Geçmişten Günümüze Milli Eğitim ve Kültür Şura'larının Gündemi ve Türk Milli Eğitim Sisteminin Karakteristiği- (I)

Bu yazı 1-3 Aralık 2021 tarihleri arasında 20.sine şahit olduğumuz Milli Eğitim Şuraları’nın(1) mahiyeti ve keyfiyetine dair tespitlerde bulunmak, sözü edilen “Şura”lardan hareketle Türk Milli Eğitim Sistemi’nin karakteristiğine dair çözümleme yapmak, velhasıl eğitim-öğretim gibi en hayati meselemizin esasa taalluk eden boyutlarını teşrih masasına yatırmak niyetindedir. Eğitim ve kültür arasındaki bağ görmezden gelinemeyeceği için Milli Eğitim Şuraları ile Milli Kültür Şuraları arasında karşılaştırma yapmaya ve birbirlerinin tamamlayıcısı olup olmadıkları hususunda tespitlerde bulunmaya (da) çalışacağız. Hasılı kelam 1921 Maarif Kongresi’nden 1923 Heyet-i İlmiye çalışmalarına, oradan da günümüze kadar belirli aralıklarla devam eden Milli Eğitim ve Kültür Şuralarına projeksiyon tutma niyetindeyiz.

Eğitim-öğretimin en hayati meselemiz olduğuna dair her dönemde dikkat çekici açıklamalara şahit oluyoruz. Zaman zaman devletin en yetkili ağızlarından “reform çağrılarına” tanıklık ediyoruz. Yüzleşmek zorunda kaldığımız büyük sorunların ardından “eğitim şart” klişesine sığınıyoruz. Uzun süredir Türkiye’nin direksiyonunda bulunan muhafazakar-milliyetçi siyasal iktidar, bayındırlık hizmetlerinde ulaştıkları hedefe eğitimde ulaş(a)madığını belli aralıklarla ikrar ediyor. Eğitimde köklü reform(lar)a ihtiyaç olduğunu dile getirerek sadece müfredat tadilatıyla yetinmemek gerektiğini beyan ediyor. Batı menşeli eğitim sisteminin nesillerimizi iğfal ettiğine dikkat çekip “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmenin lüzumuna işaret ediyor. Tüm bu tespit ve öneriler en yetkili makamlar tarafından yapıldığı için meselenin ehemmiyeti daha da belirginleşiyor. Esasında ortada devasa bir eğitim-öğretim (talim terbiye) sorununun olduğunu fark etmek için illa ki yetkili makamların konuşması gerekmez. Türkiye’nin yakın tarihine ve halihazırda olup bitenlere eleştirel dikkat ve deruni farkındalık bilinciyle nazar etmesini bilen herkes bu sorunu görebilir. Demek ki sadece siyasi partilere havale edilemeyecek kadar derin ve müşkül bir meselemiz var…Topyekün bir seferberlik şart…

Bu çetin meselenin ehemmiyetine dair (gerek siyasi gerekse sivil toplum havzalarında) yapılan tespitler önemli olmakla birlikte, esasa taalluk eden hususların açıkça izah edil(e)memesi, yani olguyu tam anlamıyla tarif edememek, etrafında dolaşmak ya da ( birilerini ürkütmemek adına kuş diliyle konuşmayı tercih etmek) sözünü ettiğimiz devasa sorunla sahih manada bir yüzleşmeyi imkansızlaştırıyor. Problemin kaynağına inmeden çözüm arayışına girişmek, sadece “kozmetik değişiklikler” için yeterli oluyor ve fakat yapısal değişim mümkün olmuyor. Bu nedenle bazı acı gerçeklerle yüzleşmeye cesaret etmek elzemdir diye düşünüyorum. Ancak ne siyasi fırkalar ne de sivil toplum acı gerçeklerle yüzleşmeye henüz hazır değil gibi görünüyor… Ya da istemiyor… Çünkü gerçeklerle yüzleşmek cesaret ister… Risk almayı zorunlu kılar. İnkılabi perspektife sahip olmayı gerektirir… Oysaki muhafazakar bilinç inkılabi perspektiften nefret eder…Statükonun “muhafaza” edilmesinden yanadır daima…Aksi taktirde hayatta kalamayacağını bilir…

Eğitim-öğretim meselesi bağlamında yüzleşmemiz gereken acı gerçeklerin başında Türkiye’nin yaklaşık iki yüz yıldır sömürgeci bilgi tarafından “esir alınmış” olması geliyor. Bu esaret hala (her geçen gün daha da derinleşerek) devam ediyor… Tanzimat fermanı “erken cumhuriyet” adımıydı. Osmanlı’nın/ Türkiye’nin kurtuluşunu Batı aklını ithal etmekte gören yaklaşım burada tebellür etti. 19.yüzyıl Osmanlı bürokrasisinin hatırı sayılır bir kısmı Fransa hayranıydı ve çocuklarını eğitmek için evlerine Fransız mürebbiyeler getiriyorlardı. (Hüseyin Rahmi Gürpınar “Mürebbiye” romanında bu dönemi oldukça güzel tasvir eder.) II. Mahmut eğitim dilinin Fransızca olmasını isteyecek kadar ileri gid(ebil)iyordu. Medrese, suhte isyanlarından beri zaten kan kaybediyordu ve 19.yüzyılın sonuna doğru neredeyse mecali kalmamıştı. Dönemin bürokrasisi kaybedilen toprakların geri alınabilmesi için önceliği askeri/sınai alanda terakkiye verdi. Böylece teknik bilgiye yatırım birincil amaç oldu.

1-3 Aralık 2021 tarihleri arasında yapılan Milli Eğitim Şurası’nın ana maddelerinden birinin mesleki-teknik eğitim olması da gösteriyor ki “teknik bilgi” hassasiyetimiz ve Batı’ya “yetişme arzumuz” hala devam ediyor. 1923-1924-1925 tarihlerinde icra edilen Heyet-i İlmiye çalışmalarından 2014’e gelinceye kadar toplam 19 milli eğitim şurasının ana gündemleri genellikle teknik ve mesleki eğitimin sorunları, müfredat tadilatı, öğretmen yeterlilikleri, mektep istatistikleri gibi idari/bürokratik konulardır. Maruz kaldığımız zihinsel sömürgeleşmeye dair bir tek gündem yoktur. Birazdan bu gündem maddelerine işaret edeceğiz.

Burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan sömürgeci bilginin karakteristik özelliği seküler, pozitivist ve ırkçı olmasıydı. Türkiye, bu bilginin rehberliğini kabul etti ve etmeye devam ediyor. Her ne kadar 20.yüzyılın ikinci yarısında pozitivist perspektif yerini post-modern paradigmanın esnek ve akışkan karakterine bıraktıysa da bilginin “ırkçı/seküler” mahiyetinde herhangi bir değişiklik olmadı. Sözünü ettiğim bu sömürgeci bilgi, vahiy ve nübüvvet bilgisini tarihsel ve/veya kültürel bağlama ya da şifahi geleneğin kodlarına hapsederek dışarıda tutmayı başardı. Halihazırda vahiy ve nübüvvet bilgisi (Türkiye’deki hiçbir üniversite tarafından) referans olarak kabul edilmiyor. Bu durumda ülke genelindeki iki yüzden fazla üniversitenin hiçbiri “epistemolojik bağımsızlığa” sahip değildir. İstisnasız hepsi (özellikle de sosyal ve siyasal bilimler alanında) Avrupamerkezci bilginin sınırları içerisinden konuşmaktadır. İlahiyat fakültelerimiz, merhum İsmail Raci El-Faruki’nin ifadesiyle, birer şarkiyat enstitüsü gibi çalışmakta, İslam’ın (bütün boyutlarıyla) hayata müdahil olmasını temin edecek bir çabanın oldukça uzağında bulunmaktadırlar. Akademik profesyonellik bütünü değil parçayı, tümeli değil tikeli, külliyi değil cüz’iyi incelemeyi yeğlediği için tevhidi perspektife yabancıdır. Düalisttir… Duygu-düşünce, akıl-gönül,ruh-beden,madde-mana, dünya-ahiret, din-bilim,kamusal-özel,fizik-metafizik, kutsal-seküler vb. ayrımları meşrulaştırır. Sistemini bu ayrım üzerine kurar… Akademinin referans aldığı bilgi seküler/ ırkçı ve Avrupamerkezci bilgi olduğu için buradan İslam’ın ve Müslümanların hayrına bir sonuç çıkması beklenemez.

Yaklaşık iki yüz yıldır maruz kaldığımız zihinsel sömürgeleşme süreci üç tür şiddet üretti ve bizleri bu şiddetle barışık yaşamaya, ne yazık ki, ikna etti. Bu şiddet türleri şöyle sıralanabilir:

1- Epistemik şiddet (Epistemolojik bağımlılığın sonucudur)

2-Ontik şiddet (ontolojik bağımlılığın sonucudur)

3- Metodik şiddet ( Metodolojik bağımlılığın sonucudur)

Epistemik şiddet; bilginin mahiyetine ve keyfiyetine dair tavrımızı, tutumumuzu ve tarzımızı belirler ve neyin “bilgi” değeri taşıyıp taşımadığına karar verir. Bilgiyi nasıl tanımlayacağımıza, yorumlayacağımıza ve anlamamız gerektiğine dair yol haritamızı belirler. Ontik şiddet; varlığı nasıl tanımlayacağımıza, onun mahiyet ve keyfiyeti hakkındaki kanaatimizin ne olması gerektiğine karar verir. Metodik şiddet ise, ilk iki şiddet türüyle bağlantılı olarak, neyi nasıl yapacağımıza, bilgi ve varlıkla hangi usul çerçevesinde ilişki kuracağımıza,bilgiyi varlıktan nasıl elde edeceğimize karar verir. Böylece bütün bir hayat algımız ve dünya görüşümüz bu şiddet türlerinin tasallutu altına girer. Ontolojik ve epistemolojik emperyalizm meşrulaşır,içselleşir.

Üzülerek söylemek gerekiyor ki, Türkiye akademik havzası bu şiddet türleriyle mücadele edebilecek bilinç, ufuk, donanım ve yetkinlikten yoksundur. Ulus-devlet aygıtı ise zaten böyle bir mücadeleye girişemez… Çünkü bizatihi kendisi İslam’ın ruhuna yabancı bir örgütlenme biçimini temsil eder. Ayrıca “konjonktürel” ve ”reel politik” mazeretleri vardır. Geriye sivil toplum örgütleri/havzaları kalıyor. Bu örgüt ve havzaların ekserisi ise (özellikle eğitim-öğretim adına mücadele yürüttüğünü iddia edenler) sözünü ettiğimiz şiddet türlerinden haberdar dahi değillerdir. Onlar, eğitim bürokrasisinde makam/mevki “işgal planları” yapmak veya ait oldukları hizbin/kliğin/cemaatin/tarikatın v.b çıkarlarını ve imkanlarını alabildiğine genişletmek amacıyla oldukça pragmatik-oportünist-makyavelist bir tavrın ve tarzın mümessili olmayı tercih ettiler. Sivil toplumda ve eğitim bürokrasisinde işgal ettikleri makamları, politik ikbal arayışının payandası yapmak suretiyle (bu ülkenin) gençlerine ve çocuklarına “çıkar ve fayda odaklı” bir perspektifi miras bıraktılar. Muhafazakarlıklarıyla öne çıkan sivil toplum havzaları, eğitimin kalitesini arttırmak için ne yapılabilir? sorusuna (genellikle) “imam hatip okullarının ve/veya ilahiyat fakültelerinin sayısını arttırmalıyız” şeklinde cevap(lar) ürettiler. Oysaki bu cevaplar yukarıda sözünü ettiğimiz şiddet türlerini ortadan kaldırmak için yeterli değildi. Vahiy ve nübüvvet bilgisinin referans alınmadığı bir ülkede her köşe başına bir imam hatip, her sokağa bir ilahiyat fakültesi ve boş bulunan her araziye görkemli/ihtişamlı camiler yapılsa da ontolojik ve epistemolojik emperyalizme karşı esaslı bir duruş sergilenmiş olmayacaktır.

Tanzimatın terviç ettiği teknik bilgi Cumhuriyet döneminde de oldukça muteberdi.Modern medeniyete yetişmemiz için sınai/endüstriyel/askeri alanlarda hızlı adımlar atmamız gerekiyordu. Böylece ilmi/entelektüel derinliğin yerini “uzmanlaşma” çabası aldı. Cumhuriyet tarihine damgasını vuran siyasilerin genelde teknokrat/mühendis olması tesadüf değildir. Menderes, Demirel, Özal, Erbakan, Çiller, Erdoğan hep mühendis/iktisatçı (yani teknik bilgi sahibi) insanlardı. Türkiye bu siyasilerin riyasetinde bayındırlık hizmetleri alanında önemli adımlar atarken, ilmi/entelektüel/sanatsal alan(lar)da yerinde saydı. Hemen hepsinin sağ siyasi gelenekten çıkması ise manidardır… Kapitalizm Türkiye’de sağcılık (ve türevleri) aracılığıyla tahkim edildi. Solculuk ise (halkın dini/geleneksel değerlerine olan hasımlığı ve cebri/jakoben modernleş/tir/me stratejisi nedeniyle) sağcılığın kapitalizmle olan ünsiyetinin fark edilmemesini sağladı.

Teknik bilgiye olan teveccüh (şimdilerde yakinen müşahede edileceği üzere) askeri alanlarda ileri düzey adımlar atamamızı sağlarken, ilmi/entelektüel derinlik ve hikemi/irfani perspektif kayboldu. Artık gençlerimize olağanüstü teknik aygıtlar yapan mühendisler ve o aygıtları ustaca kullanan güvenlik personelleri örnek gösteriliyor. Alimler-entelektüeller-aydınlar-arifler değil… Teknik bilgiyle donanmış ve fakat ilmi/entelektüel/hikemi/irfani/ derinlikten yoksun olanlar dağ gördüğünde tünel, deniz gördüğünde köprü, orman gördüğünde kereste ya da yol, akarsu gördüğünde baraj, ova gördüğünde ise ucube binalar yapma hayaliyle yaşıyor… Bu şartlarda Türkiye’nin varacağı yer ABD’nin ya da Japonya’nın bugün bulunduğu noktadan farklı bir yer olmayacaktır.

NOT: Beş bölüm halinde istifadenize sunacağım bu yazı 1-3 Aralık 2021 tarihinde 20.si yapılan Milli Eğitim Şura’sı öncesinde Enderun Özgün Eğitimciler Derneği bünyesinde icra edilen “Tavsiye Çalıştayı” nda sunumunu yaptığım “Epistemolojik Bağımsızlık İçin Bir Yol Haritası Denemesi” başlıklı çalışmadan esinlenerek hazırlanmıştır. Bu yazının tamamı Umran Dergisi’nin 337. Sayısı ile Enderun Eğitim Yazıları Dergisi’nin 19.sayısında aynı başlıkla yayımlanmıştır. Bölümler halinde farklibakis.com internet adresinde de yayımlanacaktır.

 

 

Kamil ERGENÇ

Yararlanılan Kaynaklar

1- Milli Eğitim Şura gündemleri ve alınan kararlarla ilgili bkz. (https://ttkb.meb.gov.tr/www/milli-egitim-suralari/dosya/12)

Ayrıca bkz. https://ttkb.meb.gov.tr/www/gecmisten-gunumuze-mill-egitim-sralari/icerik/328

Milli Eğitim Şuralarının Tarihçesi ve Eğitim Politikalarına Etkisi/Muzaffer Deniz/ Yüksek Lisans Tezi/Süleyman Demirel Ünv./Sosyal Bilimler Fakültesi/Isparta-2001


AddThis