İslamcılığın Türkiye'ye Mahsus Tecrübesi

19.yüzyılın ikinci yarısında tarihsel bir sorumluluk alarak çökmeye yüz tutmuş Osmanlı’nın yeniden ayağa kaldırılması, dar-ül İslam’ın gavur eline geçmesinin engellenmesi, Müslüman halkların sömürgeci bilginin, tutumun ve dayatmanın sınırlarını aşması, geleneğin ve modernitenin müteşerri bir perspektifle teşrih masasına yatırılması, içtihadi çabanın özendirilmesi, kolonyalist müdahaleye maruz kalan Müslüman halkların bağımsızlıklarının kazanılması, kokuşmuş saltanat ideolojisinin ve istibdadın tasallutundan bizar olmuş toplumun ferdiyet bilincinin inşası amacına matuf olarak ortaya çıkan İslamcılık ideolojisi, yaklaşık 150 yıllık tecrübesinin ardından yine hayati soru ve sorunlarla yüz yüzedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık kazanmasında oynadığı hayati rolle, bu ülkenin İslamsız var olmasının mümkün olmadığını dosta düşmana göstererek tarihe tanıklık eden bir ideolojiden bahsediyoruz nitekim… Fakat buna rağmen Cumhuriyet modernleşmesinin ötekisi olmaktan kurtulamayan, kolu kanadı kırılarak, terörize ve kriminalize edilerek sistemle uyumlu hale getirilmeye çalışılan, kimi zaman konjonktürel gerekçelerle yardıma çağırılan, şimdilerde ise küresel, bölgesel ve yerel dinamiklerin ittirmesiyle, II. Meşrutiyetin faili olan İttihat Terakki bünyesindeki ittifakları hatırlatırcasına, misyon üstlenen bir ideoloji İslamcılık…

Post-Modern paradigmanın “ideolojiler devri kapandı” mottosuna rağmen hala güçlü bir şekilde varlığını devam ettiren, kayıtlara “Arap Baharı” olarak geçen mazlum-mustazaf halkların isyanında muharrik güç/ana istinatgah işlevi gören, İran-Mısır-Tunus-Sudan gibi beldelerde siyasal sorumluluk üstlenen, Siyonist İsrail barbarlığına karşı onurlu direniş sergileyen bir duruşun adı İslamcılık… 20.yüzyılın en dikkat çekici örgütlü-sistematik-planlı halk hareketini İran’da İslamcı ideoloji gerçekleştirmişti. Bu hareket, modern paradigmanın aşılamazlığına/mağlup edilemezliğine ve alternatifsizliğine inanan lineerci(doğrusal) tarih tasavvurunu yerle bir etmişti. İlkel-arkaik-primitif olarak tanımlanan din, büyük bir toplumsal hareketin yegane sığınağı ve ilham kaynağı olmuştu. İslam’ın sadece manevi tatmin vasıtası olmadığını, aynı zamanda siyasal-iktisadi-içtimai-hukuki boyutları havi olan bütünlüklü bir değer sistemi olduğunun izhar edilmesi bağlamında oldukça önemli olan bu hareket, mürettep Irak-İran savaşıyla hemen boğulmak istenecektir. 1990’lı yıllarda Cezayir ve Bosna’daki direniş hareketlerinin siyasal boyutları içkin mahiyetleri küresel sistemin dikkatini çekecek ve bu hareketler de vahşi yöntemlerle etkisizleştirilecektir. Siyonist terör devletinin barbarlıklarına karşı en istikrarlı ve mukavim direnişin İslamcı yapılar tarafından gösteriliyor olması bu ideolojinin 21.yüzyılda da etkili olacağının belirtileri olarak okunabilir. 20.Yüzyıl tecrübesi gösteriyor ki, halkı Müslüman beldelerin sömürgeci-emperyalist tahakkümden kurtulmasının yolu İslamcılığın teorik çerçevesiyle uyumlu örgütlü-sistematik mücadeleden geçiyor…

Türkiye özelinde İslamcılık, Cumhuriyetin ilanı sonrasında tasfiye edilmesi gereken “tehlikeli” bir ideoloji olarak algılandı. Çünkü Fransız İhtilali’nden mülhem yeni ulus yaratma adımlarının İslamcılık tarafından desteklenmesi,tasvip edilmesi mümkün değildi. Burjuva Protestan kültür kodlarından esinlenen inkılaplar “inhiraf” anlamına geliyordu. Öte yandan yeni devlet İslam’ın toplumsal yapının inşasında oynadığı hayati rolün de farkındaydı. Bu nedenle dinin milli bir formda yorumlanması için kolları sıvadı. Osmanlı’daki şeyhülislamlığın muadili olarak ihdas edilen Diyanet İşleri Başkanlığı “Türk’e özel” bir din yorumu yaparak hem yeni devletin kamusal meşruiyetini teminat altına aldı hem de Türk İslam’ına teolojik argümanlar üretti. Benzer adımlar Arap-Fars beldelerinde de atıldı… Teorik çerçevesi Mişel Eflak ve Selahattin Bitar tarafından Suriye’de çizilen Baas ideolojisi, Kemalizmin muadiliydi. Dinin/İslam’ın içtimai hayatın vazgeçilmezi olduğunun farkında olarak onu millileştirmek ve böylece ulus devletin meşruiyet dayanağı yapmak istiyordu… Arap İslamı’nın köşe taşları bu vesileyle döşenmiş oluyordu… Baasçılık, Mısır’ın İngiliz sömürgesinden kurtarılmasında ana istinatgahlardan biriydi. İhvan-ı Müslimin(Müslüman Kardeşler) Hareketi’nin de destek verdiği Nasır öncülüğündeki Hür Subaylar özgürlük, demokrasi ve sosyalizm esinli reform adımlarını bu ideolojinin klavuzluğunda atacaklardır… 1950’li yıllarda İran petrollerinin millileştirilmesine karar veren ve bu nedenle darbeyle devrilen Musaddık’ın ilham kaynağı da milliyetçilikti.Humeyni’nin de içinde bulunduğu medrese hareketinden destek almıştı…Denebilir ki halkı Müslüman beldelerde 20.yüzyılda yürütülen anti-emperyalist bağımsızlık hareketlerinde İslamcılarla-Milliyetçiler arasında ittifaklar tesis edilmiş ve fakat bağımsızlık kazanıldıktan sonra İslamcılar tefsiye edilmek istenmiştir. En radikal tasfiyenin Türkiye’de olduğu söylenebilir. Öyle ki yazdığı İstiklal Marşı’yla bu ülkeye İslamcılığın mührünü vuran Mehmet Akif Ersoy unutulmaya terk edilecektir…

Cumhuriyet, Osmanlı’nın devamı olmasına rağmen aralarında hiç irtibat yokmuş gibi (hem Kemalist hem de muhafazakar cenahta) yaygın olan okuma biçimi, İslamcılığın bu coğrafyadaki tecrübesi hakkında eksik ve yanlış değerlendirmelere sebep oldu/oluyor. Bilinen insanlık tarihinde mutlak anlamda bir kesintinin, kopuşun izine rastlamak zor… Olduğunu iddia edenler geçmişle bugün arasındaki “bağ”ın sıfırlanmasını, yani modern paradigmanın arzu ettiği gibi, geçmişin ilkel-arkaik-primitif olarak anlaşılmasını isteyenlerden başkası değil… Cumhuriyetin Osmanlı’dan bağımsız olarak tanınması/anlaşılması gerektiği tezini evvela Kemalist bürokratik oligarşi savundu ve bütün adımlarını bu tezin meşruiyetini tescillemek üzere attı… Böylece Cumhuriyetin erdem ve faziletlerini daha iyi anlamamızı sağlamayı murat etti. Geçmişle (ama özellikle İslam’ın fail olduğu geçmişle) aramıza ne kadar mesafe koyarsak yeni olanla o kadar iyi ünsiyet kesbeceğimizi varsaydı. Bunu yaparken ulusal bilincin tahkim edilmesi amacıyla,İslam öncesi geçmişten esinlenmeye çalışarak kendisiyle çelişti. Modern paradigmanın lineer tarih tasavvurunun “yeni” olanı sürekli güncellediğini unuttu… Cumhuriyetin oluşturduğu geleneğin de bir süre sonra “eski” olarak tanımlanacağını öngöremedi…Nitekim 27 Mayıs 1960 ihtilali “ikinci cumhuriyet” terkibini literatüre soktu. Cumhuriyetin ilanından 37 sene sonra ortaya atılan bu terkip (hiç şüphesiz ki) 1952 de dahil olduğumuz NATO paktının bizden beklediği bir şeydi…

1923’te ilan edilen Cumhuriyet 1952’de yoğun bakım odasına kaldırıldı. 27 Mayıs 1960 İhtilali ise yoğun bakımdaki Cumhuriyetin (tabiri caizse) fişini çekti… O günden sonra Türkiye iktisadi, siyasi, askeri,akademik bağımsızlığını büyük oranda kaybetti. Ortodoks Doğu Hıristiyanlığı ile Protestan ve Katolik Batı Hıristiyanlığı arasındaki gerilimi avantaja çevirerek hayatta kalmaya dönük 19.yüzyıl stratejisine sığınmak zorunda kaldı (!) Bu strateji bugün de kimi ufak tadilatlarla devam ediyor…

Akademimizin bütünüyle Anglo-Sakson ideolojinin deneyci(ampirik)-pragmatik ve kapitalist perspektifine teslim olması NATO konseptine dahil olduktan sonradır. 27 Mayıs tepeden tırnağa bir NATO operasyonu olarak bu teslimiyeti perçinlemiştir. Silahlı kuvvetlerimizin hem görevdeki hem de bir önceki genelkurmay başkanları bu dönemde tevkif edildi ve ordumuzun “millilik” vasfını haiz olmasını sağlayan binlerce subayımız görevden el çektirildi. Bütün bunlar Osmanlı’nın dağılması sonrası kur(dur)ulan ulus-devletler içinde sınırlarının cetvelle çizilmesine razı olmayan ve bunu da İslam’a yaslanarak yapan Türkiye’yi “Asya ile Avrupa arasında köprü” olmaktan başka bir vasfı olmayan kimliksiz-kişiliksiz insanların yaşadığı “transit geçiş güzergahı” (ya da lojistik depo) haline getirmek için atılan adımlardı. NATO paktına dahil olmanın Türkiye’ye siyasi-iktisadi-askeri-akademik maliyeti ne olmuştur? Sorusuna bugüne kadar neden cevap aranmadığının sebebi bu arka planda saklıdır. YÖK’ün tez arşivinde NATO hakkında yazılmış yüzlerce yüksek lisans-doktora tezi olmasına rağmen sözünü ettiğim bağlamda bir tane bile çalışmanın olmaması manidardır.

1990’lı yılların başında SSCB dağılacak ve artık soğuk-savaş hikayesi sona erecektir. Bu durumun Türkiye’deki yansımaları şüphesiz ki çok önemlidir. Kapitalist blokun zaferi globalleşmenin değirmenine su taşıyacaktır. Zaten Türkiye 1980 ihtilaliyle sisteme tam entegrasyon adımlarına hız vermiştir. 24 Ocak kararları iktisadi sistemimizin küresel piyasalarla tam uyumunu sağlamak amacına matuftur… Artık “serbest piyasa” tanrısının sözü geçmektedir… 12 Eylül ihtilali tüm ideolojilerin bu tanrıya biat etmelerini sağlamak için yapılmıştır. “Savaşmayın sevişin” mottosunda hayat bulan bu yeni yaklaşım, insanı mide ve apış arasından ibaret bir varlık olarak kodlayıp yaşamı bu iki “yer” in tatminine endekslemiştir. Kapitalizmin başka türlü hayatta kalması mümkün değildir çünkü…

Benzeri tüm ideolojiler gibi 19.yüzyıl pozitivizminden ilham alan Kemalizm de 1980 İhtilali’nden sonra kademeli olarak tarih sahnesinden çekilecektir. Başka çaresi de yoktur... Çünkü modernite ikinci dünya savaşından sonra yerini Avrupa'da post modernliğe bırakmıştır. (Biz süreci biraz geriden takip ettiğimiz için post modernliği tartışmak için 1990’li yılları beklemek zorunda kaldık.) Post modern literatürün katkısıyla Kemalizmin korunaklı surlarında onarılması güç gedikler açan Türkiye’ye mahsus İslamcılık, 21.yüzyıla bu literatürün katkısıyla merhaba diyecektir. Ancak açtığı gedikleri kendi marifeti zannederek büyük bir yanılgı yaşayacaktır… Denebilir ki İslamcılık Kemalizmle mücadeleyi İslam’ın ilke-prensip ve umdelerinden hareketle (yani İslami referanslar temelinde inşa edilmiş bir bilgi sistemiyle) değil, post-modernliğin “ifade hürriyeti”, ”kamusal alan”, ”emansipasyon”, ”insan hakları”, “demokrasi”, “kadın hakları”,”anti-otoriterizm”,”ademi merkeziyetçilik” vb. klişelerine yaslanarak yürüttü. Şimdilerde bu klişelerin içtimai hayatımızda yol açtığı travmalara dair değinilerin İslamcı havzada artmış olması ise üzerinde ayrıca durulmayı hak ediyor. Kemalizme ve komünizme karşı gösterilen hassasiyetin, kapitalizmin sinsi ve ayartıcı mahiyetinin fark edilmesinde etkisiz kalması ise dikkat çekicidir…

Türkiye’de 1970’li yıllarda Şerif Mardin’in yaptığı bazı çalışmaların haricinde akademinin Kemalizme sırtını dönmesi 1980’li yıllara rastlar. Örneğin Nilüfer Göle' nin " modern mahrem" adlı eserinin saha çalışmaları 1987 de yapılmaya başlamıştır. (1) Ki bu eser anti-Kemalist literatürün öncüsü kabul edilebilir. Fikret Başkaya’nın hapse girmesine sebep olan “Paradigmanın İflası( resmi ideolojinin eleştirisi)” adlı eseri 1991’de yayınlanacaktır.(2) Bu eser de dönem itibariyle (akademi içinden yöneltilen) oldukça cesur bir eleştiri sayılabilir. Başkaya’nın bu eserinde alıntı(lar) yaptığı Emin Türk Eliçin’in 1970 ‘de Ant Yayınlarından çıkan “Kemalist Devrim İdeolojisi (Niteliği ve Tarihteki Yeri)” adlı çalışması ve belki çok daha önemlisi Kemal Tahir’in romanları da bu bağlamda “öncü” bir çalışma olarak zikredilebilir. 1990’lı yıllarda sol ve İslamcı havzalarda yürütülen post-modernlik, birlikte yaşama(Medine vesikası bağlamında), siyasal İslam v.b tartışmaları da anti-Kemalist literatüre katkı sundu. Entelektüel dayanakları bir bir elinin altından kayan Kemalizm 1990’lı yılların sonuna doğru tipik bir “aparatçik ideolojisi” oldu ve yoğun bakıma kaldırıldı. Yaşaması için 28 Şubat darbesi yapıldıysa da işe yaramadı ve 2000’li yılların başında öldü. Fakat bünyesindeki faşizme meyilli milliyetçiliği ( ki bu milliyetçilik burjuva Protestan kodlar taşır), otoriterliği, ultra-pragmatik ve ultra-makyavelist tutumu bütün siyasi fırkalara enjekte etmeyi de başardı. Bu enjeksiyondan en büyük payı ise muhafazakar kesimler aldı. İbn-i Haldun boşuna “mağluplar galipleri taklit eder” dememişti…

Neredeyse bir asır boyunca Kemalist bürokratik oligarşinin gadrine uğrayan dindar-muhafazakar-İslamcı kesimler muhalif duruşlarını-tutumlarını-tarzlarını-söylemlerini Kemalizme bakarak inşa etmişlerdi… Şimdi karşılarında vaktiyle Kemalizme karşı işbirliği yaptıkları post-modern paradigmanın “anything goes ( her şey mubah)” klişesi vardı. Bu klişe hiçbir kutsal tanımıyor, her şeyi tartışmaya açıyor, hakikat diye bir şeyin olmadığını iddia ediyor,hiçbir otoriteye saygı duymuyor ve kimliklerin akışkan olduğunu öne sürüyordu… Dolayısıyla ne yapacaklarını şaşırdılar… Çünkü bütün entelektüel enerjilerini Kemalizmin mağlubiyeti için tüketmişlerdi. Oysa şimdi hiçbir ideolojiyi ciddiye almayan bir ideolojiyle yüzleşmeleri gerekiyordu… Lakin bu yüzleşme için ne ilmi/entelektüel hazırlıkları ne de uzun erimli, örgütlü-sistematik çalışmaları vardı… Dolayısıyla hamaset ve popülizme sığındılar… Siyasi-iktisadi-askeri-hukuki imtiyazlara sahip olduklarında meselenin çözüleceğini zannetmişlerdi. Fakat yanıldılar… “Güçlü”(3) olmayı “emin ve güvenilir” olmaya; trol/ aparatçik/holigan/fanatik olmayı ise ilmi/entelektüel derinliğe tercih ettiler… Sahip oldukları ekonomik-siyasi imtiyazları korumak uğruna,yeri geldiğinde,yüce İslam’ın ilke-prensip ve umdelerini esnetmeyi tercih ettiler…Burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan modern/post-modern anlatıyı muhafazakarlığa sığınarak etkisizleştireceklerini zannettiler. Oysaki muhafazkarlık, Hıristiyanlık içi mücadelenin (Protestan-Katolik kavgasının) sonucunda ortaya çıkmış bir koruma ideolojisiydi ve İslam’ın ruhuna bütünüyle yabancıydı. Buna rağmen İslamcılığın muhafazakarlıkla yaptığı ittifak bünyesinde onarılması güç yaralar açacaktır… Ancak Osmanlı’dan Cumhuriyete miras kalan siyasal bilince yabancı dindarlık biçimi bu ayrımları yapabilecek durumda değildir. Nitekim hala İslami referanslar temelinde bir siyaset felsefesinin nasıl inşa ve ikame edileceğine dair derinlikli entelektüel/ilmi çalışmalardan yoksunuz. Fransız İhtilali sonucu ortaya çıkan siyasal kavramlara mecbur ve mahkum oluşumuz bunun delili…  

Osmanlı’da Müslüman içtimaiyatının olmazsa olmazı olan tarikatlar-tekkeler-dergahlar Menemen hadisesi ve Şeyh Said ayaklanması gerekçe gösterilerek kapatıldı ve bazı önderleri (en meşhuru olarak Erbilli Esad efendi adı zikredilebilir) çok ağır bedel ödedi. Çok partili hayata geçişle birlikte yeniden işlev kazanacak olan tarikatlar Türkiye’ye has İslami yönelimin ana üsleri olacaktır.Cumhuriyet modernleşmesine karşı İslamcı muhalefeti uzunca bir süre Nurculuk akımının kurucusu kabul edilen Nakşibendi geleneğinden Said Nursi temsil etti. İstiklal Harbine verdiği destek ve Şeyh Said ayaklanmasına mesafeli duruşuyla Said Nursi,özellikle de “Yeni Said” olarak adlandırdığı dönemde, devrin materyalist cereyanına karşı imanı muhafaza etmek amacıyla mücadele yürütecektir. Bu mücadelesi süresince tarassut altında kalmaktan kurtulamayacaktır. Nur risaleleri adıyla yazdığı-kendisi yazdırıldığını söyler- eserler Türkiye’nin dört bir yanında taraftarlarınca okunacak ve çoğaltılacaktır. Bu eserler siyasal bilinç kazandırmaktan ziyade, komünizmin-materyalizmin-pozitivizmin revaçta olduğu bir tarih-zaman kesitinde imanı muhafaza etmeyi salık verir.

Said Nursi’yi yeni devlet nezdinde tehlikeli kılan,inkılaplara itirazıdır. Öte yandan O, Nakşiliğin 19.yüzyıldaki üstatlarından ve Halidi geleneğin banisi kabul edilen Mevlana Halid-i Bağdadi’nin cübbesine sahip olmasından dolayı Nakşi-Halidi geleneğin 20.yüzyıldaki en dikkat çekici simalarından biridir. Bu sayede elde ettiği varsayılan nüfuzun Cumhuriyet aleyhine dönmesinden endişe edilmektedir… Kaldı ki Cumhuriyet kadroları modernleşmenin kemale ermesi için tekke-dergah-tarikat kültürüyle mücadeleyi şiar edinmiş ancak başarılı olamamıştır.Denebilir ki Cumhuriyet Türkiye’sinde İslamcı ana omurga, belli dönemlerde farklı yönelimler olmakla birlikte, şimdilerde de yakinen müşahede edileceği üzere, Nakşi-Halidi gelenek üzerinden devam etmiştir. Nurculuğun kurucusu olan Said Nursi’nin bu gelenekle olan iltisakı Onun meşruiyetinin en önemli unsurlarından biri olsa gerektir. Onun ölümünden sonra ortaya çıkan ve özellikle 1980 sonrasında parlatılan Neo-Nurculuğun(4) da Nakşi-Halidi geleneğin ideolojik referanslarıyla olan yakınlığı dikkat çekicidir. İslam düşünce geleneğinin işraki ekolünden beslenen Nakşi-Halidi gelenek halihazırda Türkiye’de egemen dini söyleminin temsilcisidir. Bu söylemle mütenasip olmayan yorumların yaşama şansı yoktur…

Neo-Nurculuk Said Nursi’nin anti-komünist ve apolitik çizgisini miras almış ve bu mirası Amerikan-İsrail çıkarları doğrultusunda işlevselleştirmiştir. Said Nursi, Yeni Said olarak adlandırdığı dönemde siyaseti kerih görerek izleyicilerini bu alandan uzak durmaları konusunda uyarmıştır. Bolşevik İhtilali’nin etkisiyle artan materyalist yönelimlerin iman kalesini yıkacağı endişesiyle bütün mesaisini tebliğ çalışmalarına yoğunlaştıracaktır. Bu esnada soğuk savaş koşullarının ihtiyaç duyduğu anti-komünist söylemin ve tutumun bir mensubu olarak bulacaktır kendisini ve izleyicilerini… Türkiye’nin komünist Rusya’dansa Amerika’ya yakın olmasından yanadır. Bu tercihi dönemin devlet aklıyla da uyumludur. Komünizmin mağlup edilmesi için Hıristiyanlarla işbirliği yapılabileceğine kanidir. Dönemin diyanetinin Türkiye’nin Amerika’ya destek amacıyla Kore’ye asker göndermesini kamuoyuna izah ederken dini argümanlar kullanması, konjonktürel etkinin boyutlarını göstermesi bakımından manidardır. Pagan-putperest Korelilere karşı ehl-i Kitap olan Amerika’nın desteklenmesinin İslam’a uygun olduğu Rum suresi üzerinden izah edilecektir. Komünizmin etkisizleştirilmesi için din diliyle mücadele stratejisi sadece bize özgü de değildir. Batı Avrupa ve Latin Amerika’da kiliseyle işbirliği yapılmıştır. Materyalist ideolojiden ilham alan Komünizmle “din dilini” kullanarak mücadele etmek (dönem itibariyle) en etkili yoldur. Türkiye, NATO’nun öncüsü sayılan CENTO’ ya üye olduğunda Said Nursi dönemin devlet yetkililerine tebrik mesajları gönderecektir.(5) Balkanlar ve Türkistan’da Sovyet zulmüne maruz kalan Müslüman kanaat önderlerinin neredeyse tamamı Türkiye’nin Amerikan tarafında yer almasından yanadır. Türkçülük akımının bizdeki mimarlarının Sovyet hinterlandında yetişen bu kanaat önderleri arasından çıkması ise üzerinde ayrıca düşünülmesi gereken husustur. 19.yüzyıldan itibaren Ortodoks Doğu Hıristiyanlığı ile Katolik ve Protestan Batı Hıristiyanlığı arasındaki gerilimi lehine kullanarak hayatta kalmaya çalışan Türkiye, bu iki kutbun etki ettiği ideolojik akımların oyun sahası haline gelmiştir.

Türkiye’deki İslamcı eğilimin bir ayağında apolitik, anti-komünist, Nakşi-Halidi Nurculuk varsa şayet diğer ayağında hiç kuşkusuz yine Nakşi-Halidi gelenekten beslenen ve fakat siyasi alana etki etmeye istekli Zahid Kotku çizgisi vardır. Milli Görüş olarak bilinen siyasi tutumun tarih sahnesine çıkmasında Kotku’nun müzahereti ve onayı etkili olmuştur.Kotku,Türk toplumunun ahlaki ve kültürel olarak yönlendirilmesinden yanadır ve İslam Devleti kurma girişimlerini aceleci bulmaktadır.(6) Erbakan’a verdiği destek İslami referanslar temelinde bir siyasal bilincin inşa edilmesinden ziyade,verili koşullar altında en makul siyasetin icra edilmesi ve bu sayede Cumhuriyetin siyasal yapısına uyum sağlanması amacına matuftur. Milli Görüş hareketi özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye siyasetinde etkili olacak ve içerisinden çıkardığı “yenilikçi” kanat 2002’de tek başına iktidara gelecektir. Neonurculuğun, Milli Görüş geleneğinden gelen bir iktidar döneminde tasfiye edilmesi bu bağlamda dikkat çekicidir. 12 Eylül 1980 İhtilali’nden sonra Türkiye sathında Amerikan-İsrail çıkarlarının korunması, gözetilmesi amacıyla önü açılan/parlatılan Neonurculukla milli görüş geleneği dışında bir siyasi çizginin baş etmesi mümkün değildi. Çünkü bu iki akım öteden beri birbiriyle niza halindeydi. Erbakan’ın iktidardan indirilmesiyle sonuçlanan 28 şubat post modern darbesi Neonurculuğun himayesinde gerçekleşmişti. Neonurculuğun tasfiye sürecinde Nakşi-Halidi ana omurganın Tayyip Bey’in (aslında devletin) tarafında durması dikkatlerden kaçmamalıdır.(7)

Neo-Nurculuğun tasfiye edilmesi sonrasında devlet, Osmanlı’daki Şeyhülislamlık makamının muadili olan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla, büyük çoğunluğu Nakşi olan cemaat-tarikat yapılarının temsilcileriyle görüşerek onlara sınırlarını hatırlatmıştır. Benim okumama göre bu hatırlatmanın muhtemel çerçevesi şöyledir:

a) Ana akım Nakşi-Halidi geleneğin sınırlarına riayet edilecek. (Bu sınırların nerede başlayıp nerede bittiği muğlak olmakla birlikte, nihai kararın Diyanet tarafından verileceği öngörülebilir. Nitekim 2019 yılında Diyanet tarafından hazırlanan ve kamuoyuyla paylaşılan “gizli” ibareli “cemaatler” raporunda ayrıntılı bir tasnif ve tanımlama yapılmış, Diyanetin belirlediği çerçeveye riayet etmeyen akımlar etiketlenmiştir. )

b) Farklı bir hiyerarşi kurarak devletin/bürokrasinin işleyişini zaafa düşürecek, akamete uğratacak, mevcudiyetine halel getirecek, fiziksel varlığını tehdit edecek adımlardan uzak durulacak.

c) Sosyal yardım projelerine ağırlık verilecek. ( Ki bu projeler hem “kamusal rıza” üretiminde hem de modernleşme sürecinde içtimai hayatımızda oluşan ve oluşması muhtemel yaraların sarılmasında oldukça önemli işlev görmektedir.)

d) Suriye-Irak havzasında etkili olan neo-selefi/vahhabi/şii akımların Türkiye’de örgütlenmesine karşı dikkatli olunacak.(Cübbeli ismiyle maruf zatın bu yöndeki hassasiyetleri dikkat çekicidir.)

Dikkat edilirse Nakşi-Halidi geleneğin ideolojik referanslarıyla ilgili-ki büyük oranda işraki ekolden beslenir- herhangi bir şerh yoktur. Daha çok neyi yapıp yapmayacaklarıyla ilgili bir çerçeve söz konusudur. Kanaatimce bu çerçeve İslamcı ideolojinin moderniteye ve geleneğe yönelik eleştirel söylemini ve tutumunu zaafa uğratmış, onun yerine taklit ve itaati resmileştiren yaklaşımları terviç etmiştir. İlmi-entelektüel meşruiyet, eleştirel dikkat ve deruni farkındalık bilincinin yerine “üstat”,”molla”,”şeyh”,”gavs”,”abi” etiketli meşruiyetler öne çıkmıştır. İslam’ın siyasal bilinç inşa eden boyutuna karşı “özenli bir kayıtsızlık” sergilenirken, manevi tatmin boyutu teşhir edilerek din aracılığıyla terapi kültürünün mevzisi tahkim edilmiştir. Maruz kaldığımız “epistemik şiddetle” mücadele etmek yerine bu şiddetin açtığı yaraların sarılması stratejisi kabul görmüştür.

İslamcı entelektüel havzanın Necip Fazıl’dan Erdem Beyazıt’a, Akif İnan’dan Cahit Zarifoğlu’na büyük üstatlarının da Nakşi-Halidi sufi gelenekle olan ünsiyetleri hatırlandığında (ki bu üstatların hepsi resmi olarak onaylanmışlardır), Türkiye’ye mahsus İslamcılığın karakteristik özellikleri belirginlik kazanmaktadır. Yerlilik ve millilik klişesi de bu bağlamda değerlendirilmelidir. 1960’lardan itibaren, çevirilerin de etkisiyle, ufku genişleyen, siyasal bilinç, ilmi ve entelektüel derinlik kazanan, ulus-devletin dayattığı milli din yerine insanlık ailesine seslenen, taklit ve tekrarın yerine ferdiyet bilincini salık veren, salt duygusallığa yaslanan tepkisellik yerine tevhidi-hikemi-irfani perspektifi önceleyen özgün İslamcı damarın “kökü dışarıda” yaftasıyla itibarsızlaştırılması da bu bağlamdan bağımsız değildir.

Nakşibendiliğin 16.yüzyılda İran’ın Safeviler eliyle Şiileştirilmesi (8) sürecinde uğradığı kıyım-katliam bu gelenekte Şiiliğe karşı büyük bir nefret oluşturmuştu. Bu nefret hala çok güçlü bir şekilde varlığını devam ettiriyor. Bu nedenle Türkiye İslamcılığı modern paradigmanın mağlup edilebilirliğini- Mahatma Gandi’den sonra- gösteren İran İnkılabı’ ndan istifade etme imkanı bulamadı. İnkılab kadrolarının Türkçeye tercüme edilen eserlerine şüpheyle yaklaşıldı. Ali Şeriati,Tabatabai,Mutahhari,Beheşti,Humeyni gibi alim-aydınlar mezhebi endişeler/rezervler sebebiyle gereken ilgiyi gör(e)medi. Irak ulemasından Muhammet Bakır Sadr’ın İslam İktisadı odaklı çalışmaları da aynı endişelerle görmezden gelindi. Cezayir’den Malik B.Nebi’nin “sömürülmeye elverişli Müslüman toplumlar” çözümlemesi ile Aliya’nın mehdici-mesiyanik anlayışları takbih eden yaklaşımı görmezden gelindi… Nakşibendiliğin bu tutumu küresel emperyalizmin de işine geldi. Onlar İran’daki gibi bir hareketin İslam dünyasında bir daha vuku bulmasını istemiyorlardı. Böylece hem Türkiye’de hem de sair halkı Müslüman beldelerde sufi akımlar desteklendi. Mısır’da faşist generalin darbesine destek verenler arasında sufilerin de olması dikkat çekicidir.

Sufiliğe mesafeli olan Müslümanlar için de Suud öncülüğünde neo-selefi/vahhabi ideoloji öne çıkarıldı/parlatıldı. Böylece İslam dünyası toplumları bir yandan sufilik aracılığıyla mistik-batıni-ezoterik-mehdici bir İslam’i dile/söyleme ikna edilirken diğer yandan neo-selefi/vahhabi ideoloji aracılığıyla tedhişçi-nihilist-literalist bir perspektife razı edilmek istendi. Bu yönde oldukça mesafe alındığı söylenebilir. Suud hem Mekke ve Medine gibi aziz beldelere ev sahipliği yapmanın manevi imtiyazını hem de petro-dolarlar sayesinde elde ettiği maddi imtiyazı kullanarak İslam dünyasının gençlerini neo-selefi/vahhabi emelleri için kullanıyor. Suriye’nin, Yemen’in, Filistin’in, Afganistan’ın tarumar edilmesinde Suud’un rolü hayatidir…Çeçenistan direnişinin mecrasından saptırılmasında da öyle… Suud küresel istikbarla iş tutarak Filistin’in/Kudüs’ün İsrail’e kayıtsız şartsız hibe edilmesine yardımcı oluyor. Suud ve diğer körfez tiranları İsrail’le sıcak ilişkiler kurarak bu terör devletinin Filistin’e/Kudüs’e tarihin en iğrenç, en barbar saldırılarına kayıtsız kalıyor. Suud ve diğer körfez tiranları zalimlerle dost olurken mazlumlara düşmanlık yapıyor. Muhacerete mecbur kalan Suriye-Irak-Afganistan-Yemen-Filistin Müslümanları kamplarda ölüm-kalım savaşı verirken,Suud ve diğer körfez tiranları küresel istikbarın silah endüstrisini zengin ediyor, Amerikan-İsrail çıkarlarının güvenliğini sağlayarak İslam’ın en aziz beldelerinin ihtiramına leke sürüyor. Bu bakımdan sadece Kudüs’ün değil, Mekke ve Medine’nin de işgal altında olduğunu bilmek gerekiyor. Hac zamanında Mekke ve Medine’de Amerika-İsrail aleyhine konuşmaya bile izin vermeyen Suud, İslam dünyası için Siyonist İsrail’den daha fazla tehlike saçıyor. Kabe’nin işgalden kurtarılması için Müslüman halkların örgütlü-sistematik mücadele stratejisi benimsemesi gerekiyor. Kudüs’ün ve Kabe’nin işgal altında olduğu bir dünyada Müslümanların onurlu-haysiyetli bir yaşam sürmesi mümkün değildir. İslam dünyasının bir yandan sufi-batıni-ezoterik diğer yandan literalist-nihilist-tedhişçi ideolojiler tarafından endoktrine edilmesi kabul edilemez…

Etnik ve mezhebi gerilimler İslam dünyasının en hayati sorunu olarak önümüzde duruyor. 20.yüzyılın başında ulusal bağımsızlığını elde eden ülkeler şimdilerde dağılma-parçalanma endişesi taşıyor. Suriye ve Irak örneğinde yakından görüleceği üzere bazıları geri dönüşü mümkün olmayan trajedilerle yüzleşiyor. Irak ve Suriye etnik ve mezhebi önceliklere göre parçalandı. Arap-Fars-Türk-Kürt arasında unutulmayacak düşmanlıklar oluştu. İslamcılığın ümmet perspektifi gerçek kılınamadı ve bütünlük bilinci zaafa uğradı. Artık her parça kendi çıkarlarının güvenliğini düşünüyor. Kendi çıkarları kardeşinin-dindaşının aleyhine bile olsa sorun etmiyor…Ulusal güvenlik, reel politik, konjonktürel zaruretler,milli çıkarlar gibi argümanların (aslında putların) arkasına sığınarak adımlar atıyor. Halkı Müslüman beldeler birbirlerinin aleyhine olmak üzere küresel istikbarla itifaklar tesis ed(ebil)iyor. Pragmatik, oportünist tercihler “strateji” adı altında meşru kılınmaya çalışılıyor. Küresel sistem Müslümanların etnik-mezhebi hassasiyetlerini kullanarak kendi mevzisini tahkim ediyor. İran’ın Irak-Suriye-Yemen üzerindeki mezhebi etkisi Suud’un neo-selefi/vahhabi ideolojisiyle dengelenirken, Arap-Fars-Türk ulusları tarafından ezilen,horlanan Kürtlere emperyalistler sahip çıkıyor! Türkiye özelinde de yakinen müşahede edileceği üzere siyasal ittifaklar etnik milliyetçiliklerin tutumuna göre şekilleniyor. Bu durum İslamcı ideolojinin siyasal ufkunun daraldığını gösteriyor…İlmi/entelektüel donanım-derinlik zaafının sonucu olan bu ufuk darlığının üstesinden gelmek için,ne yazık ki, herhangi bir çabaya da şahitlik edemiyoruz. Popülizmin ve hamasetin, trol ve aparatçik kültürünün her geçen gün mevzi kazandığını söyleyebiliriz. İnsani-ahlaki değerlerin göz ardı edildiği bu kültür niteliksel adımlar atamaz. Özellikle genç kuşakların zihnen kadavralaştırılmasına yol açan bu kültürle yüzleşmek-hesaplaşmak İslamcı ideolojinin öncelikli vazifeleri arasındadır…

 

 

Kamil Ergenç

 

NOT: Bu yazı'm Umran Dergisi'nin 330.sayısında aynı başlıkla yayınlanmıştır.

 

Yararlanılan Kaynaklar ve Notlar

 

1- Nilüfer Göle/Modern Mahrem(Medeniyet ve Örtünme) /Metis Yay./12.Baskı/İst.2014

2-Fikret Başkaya/Paradigmanın İflası(Resmi İdeolojinin Eleştirisine Giriş)/Özgür Üniversite Yay./14.Baskı/Ank.2009

3-Ümit Aktaş, MNP/MSP geleneğinin millilik, kalkınma, ağır sanayi odaklı siyasal söyleminin güç kazanma/güçlü olma arzusunu içkin olduğundan hareketle “güç metafiziği” terkibini kullanır. Bu siyasal dilin Ak Parti’ye miras kaldığına işaret eder ve merkeze yerleşen Ak Parti’nin, kendisi gibi Kemalizm mağduru olan, Kürtlerle ve Sosyalistlerle işbirliği yaparak sistemin yapısal sorunlarıyla yüzleşmesi gerekirken, MHP ve Aydınlık çevresi gibi sistemin karanlık unsurlarıyla yol yürümeyi tercih ederek “gücün metafiziğini” (mevcut güç durumunun savunusunu) yaptığına dikkat çeker. Böylece,muhafazakarlığı “stratejik müttefik” olarak gören İslamcılığın Ak Parti tarafından asimile edildiğini savunur. (Bkz. Ümit Aktaş/Siyasal Arayışlar(Nasıl Yapmalı?)/ Çıra Yay./I.Baskı/İst.2021) Ne var ki,AK Parti’nin inişli çıkışlı olarak Aktaş’ın dikkat çektiği çevrelerle 2013’e kadar işbirliği yaptığını da göz ardı etmemek lazım.

4-Fetullah Gülen çizgisini tanımlamak için kullanılan Neo-Nurculuk terkibiyle ilk olarak Atasoy Müftüoğlu’nun 2007 senesinde İnsan Yayınları’ndan çıkan “Onurumuzla Yaşamak Elimizdedir” adlı kitabında karşılaştım. Müftüoğlu bu kitabında, “halkı Müslüman beldeler tarumar edilirken, Gülencilerin hizip çıkarlarını önceleyen adımlar attığını; ”hoşgörü”,“diyalog” eksenli din diliyle küresel istikbarın değirmenine su taşıdıklarıını ifade ediyordu. 2010 yılında Mana Yayınları’ndan çıkan “Zamanın Sınavından Geçmek” adlı kitabında ise Atasoy Bey’in Neonurculuk hakkındaki üslubu daha da serttir. “İslamcılık karşıtlığı söz konusu olduğunda ne Siyonizmin ne de Neo-Conların, Neo-Nurculukla yarışamayacağını” dile getirir. Hatta bu çizginin “İslam insanının bilincine kastettiğini” söyler. Denebilir ki, Türkiye’deki İslamcı entelektüel havza içerisinde hem ana akım Nurculuğa hem de Amerikancı Neo-Nurculuğa “esastan” eleştiri yönelten nadir mütefekkirlerden biridir Atasoy Bey…Ancak Onun bu uyarıları-eleştirileri 15 Temmuz yaşanıncaya kadar İslamcı ya da değil çoğu kimsenin dikkatini çekmeye muvaffak ol(a)mamıştır. Bu nedenle 15 temmuz öncesinde Neonurculuğun yapıp ettikleriyle iftihar edip,hareketin başındaki meczuba methiyeler düzenlerin darbeden sonra Gülen çizgisini eleştiri yarışına girmeleri sahicilikten uzaktır…Öte yandan Neonurculuk terkibini kullanmadan da İslâmcı çevrelerin öteden beri Fetullah Gülen’i eleştirdiği bilinmektedir. Bir örnek babında Ercümend Özkan’ın İktibas dergisinde 1980’lerde yazdıkları hatırlanabilir. Özkan 1980 öncesinde yakın çevresinin Gülen’le görüşüp “güç birliği” yapma önerisine “bunlardan bir şey çıkmaz, bir sonuç alamazsınız,onlar kendi başlarına hareket eder, birleşme veya birlikte hareket etmeye yanaşmazlar” diyerek itiraz edecektir. (Bkz. Süleyman Arslantaş/Ankara’da Kırk Beş Yıl/Beyan Yay./I.Baskı /Syf.452-455/İst.2012)

Akademik saha da ise Neo-Nurculuk terkibi (bildiğim kadarıyla) ilk defa Mehmet Ali Büyükkara’nın 2016 Yılında Klasik Yayınları’ndan çıkan “Çağdaş İslami Akımlar” adlı eserinde, Gülenciliğin ana akım Nurculuktan farkını ifade etmek için kullanılmıştır… Tanıl Bora’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan, yakın tarihimizin ideolojik akımlarını ele aldığı ve ilk baskısı 2017’de yapılan “Cereyanlar” adlı kitabında da benzer değiniye rastlamak mümkündür.

5- Hamza Türkmen/ Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri/ Ekin Yay./2.Baskı/İst.2008

6-Hamid Algar/ Nakşibendilik/Çevirenler: Cüneyd Köksal/Ethem Cebecioğlu/İsmail Taşpınar/Kemal Kahraman/Nebi Mehdiyev/Nurullah Koltaş/Zeynep Özbek/İnsan Yay./6.Baskı/İst.2019

7- Malumdur ki Nakşilik, İstanbul’un fethinden sonra-yani 15.yüzyılın ikinci yarısından itibaren-Osmanlı’nın ana ideolojik üssüdür. 16.yüzyıldan itibaren hem Şii yayılmacılığına karşı barikat işlevi görmüş hem de Anadolu’ya göç eden Türkmen nüfusun Ortodoks İslam’a entegre edilmesinde, yani şehirlileşmesinde, hayati rol oynamıştır. Bu rolün benzerini Türkiye’de 1945-2000 yılları arasında (yoğun bir şekilde) gerçekleşen kırdan-kente göç sürecinde oynayacaktır… Şehirli orta sınıfa hitap eden özelliği, tarihsel ve kültürel derinliği, siyasi iradeye etki etme arzusu sayesinde Cumhuriyet modernleşmesinin katı tutumuna direnen Nakşilik, çok partili hayata geçişle birlikte üniversite öğrencileri üzerinden faaliyetlerine devam etmiştir. Türkiye siyasetinde etkili olmuş Erbakan-Özal ve Erdoğan’ın Nakşi gelenekle olan ünsiyeti malumdur. Erbakan Milli Nizam Partisini Zahid Kotku’nun onayı ve müzaheretiyle kurmuştu. Said Nursi’nin apolitik duruşuna karşın Zahid Kotku’nun siyaseti etkilemeye dönük yaklaşımı Nakşi gelenek içinde iki farklı tutum olarak dikkat çekicidir. Neo-Nurculuk müstakil-bağımsız(!) bir gelenek oluşturmaya çalışarak ana akım Nakşiliğin dışına çıkmış ve devlet aygıtının ana akım Nakşilikle yaptığı ittifak sonucu ağır bir bedel ödemiştir. Burada Nakşilik devlet aygıtı tarafından kullanıldı (mı) yoksa Cumhuriyet’in 100.yılına ramak kalmışken Osmanlı’nın ana ideolojik üssü olan Nakşilikle devlet arasında alenen olmasa da zımnen bir ittifak mı tesis edildi sorusu önemlidir diye düşünüyorum. Benim kanaatim “ittifak” tesis edildiği yönündedir. Ancak bu ittifakın öznesi, Osmanlı’da olduğu gibi, devlettir. Devlet siyasal alana müdahil olmaması koşuluyla,içtimai hayatta kapitalist-neoliberal düzenin açtığı yaraların sarılması için Nakşi-Halidi gelenekle işbirliği yapmış görünüyor. Bu işbirliği, İslamcılığın hem gelenekle hem de modern/post modern paradigmayla müteşerri bir dil-söylem-tutum geliştirerek yüzleşme/hesaplaşma iradesinin zaafa uğraması anlamına gelir. Binaenaleyh İslamcı ideoloji, ulus devlet aygıtının Nakşi-Halidi ekolle yaptığı işbirliği neticesinde,ki bu işbirliği asırlardır içtimai hayatımızın odağında yer alan tarikat-dergah-tekke kültürünün doğal sonucudur - (şimdilik) geri çekilmek zorunda kalmıştır. Bu geri çekilmenin Türkiye toplumunun siyasal bilincinin dumura uğraması, taklit ve tekrarın resmiyet kazanması, hamaset ve popülizmin sıradanlaşması, muhafazakar-milliyetçi politik dilin “itikat” gibi sunularak bu dilin hilafına olanların kriminalize ve terörize edilmesi, etnik ve mezhebi gerilimlerin olağan hale gelmesi gibi ağır bir maliyeti olacaktır.

8- Hamid Algar/a.g.e


AddThis