ÜÇ MESELENİN ETRAFINDA

Teknik,medeniyet ve yabancılaşma kavramları dün olduğu kadar bugünde oldukça netameli olma hususiyetlerini muhafaza ediyor.Hayatımızın hemen her yanında içli dışlı olduğumuz bu kavramların serencamıyla ilgili vaktiyle yapılmış ve halihazırda yapılmaya devam eden çalışmalar, meselenin ne kadar ehemmiyetli olduğunun da bir işareti aynı zamanda.Tekniğin tam olarak ne olduğu,teknoloji ile arasında bir farkın olup olmadığı yada bilim ve teknik arasındaki ilişkinin mahiyeti gibi zorlayıcı soruların yanında,yabancılaşmanın-insanın tanrısına,evrene ve tarihe yabancılaşmasının-muhtevası ve medeniyetin tam olarak neye taalluk ettiği  gibi sorular bugün dahi zihinleri,genelin değil ilgilisinin zihnini, yormaya devam ediyor.

20.yüzyıl, aydınlanma düşüncesinin kavramlarıyla ifade edecek olursak, ilerlemeci tarih algısının egemenliği altında geçti.Bu algıya göre geçmiş yani gelenek kötü gelecek ise iyi olanı temsil ediyordu ve insanlık sürekli olarak bir tekamül süreci içerisindeydi.21.yüzyılın ilk çeyreğini müşahede ettiğimiz bu günlerde, özellikle teknoloji alanında barizleşen ilerlemecilik mefhumun nerede duracağını tam olarak kestirememekle beraber,19.yüzyılda insana büyük vaatlerle ortaya çıkan ve hümanizm tarafından beslenen teknolojinin bugün itibariyle geldiği noktayı sorgulamak durumundayız.

İsmet ÖZEL’in ifadesiyle,’’ Neyim? Ne yapıyorum? ve Ne ile yapıyorum? diye sorduğumuz zaman karşımıza yabancılaşma,teknik ve medeniyet çıkıyor.Asıl üzerinde durulması gereken nokta ise yabancılaşmanın ancak medeni bir hayat tarzıyla birlikte söz konusu edilmesi ve medeniyetin de kendi teknolojisiyle ayakta durabilmesidir.Yani yabancılaşmadan medeni olunamıyor ve teknoloji hayatını devam ettirecek bir medeniyet üretiyor.Dolayısıyla bu kadar girift mevzular hakkında konuşmakta zor oluyor.’’

İsmet Özel’in 1978’te ilk baskısını yaptığı Üç Mesele adlı kitap yukarıda etrafında bazı soruları sorup cevap aradığımız teknik,medeniyet ve yabancılaşma kavramlarını ,efradını cami ağyarını mani bir düzlemde inceleyerek, gerek yazıldığı dönem itibariyle gerekse bugün bu konularda kafası karışık bireylere önemli bir bakış açısı sunuyor.Henüz bugünkü kadar ilerlemeyen teknolojiye getirilen eleştiri ve teknik ile arasındaki ince farkı barizleştirmeye çalışan Özel, meseleyi karşı yada taraf olma veçhesinden değil anlama zaviyesinden değerlendiriyor.

Osmanlı’nın gerileme ve dağılma sürecinde başlayan Frenk hayranlığı ve bu çerçevede ‘’kaşaneler ile viraneler’’ mukayesesi belli bir süre sonra Batı’nın tekniğini alıp ahlakını almama şeklinde tebellür etti.Ancak tekniğin kendisini ortaya çıkaran bir ahlaki formasyona sahip olduğu düşüncesi ihmal edildiğinden,aslında teknoloji transferi olarak başlayan süreç beraberinde o teknolojinin içine doğduğu dünyanın ahlakının da transferine sebep olmuş oldu.Bu durum bugünde geçerliliğini devam ettirmektedir.Örneğin eğer akıllı telefon kullanıyorsanız  o telefonun üretildiği kültürel ve ahlaki formasyonunu da farkında olmadan içselleştiriyorsunuz demektir.Çünkü akıllı telefon sadece iletişim aracı olmanın dışında/yanında teknolojinin egemenlik kurduğu hayatımızda bir çok şeyin bulunduğumuz yerden,asgari insani ilişkilere dahi gerek kalmadan, halledil(ebil)mesi demektir.Dolayısıyla teknolojinin nasıl bir zihin dünyasının ürünü olduğu onu kullanmayı düşünenler tarafından önemsenmesi gereken bir olgudur.

İsmet Özel’in özellikle Osmanlı döneminde teknoloji karşıtlığı gibi görünen bazı çıkışları aslında çok önemli bir ahlaki duruşu ve aydın tavrını gösterdiğine dair temsilleri meseleyi salt bağnazlık yada taassup ekseninde değerlendiren günümüz garbperest aydınlarının ne kadar sığ olduklarının bir işareti olarak görülebilir.Bu zaviyeden bakıldığında sorumlu aydın/entelektüel olabilmek, yaşadığı havzanın tarihi/kültürel/dini kimliğine taalluk eden dinamiklerinden haberdar olmak ve bu dinamikleri içselleştirmekle mümkündür denebilir.

Önemli soru şu; Teknoloji ve ahlak birbirinden bağımsız mı dır?Cevabımız evet,teknik ve/veya teknoloji ahlaktan bağımsızdır.Dolayısıyla dünyanın herhangi bir yerinde üretilen teknolojik aygıtlar bir başka yerde de gönül rahatlığı ile kullanılabilir şeklindeyse,o zaman sanat,edebiyat,felsefe,tarih gibi alanlarında ahlaktan bağımsız olduğunu iddia etmek gibi bir handikapla karşı karşıya kalma tehlikesi yaşayabiliriz.Haliyle bu durum bizi bir çıkmaza sürükleyebilir.Yok eğer cevabımız hayır teknoloji ahlaktan bağımsız değildir.Her teknoloji kendisini üreten bir ahlaki arka plana yani bir evren,tanrı,insan ve tarih tasavvuruna sahiptir diyorsak,işte o zaman modern dünyayla bir hesaplaşma içerisine girmeyi göze alıyoruz demektir.

Bugün gerek Türkiye’de gerekse Dünyanın bir çok yerinde teknik-ahlak ilişkisinde, bu ikili arasında herhangi bir etkileşim bulunmadığını iddia edenlerin sayısının çok olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla çoğunluğa tabi olmayı hakikatin tarafında olmakla eşdeğer görenler için bu sonuç memnuniyet verici olabilir.Ancak çoğunluk her zaman,hatta Kuran’ın ifadesiyle çoğu zaman,hakikatin miyarı değildir.O halde bu meselede ciddi bir düşünme eylemi gerçekleştirmemiz gerekiyor.

Burada İsmet Özel’in sorduğu iki soru önemlidir diye düşünüyorum;

1-Teknolojiyi iktisadi-siyasi-kültürel çatışmaların yanı başında bir maddi unsur olarak mı kavrayalım,

2-Yoksa onu belirli bir manevi yapının somutlaşmış biçimi olarak mı görelim?

Şunu unutmamak gerekiyor ki, bugünkü Dünya yaklaşık 400 yıldır Batı tarafından yani Batı’nın özne olduğu bir telakkiden doğmuştur.Dolayısıyla Dünya’nın bugün aldığı şekli anlamak istiyorsak,Batı Dünyası’nın üzerine kurulduğu paradigmanın ne olduğunu bilmek durumundayız.

Batı, aydınlanma düşüncesiyle insanını yıllarca baskılanan kilise skolastisizminden yani Katolik Hıristiyanlığın en katı yorumundan/dinden bağımsızlaştırarak/özerkleştirerek,insanına kendi kendisinin tanrısı olabilecek evsafta olduğu inancını zerk etti.Tanrı hayattan uzaklaştırılınca,ki bu düşünce tanrının hakkı tanrıya Sezar’ın hakkı Sezar’a şeklinde formüle edilmiştir, değer ihdas etme imkanı insanın eline geçti.İnsan,kendisine açılan bu oldukça geniş emansipasyon alanını tabiata tahakküm edecek ve onu kendisine boyun eğdirecek bir araç olarak kullandı.Kadim kültürlerde canlı/dinamik/velut ve amaçlı olarak algılanan tabiat yerine baskı altına alınmaya çalışılan bir evren/tabiat algısı gelişti.İnsanın tabiata tahakkümünü güçlendirecek araçlar araması ona teknik yardımıyla yeni enstrümanlar icat etme fikri verdi.Bu saatten sonra insan/batı insanı, ürettiği/icat ettiği her aracı tabiata egemen olmak için kullanma yolunu seçti.Bugün dahi Batı’nın teknoloji olarak ürettiği tüm enstrümanlar ,insanın evrendeki egemenliğinin pekiştirilmesi ve tanrı iradesinin önüne tanrılaştırılmış  veya tanrıyla savaşan prometeusçu bir insan algısının oluşturulmasını sağlamaya dönüktür.

Teknolojinin ahlaki ve felsefi arka planı olduğu gerçeği 20.yüzyıl Batı medeniyetinin ortaya koyduğu insan tipolojisi çerçevesinde daha bir belirginleşmişken bu teknolojik sürecin tabi bir sonucu olarak Yabancılaşma kavramını değerlendirebiliriz.

Özel’e göre,yabancılaşma/alination kavramı, insanın tarihi süreç ,bilhassa 20.yüzyıl,boyunca şahsiyetinin örselenmesi meselesinde Batılı filozofların felsefi planda başvurdukları ancak tanrıyı hayatın dışına itmenin bariz bir neticesi olan Hümanist düşüncenin eseridir.Batı düşüncesinin insan algısında Antik Yunan mitolojisindeki tanrıyla çatışan ve bilgiye ulaşan insan prototipi oldukça belirgin olduğundan, bugün bile Batı,insan derken hayatın yegane öznesi ve değer ihdas eden bir varlıktan bahsetmektedir.

Kökleri Aristo felsefesine kadar uzanan insanın aklıyla hakikati tespit edebileceği ve hatta kendisi için gerekli olan değerler sistemini ihdas edeceği fikri, çeşitli evrelerden geçerek bugün de geçerliliğini korumaktadır.Akıl iyi-kötü,güzel-çirkin,hayır-şer,sevap-günah,helal-haram tespitinde tek başına otorite olarak kabul edildiğinde,vahiy ve peygamberlik/nübüvvet olgularının gerçekliği arka plana itilmiş olmaktadır.İnsan tanrıdan bağımsız olarak algılanıp akıl merkeze alındığında insanın kendi yapıp etmeleri dolayısıyla ortaya çıkan fecaat durumu,yani insanın buhranları,ezilmesi,sömürülmesi,gadre uğraması gibi durumların açıklanmasında yabancılaşma kavramı Batılı filozofların imdadına yetişmektedir.

İnsanın ahlaki ölçülerin yegane temsilcisi olması ön kabulü, ortaya çıkabilecek menfi durumların yabancılaşma kavramı çerçevesinde yapılacak bir açıklamayı meşrulaştırmaktadır.Demek ki insan kendine yabancılaşmıştır.Aslında insan Batılı filozofların iddiasına göre,bütün kemalat derecelerini kendisinde toplayan bir varlık iken bazı şartlar nedeniyle yabancılaşmış ve ortaya zulüm,tuğyan,buhran vs.çıkmıştır.Dolayısıyla yabancılaşma kavramı insanın tanrıdan bağımsız olarak değer ihdas edebilecek evsafta olduğu düşüncesine dayanır.Bundan dolayı bu kavramda içkin olan hümanist düşünceyi ve prometeusçu algıyı ihmal etmemek gerekir.

Müslüman için ise insan, takvası ve fücuru ilham edilmiş olan ve benliğinde sürekli diyalektiği/çatışmayı yaşayan ve bu çatışmada ki bilinçli tercihleriyle beşerlikten insanlığa doğru yükselen bir varlık olarak belirir.Mümin kişi,vahyin ve nübüvvetin kılavuzluğu olmadan aklıyla hakikati tespit edemeyeceğini,değer ihdasında bulunamayacağını ve hemcinsleriyle adalet eksenli bir birlikteliği sağlayamayacağını bilir.İsmet Özel’inde hassasiyetle vurguladığı üzere yabancılaşama/alination kavramının İslam düşüncesinde herhangi bir karşılığı yoktur.Bu kavramın içine doğduğu dünyanın felsefi paradigmasının ürünü olduğu gerçeği göz ardı edilmeden değerlendirilmesi gerekir.

Medeniyet kavramına gelince…

İsmet Özel’in medeniyet kavramıyla ilgili söyledikleri tevhidi dünya görüşünün bütün zamanlarda ve zeminlerde ortaya sahih değerler koyabileceği gerçeğini tazammun eder.Özel’e göre İslam’ı bir kez medeniyet kavramı etrafında değerlendirmeğe başladığımızda onu tarihi bir zaman aralığı içinde değerlendirme yapma kısırlığına düşmüş oluruz.Oysaki İslam tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmış,doyuma ulaşmış,her türlü medeniyet enstrümanlarını ortaya koymuş ve artık tarihten çekilmiş bir din değil,bütün zamanlarda ve zeminlerde hukuk/fıkıh üzerinden değer ihdas eden ve insanlığa değer merkezli ürünler armağan edebilen adalet eksenli bir değerler sisteminin adıdır.

İsmet Özel’in işaret ettiği üzere Medeniyet kavramı 1757 yılında Fransa’da sadece toplumun tarihi görüntüsünü değil, insanlık ailesinin kafa ve yürekçe de bir yetkinleşmeyi gerektirdiği şeklinde anlam kazanmış ve aydınlanma düşüncesiyle birlikte Batı dışı toplumlar yani Batı’nın değerler sistemini kabul etmeyen toplumları tanımlamak için kullanılmaya başlanmıştır. Dolayısıyla bu tarz bir medeniyet algısının karşıtını yani barbarlığı ve vahşiliği de içinde barındırdığı ve özellikle başta sömürgecilik dönemleri olmak üzere bugün dahi Batı’nın değerler sistemini kabul etmeyen toplumların medenileştirilmesine gerekçe oluşturduğunu ifade etmek gerekiyor.

Medeniliğin tarihi görünürlükten, ki bu görünürlük genelde maddi düzlemdedir, çıkarak kafa ve kalp olarakta belli bir düzeye ulaşmanın alameti sayılması ve bu  kalp-kafa kıvamının Hıristiyanlığı deforme eden Batı dünyasının değerler sistemine göre olması Müslümanların bu kavramı kullanırken oldukça dikkatli olmalarını gerektiriyor.Yani İslam’ın tevhid eksenli değerler sisteminin,tarihin herhangi bir durağında ortaya koyduğu görünürlüğün ulaşılmaz veya mutlak kabul edilerek geleceğin bu eksen üzerine kurulması şeklindeki bir anlayışın tipik bir gelenekçilik demek olduğunu bilmemiz gerekiyor.İslami geleneğin görünürlüğünü/maddi tezahürlerini mutlaklaştırmak yerine o geleneğin maruf yönlerinden istifade etmeyi ve kendi zamanının şahidi olmayı mümin duyarlılığına sahip olan şahsiyetlerin hassasiyetle yerine getirmesi gerekiyor.

Özel, Batı’nın sömürgeciliğe gerekçe kıldığı bu medeniyet algısının neticesinde üç tür unsurun belirginleştiğini ifade eder.Bunlar;

1-Optimisme;Medeniyet insanoğluna parlak bir gelecek vaat ediyor

2-Universalisme:Medeniyet insanlığın izleyeceği tek yoldur

3-Etnocentrisme:Medeniyeti yaratmak ve yaymak Avrupa’ya(ve bilhassa Fransa’ya)özgüdür.

Medeniyeti bu üç unsur çerçevesinde anlayan Batı yaklaşık 400 yıldır kendi dışındaki dünyayı medenileştirme adına sömürmektedir.Nitekim bugün gelinen nokta itibariyle küreselleşme realitesi,özellikle kültürel küreselleşme, ve neo-liberal kültür etrafında şekillendirilmeye çalışılan bir Dünya söz konusudur.Bu şekillenmeye karşı çıkanlar dünyanın neresinde olursa olsun sisteme entegre edilmeye,entegre olmayanlar ise pasifize edilmeye çalışılmaktadır.11 eylül mürettep saldırısından sonra Dünya ölçeğinde yaşananlar ve halihazırda ki durum göz önüne getirildiğinde mesele daha net anlaşılmaktadır.

Sonuç itibariyle teknik,medeniyet ve yabancılaşma kavramları her ne kadar gündemden düşmüş kavramlar olarak görülse ve neo-liberal değerler sisteminin küreselleşmesi gerçeği gözümüzün önünde dursa da, adı geçen kavramları ait olduğu yere oturtamadığımız müddetçe Müslümanlar olarak edilgenlikten tam olarak kurtulamayacağımız aşikar.Unutmamak gerekir ki,İslami terminolojinin özgünlüğü her zaman ve zeminde kendisini muhafaza etmektedir.Asıl mesele  kendisini müslüman olarak addedenlerin bu kavramların özgünlüğünün farkına varması ve bu özgünlüğü bu çağın idrakine sunmasıdır.

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis