İslami Hareketin Entelektüel Kökenleri-1

Tunus’la başlayan ardından Mısır ve Libya’ya sıçrayan ve yaklaşık iki yıldır da Suriye’de devam eden sosyal patlamaların tarihi arka planını anlamak, yaşadığı döneme şahitlik yapma mükellefiyetiyle karşı karşıya bulunan bizler için oldukça büyük bir önem arz ediyor.Arap coğrafyası olarak tarif edilen bu beldelerdeki sosyal patlamaların, 20.yüzyılın sonunda dillendirilen medeniyetler çatışması ve tarihin sonu argümanlarıyla,basmakalıplaştırılmış/tekdüze/homojen bir dünya ve insan vaadinin yeganeliği üzerine mutabık kalmış modern anlayışlara bir reddiye olup olmadığının da ayrıca sorgulanması gerekiyor.

Adı geçen beldelerde cereyan eden olayların öncülerinin-aksi iddialar olsa da- İslami hareketler olması ve cari diktatörlüklerin devrilmesinin ardından ortaya çıkacak yeni süreçte-eğer bir yol kazası olmazsa- özne pozisyonunda bulunacak olanların İslamcı damardan geliyor olması ,bu hareketlerin tarihi arka planlarının anlaşılmasını daha bir gerekli kılıyor.

18.asrın sonlarında Avrupa kıtasında cereyan eden ulusçuluk akımının yaklaşık bir buçuk asır sonra Osmanlı hinterlandında etkisini göstermesiyle birlikte 20.yüzyıl ,Osmanlı coğrafyasında ulus devletlerin mantar gibi üre(til)diği bir dönem oldu.Kur(dur)ulan her bir devlet kendi ulusal kimliğini bayraklaştırarak maiyetindeki topluluklara bu kimliği dayattı ve/veya bu kimliğe uygun bir toplumsal yapı teşekkül ettirdi.Etnik unsurlar mezhebi farklılıklar ile birlikte ,ufukta şayet var ise bir birleşme fikriyatının dinamitlenmesi için, sürekli olarak canlı tutuldu ve tutulmaya devam ediyor.Bugün son on yılda İslam milletinin yaşadığı travmalar objektif olarak analiz edildiğinde ,yukarıda ifade etmeye çalıştığımız etnik ve mezhebi unsurların nasıl İslam üst kimliğinin fevkinde bir pozisyona oturtulduğu görülebilir.

Arap beldelerinde 1967 altı gün savaşıyla yaşanan travma, Baas ideolojisinden yani Arap ulusçuluğundan bir kopuş sürecini de beraberinde getirmiştir.Ulus devlet yapılanması ile birlikte yeni bir kimlik dayatılan Arap halkı, Arapçılık etrafındaki kümelenme idealinin ne kadar kof olduğunu altı gün savaşlarında yakinen müşahede etmiştir.Mısır,Suriye,Ürdün ve bu ittifaka destek veren diğer önemli Arap ülkeleri bu savaşta İsrail karşısında hezimete uğramıştır.Yıllar içerisinde halka enjekte edilen Arap milliyetçiliği/basçılık böylesine önemli bir savaşta hiçbir etkinlik gösterememiştir.Kudüs’ün işgaliyle içten içe buhran yaşayan Arap dünyasının onuru bu savaşta iyice ayaklar altına alınmış ve bu durum İslami hareketlerin Arap dünyasındaki etkinliklerinin artmasını da beraberinde getirmiştir.

Yöneliş yayınları tarafından M.Ali Demirci’nin çevirisiyle Türkçeye kazandırılan İslami ‘’Hareketin Entelektüel Kökenleri’’ adlı kitap, bugün Arap Dünyasında cereyan eden olayların tarihi ve entelektüel arka planının anlaşılması açısından oldukça önemli. İslami hareketlerin bugünkü süreçte oynadıkları etkin rol  göz önüne alındığında ,bu hareketlerin entelektüel alt yapısının incelenmesi mühimdir.Dolayısıyla Hasan el-Benna ,Seyyid Kutup gibi ihvan hareketinin teorisyenlerinin-burada teorisyen kavramını bu kişilerin hayatın dışında yani fildişi kulelerinde oturan ve mücadeleden bigane anlamında değil, hareketin entelektüel ve ilmi müktesebatını oluşturmaları açısından kullanıyoruz- mücadele süreci,fikriyatlarının oluşum evreleri ve metotları iyi anlaşılmadan bugünkü yaşananları sağlıklı bir şekilde analiz etmek mümkün değildir.Ve yine Şii dünyasından M.Hüseyin Fadlullah gibi entelektüel/ulema çizgisinin fikir dünyasına vakıf olunmadan ,Lübnan Hizbullah’ını anlamak ta mümkün görünmemektedir. Kitap bu üç simanın-Hasan el Benna,Seyyid Kutup ve M.Hüseyin Fadlullah-anlaşılması noktasında önemli bir işlev görüyor.

19.YÜZYILDAN GÜNÜMÜZE ARAP DÜŞÜNCESİNİN DOĞASI

20.yüzyıl boyunca Arap entelijansiyası özellikle üç kavram üzerinde- ki bu kavramlar aslında Arap düşüncesinin moderniteyle birlikte doğasını da teşkil eder- duruyor.Bunlar:Nahda(Rönesans),Sevre(devrim) ve Avdet(kaynaklara dönüş) kavramlarıdır.Bu kavramlara yüklenen anlamların batılı tahakkümün zirvede olduğu ve batı medeniyeti karşısında yenilginin kabul edildiği bir kesite denk geldiğini ifade etmekte yarar var.Ulus devlet yapılanmasının ete kemiğe bürünmeye başladığı zaman sürecinde batılı entelektüel çevrelerden ciddi saldırılara maruz kalan Arap aklı ve entelijansiyası, nihayetinde kendisini ifade etmenin en işlevsel yöntemi olarak vahiy tarafından inşa edilen zihninin modern argümanları anlayamayacağı düşüncesi ile, Hamilton Gibb benzeri entelektüellerin kışkırtmalarıyla dinde yeni bir sürecin başlatılabileceğine ikna edildiler.Oryantalist düşünürlerin özelde Arap aklına genelde ise Müslüman dünyaya kendilerini dinin geri bıraktığı düşüncesini kabul ettirmek için çok ciddi çabalar içerisinde olduklarını ifade etmek gerek.Mesela yukarıda adını verdiğimiz ve yazarımızın da batılılaşmanın tarifi noktasında kendisine başvurduğu Hamilton Gibb batılılaşmayı şöyle tarif eder:

1-Batılılaşma, batı askeri ve levazım tekniğinin yani ilerlemenin harici ve somut bilimsel araçlarının kabulüdür.

2-Batılılaşma, bir dünya görüşü ve bir rasyonalizasyon sürecidir

3-Batılılaşma, felsefi ve eğitimle ilgili genel bir gürü(nü)ştür.

Gibb’in bu ifadeleri zımnen Arap coğrafyasındaki geleneksel eğitim anlayışının kökten değişmesini ve batı tarzı bir rasyonalizasyon sürecinin bir benzerinin bu coğrafyada yaşanması demektir . 

Bilindiği üzere batı, ortaçağ olarak adlandırdığı tarihsel dönemde tam anlamıyla bir trajedi yaşamış ve bu trajediden kurtuluş yollarını ararken, maruz bırakıldığı ıstırapların yegane müsebbibi olarak gördüğü din/kilise olgusunu mümkün olduğunca hayatın dışına itmeye yani sekülerleştirmeye gayret etmiştir. Dinin bir müessese olarak temsil edildiği batıda akıl,dini temsil iddiasındaki kilise karşısında işlevselliğini yitirdiğinden yeni süreçte rasyonalist bir bakış merkeze alınmıştır.Dinin müesses hale getirilmesi ve anlaşılmasının ancak belli bir zümrenin uhdesinde olması; bu zümrenin de dini dünyevi menfaatleri için araçsallaştırması neticesinde meydana gelen dinde deformasyon sürecinin pratik hayattaki yansımaları genelde ‘’zulüm’’ olarak nitelendirilebilecek eylemler şeklinde olduğundan, bu sürecin batılı insanda oluşturduğu korku ve nefreti anlamak mümkündür.Ancak bu tarz bir yeniden doğuş sürecinin Müslüman dünyada da cereyan etmesini beklemek ya da ancak böylesine bir yenilenme ile zilletten kurtuluşun mümkün olduğuna dair beklentinin sıhhatini de sorgulamak gerekiyor. 

Geleneğe ve gelenek tarafından şekillendirilen akla yönelik yapılan eleştirilerin yalnızca oryantalist bir çaba olmadığını Cabiri,Abdullah Lauri ve Hichem Dejait gibi Arap entelektüellerinin da bu yönde tenkitleri olduğunu da belirtmemiz gerekiyor.Cabiri’nin Arap aklının oluşumu ile ilgili olarak ortaya koyduğu  Arap dilinin mumyalaştırıldığı yani dondurulduğu; fakat toplumsal hayatın ne mumyalaştığı ve ne de dondurulduğuna ilişkin kanaati ve modern Arap düşüncesinin geçmişin dil ve fıkhından kurtulmasının entelektüel sağlamlık ve özgürlük için gerekli olduğu ifadesi burada önem arz ediyor.Ayrıca Tunuslu filozof Hichem Dejait’in düşüşün, İslam’ın oluşturduğu homojen toplum yapısının bozulmasından sonra gerçekleştiğini ve ulemanın seküler bilginin yükselmesine karşın teolojik bilgiyi üretememelerinden kaynaklandığına ilişkin kanaati, Cabiri’nin dinamik fıkıh anlayışı ile paralel okunduğunda sağlam bir özeleştiri geçmişimizin olduğuna delalet eder.

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 


AddThis