan “baba”nın ailesi üzerinde mutlak tasarruf hakkı bulunuyordu. Dilerse öldürebiliyor (hatta) satabiliyordu. Yani baba ailenin sahibiydi. Birçok dilde aile anlamında kullanılan “familia” kelimesinin kökeni olan “famulus” un evcil köleler, familianın ise Latincede köleleştirilmiş insan topluluğu anlamına geldiği hatırlandığında(1) Roma-Hıristiyan kodların “baba” için biçtiği rolü anlamak daha da kolaylaşır. Romanın bu anlayışı (ne eksik ne fazla) Katolik Hıristiyanlığa da miras kalmıştır. Katolik gelenek babayı olağanüstü yetkilerle donatarak onu evin denetim/kontrol “memuru” olarak vazifelendirdi. Ailesi üzerindeki mutlak tasarruf hakkını korudu. Baba(lar) ev(lerin)i, kilise ise toplumu denetim altında tutuyordu. Böylece din adamlarıyla (tanrının yeryüzündeki temsilcileriyle yani gökteki babanın yerdeki izdüşümleriyle) aile reisi olan babalar arasında zımni bir ittifak oluştu. Bu sürecin en çok zarar göreni ise hiç şüphesiz kadın(lar)dı. Katolik geleneğin şeytanla eş tuttuğu kadının denetimi evin erkeğinden sorulurdu. Erkek ise elindeki mutlak tasarruf hakkını (çoğu zaman) “şiddet” yoluyla kullanmaktan çekinmiyordu.

Feminizmin ortaya çıkışında bu geleneğin tesiri görmezden gelinemez. Ailenin hem klasik hem de modern/post-modern feminist söylemde adeta “düşman” olarak kodlanması boşuna değildir. Baba (Romalı-Hıristiyan kültür kodlarından dolayı) eksiksiz bir biçimde “kötücül” bir semboldür. Ataerkilliğin/patriarkanın/pederşahi kültürün simgesidir. Bu nedenle aile “şiddet”,”tahakküm” ve “kontrol” demektir. Din ise bu ataerkil kültürün sürdürülmesine yardım eden bir tür afyondur(!) Devlet aygıtı Din adamlarıyla el birliği yaparak aile üzerinden kadınları ve çocukları (nihayetinde toplumu) denetim altına almakta ve onları bio-politik emellerine hizmet ettirmektedir. Katolikliğin hegemonyasını temin eden üç baba(tanrı-kral-ev reisi) fırsat buldukça tekrar işbirliği yapmaktadır(!) Feminizmin anti-aileci söyleminin ana istinatgahı olan bu gelenek,20.yüzyılın başından itibaren halkı Müslüman beldelerin geleneksel gerçekliği(ymiş) gibi sunularak “kamusal alanda” Avrupa’yla benzer adımların atılmasına çalışıldı. Hala çalışılıyor… Modern kent kültürünün de hızlandırıcı etkisiyle ailede meydana gelen aşınmanın önüne nasıl geçileceğine dair, Türkiye özelinde, Müslümanların zihinsel berraklığa sahip olduklarını söylemek güç. Yaklaşık iki asırdır Protestan burjuva kültür kodlarıyla (ve bu kodlardan ilham alarak oluşturulan siyasi-iktisadi-hukuki-içtimai gerçeklikle) iç içe yaşamak zorunda kalan Müslüman toplumlarda aile, Avrupa’daki gibi bir evrim geçirecek mi? Son kırk yıl içerisinde yaşadığımız sosyolojik değişime bakılırsa bu soruya hayır demek zor. Binaenaleyh post-modern zamanlarda en ciddi aşınmanın ailede olacağını söylemek kehanet olmasa gerek. İstanbul Sözleşmesi’nin “hane içi şiddetin” kamusal suç olarak takibini sağladığı gerekçesiyle ilga edildiği iddiası üzerinden aileyi anti-feminizmin bir olayı ve “kadın düşmanlığı” nın bayrağı olarak görmek (2) yukarıda da işaret etmeye çalıştığımız üzere, Müslümanların geleneğini Hristiyanlığın tarihsel tecrübesi zaviyesinden okuyan yaklaşıma müzahirdir.Öte yandan “sıcak aile ortamının” her düzlemdeki demokratikleşmenin önünde engel olduğu (çünkü) “birbirini sahiplenme, yardımlaşma himmeti, yazılı olmayan bir “her şeyi içerde halletme” protokolüne,nizam-intizamın sıkı sıkıya gözetilmesine ve katı bir hiyerarşiye bağlı(lığı) imlediği, ailenin koruyucu olduğu kadar kıskıvrak sarıp hiç bırakmadığı tespitinin (3) “bağ”lı olmayı edilgin/nesne/pasif olmakla eş tutan feminist söylemle ve post-modern paradigmayla irtibatı görmezden gelinemez. Nitekim bu irtibat “aile bağı” nın kamusallığın, toplumun, toplumsallığın iflasına sebep olduğu tespitiyle (4) daha da görünür olmaktadır.

Modernite merkeze pozitivist bilimi koyarak kendince bir kesinlik iddiasında bulunmuştu. Bilimin hilafına konuşmak kabul edilebilir değildi. Hurafe yoğunluğu bakımından zirveyi temsil eden Hıristiyanlığın Katolik kanadıyla başka türlü başa çıkmak mümkün görünmüyordu. Ancak post-modern zamanlarda bilim artık eskisi kadar muteber değil. Görelilik/İzafiyet teorisiyle birlikte bilimsel bilginin de kuşkulu olduğuna dair anlatı her geçen gün güç kazandı. II. Dünya savaşının yarattığı yıkım ise bu kuşkuları daha da katmerli hale getirdi. Artık bilimin tiranlığından bahsediliyordu. Türkiye gibi henüz modernliği bile organik anlamda teneffüs edememiş (iyi ki de edememiş) bir ülkede post-modernliğin içselleştirilmesi zaman alacak gibi görünüyor. Hala pozitivist ilkeler doğrultusunda (bilimin tek gerçek mürşit olduğuna işaret ederek) mevzi kazanmaya çalışanlar olsa da, artık macun tüpten çıkmış durumda… Sadece son bir yıldır hararetli bir şeklide sürdürülen aşı tartışmalarına bakıldığında bile bu gerçeği görmek mümkündür. Her iki tarafta bilimin verileri ışığında ve fakat birbirinden tamamen zıt yönlerde konuşuyorlar.

Post-modernliğin tüm otoriteleri reddeden yaklaşımı ortaya kaotik bir durum çıkardı. Artık ne tanrı ne de bilim merkezdeki rolünü koruyor. Hiçbir sabite kalmadı. Çok merkezlilik adı altında merkezsizlik, çok renklilik adı altında renksizlik, çok kültürlülük adı altında kültürsüzlük terviç ediliyor. İnsana önerilen tek şey arzularının(hevasının) ardından gitmesi. Artık akıl (buradaki akıldan kastımız modern paradigmanın yücelttiği “araçsal akıl”dır.) değil arzu merkezde. Yüce Kur’an’ın “hevasını ilah edineni gördün mü?” sarih beyanının sosyal-içtimai hayattaki tecellileriyle daha sık karşılaşıyoruz. Pekiyi arzularımızı kim, nasıl, neye göre denetleyecek? Geleneksel dönemde yüce/ulvi ilkeler-prensipler uğruna arzulardan vazgeçil(ebil)iyordu. Modern dönemde ise “sosyal sorumluklar” “vatandaşlık görevi” adı altında arzunun denetimi sağlandı. Ancak post-modern dönemde bu denetimi ne adına sağlayacağımız net değil. Çünkü din, ya geçmişin ilkel/primitif/arkaik/mistik/büyücü kodlarına atıfta bulunularak folklorik anlamda (yani kamusal iddialarda bulunmamak koşuluyla) kabul görüyor ya da “manevi tatmin vasıtası” olarak kapitalist/neo-liberal düzenin yarattığı travmaların daha az görünür olmasını sağlamaya müteallik bir işlevsellikle anılıyor. Modern dönemin arzuyu denetlemek için kullandığı “sosyal sorumluluk” “iyi vatandaş” argümanları ise artık ulus-devletin mütehakkim doğasını besleyen/güçlendiren/tahkim eden bir unsur olarak görülüyor. Alt kültür kodlarının ve dejavantajlı grup haklarının sürekli öne çıkarılmasının bir sebebi de ulus-devletlerin altını oymaktı. Modern paradigma evvela imparatorluklar bünyesinde temsil edilen “bütünlüğü” bozarak ulus-devleti icat etti. Şimdilerde ise ulus-devletten de kurtulmak için “ulusaltı gruplar” “mikro milliyetçilikler” ihdas ederek daha kolay manipüle edilebilir yapılar oluşturmak istiyor. Benzer süreci ailenin de yaşadığı inkar edilemez. İmparatorluklar bünyesinde geniş aile modeli mer’iyette iken ulus devletle birlikte çekirdek aileye geçildi. Post-modern zamanlara şahitlik ettiğimiz şimdilerde ise aile “otorite” bunalımına sürüklenerek sapkın/sapık/marjinal grupların “hemcins birlikteliğini” de içeren “daha geniş(!)” bir bağlama hapsedilmek isteniyor. Sabitesizlik / merkezsizlik terviç edildiği için “otorite” olgusu bütünüyle “kötü” addediliyor. Önce Tanrı, sonra devlet ve en nihayetinde ise aile otoritesi “birey olmanın önünde engel” olarak vazediliyor. Böylece Tanrı dahil hiçbir otoriteye boyun eğmeyen Prometeus(laşmış) fertler türüyor. Türkiye özelinde Müslümanlar,1990’lı yıllarda, Kemalist bürokratik oligarşinin korunaklı surlarında gedik açabilmek için post-modern literatürün “özgürlük/ emansipasyon/ demokrasi/insan hakları” söyleminin gölgesine sığınmıştı.Yüce Kur’an’ın ve nebevi geleneğin soylu sözcükleriyle muhalefet etmek yerine tercih edilen bu yol, şimdilerde yakinen müşahede edileceği üzere, ilmi/entelektüel/hikemi/irfani derinlik yoksunluğuna sebep oldu. Sadağındaki bütün okları 19.yüzyıl pozitivizminden ilham alan ideolojilerin mağlup edilmesi için kullanan İslamcı havzanın post-modern paradigmanın akışkan/amorf/sabitesiz/merkezsiz öğretisi karşısında inkılabi söylem ve eylem pratiği üretme zafiyeti yaşadığı aşikar…

Post modern zamanlarda aile, modern dönemin çekirdek aile modelinden de uzaklaşarak daha da atomize olma tehlikesiyle karşı karşıya. Modernitenin parçalara ayırma ve her parça için ayrı bir değer sistemini öne çıkarma yaklaşımı post-modern zamanlarda da devam ediyor. Geleneksel modelde dede-nine-amca-hala gibi büyüklerin tecrübeleriyle (ve yakın temasıyla) iç içe yürüyen ailenin yerini sekülerliğin rahmi olarak kabul edilen kentlerde kapitalist/neo-liberal sistemin çarklarını daha iyi döndürmek için piyasa şartlarına teslim olmuş aileler almış durumda. Çarkın sorunsuz dönmesi için çalışma hayatının ona göre düzenlenmesi ve artık teke düşen çocukların kreş-yuva gibi özel/steril mekanlarda oyalanması gerekmektedir. Sistem bir yandan kadının ve erkeğin emeğini sonuna kadar sömürürken diğer yandan çocuğun bakımını “üzerine alarak” sömürüsünün fark edilmesini engelliyor.

Özellikle son iki yıldır salgın münasebetiyle maruz kaldığımız gerçeklik ailenin daha da şeffaflaşmasına ve hatta evlerin özel-mahrem mekanlar olmaktan çıkarak (modern sosyolojinin parçacı perspektifinin bir sonucu olarak ortaya attığı) “kamusal alan” haline gelmesine sebep oldu. Gerek uzaktan eğitim modelinin dayattığı gerçeklik gerekse home-ofis tarzında çalışma yönteminin benimsenmesiyle birlikte evler/aileler zaten önemli oranda aşınan mahremiyetlerini daha da kaybettiler. Dolayısıyla post-modern zamanlara şahitlik edenlerin kaçıp sığınacakları bir evleri kalmayacak gibi görünüyor. Abdurrahman Arslan’ın 1997’de yaptığı “eve dönüş” çağrısı (5) Türkiyeli Müslümanlar tarafından yeterince anlaşılmamış olacak ki evler(imiz) her geçen gün kapitalist/neo-liberal düzene entegre oluyor. Evin mahremiyetini yitirmesinde dijital kültürün rolü inkar edilemez. Kamera ve fotoğraf makinesiyle hayatımızın her anını “görsel malzeme” haline getiren bu kültürle (henüz daha ne olduğunu anlamadan) uzlaştık. Oysa ki “Göz”ün merkezde olduğu bir toplumun düşünsel kabiliyetleri zaafa uğramıştır. Resmin ve videonun muteber kabul edildiği toplumlar “söz”e yabancılaşır. Ve şayet bir toplum söze yabancılaşırsa orada tefekkür ve tezekkür imkanı ortadan kalkmış demektir. Resim ve video (fotoğraf makinesi ve kamera) bilincimizin dumura uğramasına/iğdiş edilmesine aracılık ediyor. Muazzez Kur’an’ın “sözü dinlerler en güzeline uyarlar” beyanında da açıkça fark edileceği üzere anlama-idrak-muhakeme-yorum-kavrama melekelerinin selameti “söz”le mukayyettir. “İşittik ve itaat ettik” beyanında ise (dikkat buyurunuz “gördük ve itaat ettik” değil) söz(kelam), itaate vesile olması yönüyle (ki anlamadan-kavramadan-muhakeme ve idrak etmeden itaat mümkün olmayacağı için) dikkat çekicidir. İşitip isyan edenler de olabilir elbette. Her işitenin itaat etmesi gerekmiyor. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus sözün(kelamın) itaat ve isyan üretecek bilincin inşasında oynadığı roldür. Aynı rolü “göz” oynayamaz…

Dijital kültür her geçen gün etki alanını daha da genişleterek insan-insan ilişkisinin mahiyetini dönüştürüyor. İslam’ın birliktelik biçimi olarak önerdiği cemaatin yerini önce modern sosyolojinin önerdiği ulus-devlet yurttaşlığı (ki burada yurttaşlık ulus devletin kutsallarını takdis ve tebcil eden, onu yeniden üreten, bilimi yegane referans alarak sosyal gerçekliğini inşa eden kişi(ler)dir.) şimdilerde ise “dijital sürüler”(6) alıyor. Görüntü aracılığıyla ayartılan zihin, sözün hikemi-irfani doğasından haberdar olamıyor. Duygular “meta” laşıyor. Yapay zeka tarafından kayıt altına alınan hayatlar, organik zekanın hafızasından kayboluyor. Gündelik hayatı kolaylaştırdığı gerekçesiyle adımıza karar(lar) alma imtiyazı kazanan makineler, irademizin mahvolmasına yol açıyor. Böylece düşünen değil nasıl düşüneceği önceden belirlenen bireyler haline geliyoruz. Aygıtlar üzerinden kurulan ilişkiler insani yanımızı çürütüyor. Ölüm gibi en sarsıcı haberler bile görüntüler arasında kaybolup gidiyor. “İzleyici”(dikkat buyurunuz “şahit” değil) ibret almaya fırsat bulamadan bir başka görüntüyle karşılaşabiliyor. Böylece bir yandan “zihinsel teşevvüş” hali ortaya çıkarken diğer yandan akletmenin ana karargahı olan kalp katılaşıyor.

Kalbin katılaşması ailenin velayet hukukuna dayanan karakterini örseleyerek adeta bir şirket ortaklığı gibi algılanmasını sağlıyor. Kadını ve erkeği birbirinin velisi olarak gören ilahi öğretinin yerini “tahakküm ve sömürü ilişkileri” odaklı yaklaşımlar alıyor. Böylece aile kapitalist/neo-liberal perspektifin dümen suyuna girmiş oluyor. Bu noktadan sonra yapılan tüm çözümlemeler “sistem içi” olmakla malül hale geliyor. Ailenin şeriatın ilke ve prensipleri doğrultusunda tanımlanması-konumlandırılması çabası anında kriminalize edil(ebil)iyor. Katolik geleneğin Roma müesses nizamıyla işbirliği halinde asırlarca yürüttüğü ataerkil yaklaşım üzerinden, İslam’ın da bu kültürle aynı özellikte olduğu algısı oluşturulmak isteniyor. İslam’ın erkeğe biçtiği rol ile Katolik Hıristiyanlığın “baba” figürü aynileştirilmeye çalışılıyor. Böylece aile tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi bireyselleşmenin önündeki en büyük engellerden biri olarak görülüyor.

Her türlü otoriteden bağımsızlaşarak varolma arzusu “ev(ler)in” mahiyetini de değiştiriyor. İçinde huzur ve sükuna erişilen evin yerine kontrol/denetim/tahakküm mekanı olan “dört duvar arası” geçiyor. Böylece hapishaneye yüklenen misyonla ev benzeşiyor.İç-dış ayrımının kalmadığı “transparan ev kültürü” öne çıkarılmaya çalışılıyor. Evde olup bitenlerin tüm ayrıntılarıyla (pornografik biçimde) kamuoyunun dikkatine sunulması vakayı adiyeden kabul ediliyor. Hatta eviçinin görünür kılınması için çok spesifik adımlar atılıyor. “Mahremiyet” olgusu din ve gelenek tarafından istismar edildiği ve eviçi şiddeti görünmez kıldığı gerekçesiyle “suç”la eşitleniyor ve yerine şeffaflık öneriliyor. İnsanın bir yere ait ya da bağ(ım)lı olmasının kabul edilemezliği “özgürlük” söylemi eşliğinde müdafaa ediliyor.Post-modern kültür insanın herhangi bir yere bağ(ım)lı ya da ait olmasını istemiyor. İllaki bir yere bağlanacaksa bunun “arzuları” olmasını öneriyor. Annelik-Babalık gibi ulvi değerlerin arzuların tatmin edilmesi önünde engel olduğu tezini öne sürerek ailenin ontolojik doğasına savaş açıyor. Anneliğin değil kadınlığın öne çıkmasını istiyor. Böylece doğurganlığın dışarıda tutulduğu bir aile modelini parlatmaya çalışıyor. Binaenaleyh sapkın/sapık/marjinal gruplar tarafından dillendirilen kadın-kadın ya da erkek-erkek evliliğinin meşruiyetine zemin hazırlıyor.

Öte yandan anneliğin fıtri olmaktan ziyade “öğrenilebilir” olduğu yönünde psikoloji disiplini aracılığıyla üretilen argümanlar ailenin uzmanlar tarafından işgal edilmesinin de önünü açıyor.(7) Dini kodlar taşıdığı için feminist havzalar “fıtrat” sözcüğünden her zaman nefret etti. Onlara göre bu sözcük geleneksel kadın algısının (ve elbette ki ataerkil/pederşahi kültürün) ikame edilmesine yardımcı olmaktan başka bir işe yaramıyor.Ayrıca (fıtrat sözcüğü) insanın erkek ve kadın olmak üzere iki cins olarak yaratıldığı ve her cinsin kendine mahsus özellikleri olduğu hakikatini hatırlatıyordu ki bu durum “eşitlik” ilkesine aykırıydı(!) Bu nedenle “fıtrata” savaş açıldı. Böylece hem sapkın/sapık/marjinal grupların kamusal meşruiyeti için literatürel katkı sağlandı hem de eşitlikçi söylemin argüman ihtiyacı karşılandı. Anneliğin fıtri değil öğrenilebilir olduğuna dair söylem üzerinden “uzmanların” aile içine müdahil olması sağlanarak ev(ler) şeffaflaştırıldı. “Çocuk eğitimi” anne-babaya bırakılamayacak kadar mühim bir iş olarak tanımlandı ve anneden ayrı da olsa çocuğun nitelikli eğitim alabileceği yanılgısı oluşturularak kapitalist/neo-liberal sistemin çarklarının sorunsuz dönmesi sağlandı. Çalışan kadınların çocuklarına nitelikli eğitim veren kreş-yuva gibi yerler “uzman” eşliğinde faaliyet göstermenin sağladığı imkanları kullanarak yaygınlaştı. Zorunlu eğitimin sürekli aşağıya doğru çekilmesinde de (geçtiğimiz günlerde Milli Eğitim Bakanlığı 5 yaş grubunun da zorunlu eğitim kapsamına alınabileceğini duyurmuştu) kadınların çalışma hayatının kolaylaştırılması düşüncesi olduğu söylenebilir. Kreş-yuva kültürünün yaygınlaşmasıyla doğru orantılı olarak sayıları artan huzur evlerini de ailenin geçirdiği yapısal evrimin sonucu olarak hatırlamakta fayda var. Post-modern kültür “bakıma muhtaç” olanları olmayanlardan ayırarak (onlara özel ve fakat gözden ırak mekanlar inşa ederek) arzuların tatmin edilmesinin önündeki tüm engelleri (ki ibret almak ta bu engellerden biridir) ortadan kaldırmaya çalışıyor. Enformasyon devrimiyle birlikte tecrübelerine ihtiyaç duyulmayan ve bildiklerine adeta “çöp” muamelesi yapılanan yaşlılar post-modern kültür tarafından “toplumsal atık” gibi görülüyor. “Yanınızda yaşlandıklarında anne-babalarınıza rahmet kanatlarınızı gerin ve “öf” bile demeyin” buyruğunun muhatabı olan Müslümanların bu sosyal gerçeklikle uzlaşmaları mümkün ve kabul edilebilir değildir. Demek ki vahiy ve nübüvvet bilgisinden ilham alan bir aklın “hevayı ilahlaştıran” post-modern paradigmayla barışık bir hayat yaşaması düşünülemez.

İslam tarih sahnesine çıktığı gün gerek Hicaz yarımadasında gerekse Roma-Pers uygarlıklarında yürürlükte olan (kabul gören) insan-evren-tarih-zaman-mekan-tabiat-aile ve İlah/Rab/Tanrı tasavvurlarını altüst ederek kendi değer sisteminden mülhem bir sosyal gerçekliğin ikamesini temin etti. Kisraların-Kayserlerin-Şehinşahların-Kralların sultası altında şahsiyeti/ferdiyeti/benliği örselenen, tahrip edilen mazlum-mustazaf halkları tek İlah olan Allah(c.c)’a kulluğa çağırarak tüm zamanların en müstesna inkılabını gerçekleştirdi. Hicaz Yarımadası’nın cahiliye kültüründe aile-soy-sop-kabile oldukça önemliydi. Atalar kültü revaçtaydı. Öyle ki kabileler atalar ile anılır, saygınlıkları buna göre belirlenir ve tuttukları yolun meşruiyetine delil getirmek istediklerinde atalara referans verilirdi. Atalarını hangi yol üzere buldularsa o yolda devam edeceklerini söyleyen Mekke müşriklerine yüce Kur’an “ya atalarınız yanlış yol tuttuysa” diyerek mukabelede bulunmuş; şayet bir ataya tabi olunacaksa hiç şüphesiz ki bu (ata) nebevi geleneğin şanlı elçisi İbrahim(a.s) olmalıdır mesajını vermiştir. Vahiyle tanışmazdan evvel Arap kültüründe Roma-Hıristiyan kodlarda içkin baba figürüyle benzerlik görülebilir. Baba ailenin sahibi gibidir. Dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Kız çocukları utanç kaynağı olabileceği endişesiyle öldürülebilmektedir. Yönetim erkinin içinde (Dar-ün Nedve’de) kadın yoktur. Bu sosyal gerçekliğe vahyin müdahalesi sarsıcıdır. Roma’nın ataerkil kültüründen etkilenen Hicaz Yarımadası’na mü’min/mü’mine kadın ve erkeğin birbirinin velisi olduğu beyan edilir. Tarla-tohum benzetmesi üzerinden nesil selameti teminat altına alınır. Birlikte olmanın koşulu olarak şeriatın/yasanın belirlediği ilke ve prensiplere dikkat çekilir.İmran Ailesi üzerinden Hanne-Meryem gibi müstesna iki kadın öne çıkarılır. Öyle ki aziz Kur’an Meryem(a.s)’in, tevhidi hakikate olan sadakati ve bu uğurda tavizsiz duruşu nedeniyle alemdeki bütün kadınlara üstün kılındığını sarih bir şekilde duyurur. Nebevi gelenekten ilham alan mümin-mümine zihinler de bu örneklikleri çoğaltır.

Eve ve aileye yüklenen anlam vahyin sarsıcı müdahalesiyle yeniden inşa edilir. Aile vahyin-nübüvvetin tecessüm ettiği bir yapıdır artık. Şeriatın ilkelerine riayet ederek bir araya gelen kadın ve erkek ilahi rızaya muvafık eylemliliklerin üretildiği yer olarak görürüler evlerini. Çocuklar ilk terbiyelerini burada alır. Ferdiyetleri/şahsiyetleri ilk olarak burada filizlenir. Cemaat olmanın ne anlama geldiğini burada öğrenir. “Mü’minler kardeştir” ilkesinin aile olmanın sadece kan bağıyla değil bunun yanında itikat bağıyla da teşekkül ettiğine dair delaletini burada öğrenir.Böylece ferdi ve cemaatsel sorumluluklarının farkına varır. İlahi sınırlara riayet etmenin ehemmiyetine burada şahitlik eder. Ev adeta cennetten bir köşe olarak anlam kazanır mümin-mümine kişilerin nezdinde. Oranın mahremiyeti mühimdir. İzin alınarak ve selam verilerek girilir. İzin alınarak çıkılır. Şeffaf değildir. “Sır”ları vardır. Ev içinde olup bitenlerin anlatılması (kamuya mal edilmesi) hoş karşılanmaz. Buradaki “sır” modern/post-modern feminizmin zan ve iddia ettiği gibi “aile içi şiddeti” görünmez kılmak için değildir. Bilakis aileyi (sadece kendileri biliyor olduğu için) birbirine “bağ”layan, “ait” kılan,”özel” kılan,”güvenilir” kılan,“sığınak” olmasını sağlayan mahrem bilgi(ler)dir. Ancak modern/post-modern paradigma hiçbir şeyin gizli kalmasını istemiyor. Biliyor ki gizli kaldığı müddetçe denetim/kontrol mekanizması işle(ye)meyecek. Ne kadar çok bilirse o kadar kolay tahakküm kuracak/denetleyecek. Bilginin güç olarak tanımlanması boşuna değildi… Her şeyi tüm ayrıntılarıyla bilme arzusunun Katolik gelenekten miras alındığı gerçeği ise görmezden gelinemez.“İtiraf” ritüeli aracılığıyla Kilise, asırlarca en mahrem bilgileri elinde tuttu. Bu bilgi(ler) sayesinde siyasal-iktisadi-hukuki tüm alanlarda tartışmasız “tek hakim güç” oldu. Hıristiyanlık her ne kadar radikal bir iç reform geçirmiş olsa da, asırlara baliğ geleneğinin etkisinden kurtulamıyor. Modern/Post-modern feminizm, Katolik geleneğin itiraf ritüeliyle elde ettiği eviçi mahrem bilgileri, özgürlük-emansipasyon putlarına sığınarak elde etmek istiyor. Böylece farkında olmadan (ya da olarak) Katoliklikle benzeşiyor. Celladını taklit ediyor…

Ev ve aile sükuna delalet eder aynı zamanda. Hareketin zıddı olarak sükun, hız ve haz eksenli dayatmalara itirazdır. İlahi beyan “Kendisiyle teskin olasınız diye eş(ler) yaratıp, aranızda sevgi(meveddet) ve rahmet var etmesi, O’nun varlığının delilidir. Bunlarda düşünen(tefekkür eden) bir toplum için dersler vardır” buyurur. Kadın ve erkek arasında şeriata/yasaya uygun birlikteliğin (aile olmanın) sükunu temin eden boyutu, her yeni güne “şiddet” haberleriyle uyanan bir toplumda özellikle gündemleştirilmelidir. Modern/post-modern feminist söylemin adaleti değil eşitliği öne çıkaran yaklaşımı “sükuneti” imha etmeye dönüktür ve şüphesiz ki bu imha süreci ailenin dinamitlenmesi anlamına gelmektedir. “Eril Tahakküm” adı altında kadın-erkek mübaşeretini(birlikteliğini) aktif erkek-pasif kadın imgesi üzerinden “eşitlikçi olmayan” bağlamda sorunsallaştırarak erkeğin kadın bedeni üzerinde tahakküm kurduğu (işgal ettiği) ve bu tahakkümün “sahip olma” arzusunun yansıması olarak belirginleştiğini iddia eden bu söylem nihayetinde erkeğin kadını kendine ait kılmak suretiyle “erotikleşmiş tahakküm”(8)ürettiği tezini öne sürerek sözünü ettiğim sükun gerçekliğini imha eder. Böylece fıtri olan mübaşeret arzusu, eril tahakküme dönüşüyor ve aile yıpratıcı iktidar savaş(lar)ının kurbanı oluyor.

Kamil ERGENÇ

 

Not: Bu yazı'm Umran Dergisi'nin 327.sayısında aynı başlıkla yayınlanmıştır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

1- Bkz.Eylem Ümit Atılgan/ Ailelerin Hukuku, Hukukun Ailesi/Birikim 387-388

2-Tanıl Bora/Aile Neyimiz Olur?/Birikim 387-388

3-Tanıl Bora a.g.y

4-Tanıl Bora a.g.y

5-Abdurrahman Arslan/Yeni Bir Anlam Arayışı/Bilge Adamlar Yay./I.Baskı/İst.2013

6-Fatma Barbarosoğlu&Nazife Şişman/Karantina Günlerinde Evin e-Hali/İnsan Yay./I.Baskı/İst.2020

7- Fatma Barbarosoğlu&Nazife Şişman/Adı Konmamış Çağda Yeni Anne Babalar/İnsan Yay./I.Baskı/İst.2021

8-Pierre Bourdieu’dan aktaran Eylem Ümit Atılgan/a.g.m


AddThis