Kültürel Kolonyalizm: Entegrasyonun Kaygan Zemini

Sadaf Javdani

İngilizceden Çeviren:İbrahim Karapolat

Göçmenlerin ev sahibi ülkenin sosyal ve kültürel normlarına uymaları gerektiğine dair yaygın bir inanç vardır ve istisnai ve ayrımcı önlemlerle dolu ve milliyetçi gündemi güçlendirse dahi, yine de göçmenlerin "entegrasyonunu" uygulaması ve anlayışının temellerinden biri haline gelmiştir. Egemen bir kültürü göçmenlere ya da herhangi bir sosyal gruba ve azınlık nüfusa empoze etmek – bu kez entegrasyon adına, aslında onları daha da ötekileştirmenin ters etkisine sahip olan bir kültürel hegemonya uygulamasıdır. Bunu akılda tutarak, bir kişinin değeri ve geleceği, Avrupai normallik ideasını yürütmedeki başarıları tarafından belirlendiğinde, göçmen entegrasyon söylemine, katılım, çeşitlilik ve kesişme gibi kavramları hala dahil edip edemeyeceğimizi merak edebiliriz. Ve daha da önemlisi, göçmenlere karşı vatandaş kategorilerini tanımladığımız ve buna göre kimin entegre edilmesi gerektiğine karar verdiğimiz ilkeleri sorgulayabiliriz.Farklı insan gruplarını tek bir bütün halinde birleştirmek veya birleştirmek için bir süreç veya eylem olarak tanımlanan entegrasyon genellikle “başarılı” bir göç sürecinin temeli olarak algılanmaktadır. Bununla birlikte, pratikte, entegrasyon demokratize edilmiş tanımına uygun değildir. Gerçekte, entegrasyon, ev sahibi toplumun göçmenlerle beraber canlı, güvenli ve uyumlu mekanlar inşa etmek için çalıştığı dinamik bir süreç oluşturması yerine, asimilasyon denen ve "yabancının", baskın olan Avrupai ve Hristiyan norm ve değerlerine uyum sağlamasının beklendiği bir süreç olarak uygulanıyor. Dahası, göçmen entegrasyonu kavramı, “etiketlenmiş göçmenlerin” aidiyetini refleks olarak siler ve “cinsiyete dayalı ve ırksal olmayan aidiyet üretir."[1] çeşitliliği kabul eder, ancak sadece normdan ayrılmasıyla ilgili olarak ve bunu yaparak, mevcut güç hiyerarşilerinin ve ataerkilliğin temel yönlerini korurken, egemen ulusal dili ana dilden yana tutar.

Birkaç yıl önce, Berlin'de, refakatsiz ve reşit olmayan mültecilerin danışmanıydım. Orada ciddi bir depresyondan muzdarip on dört yaşında bir çocukla tanıştım. Afganistan'dan kaçmadan önce Taliban tarafından hem babasının hem de kardeşinin zulüm görmesine tanık olmuş ve ailesinin geri kalanını Almanya'ya giderken kaybetmişti. Bir sabah, terapi randevusuna giderken, bana güvendi ve pozisyonundaki pek çok çocuğun hayal edebileceği bir fırsata sahip olmasına rağmen, kendisinin ne kadar büyük bir hayal kırıklığı olduğundan ve eskisi kadar aktif ve üretken olmadığından bahsetti. Motivasyondan yoksundu ve sahip olduğu intihar düşüncesinden ötürü utanıyordu. Onunla beraber oturmamı istediğinde olumsuz düşüncelerinin nerede beslendiğini ve güçlendiğini fark ettim. Terapisti, suçlayıcı bir tavırla, “tembel olmayı” bırakmadığı, Almancasını geliştirmediği ve okulda daha iyi performans göstermediği sürece hiçbir yere gelemeyeceğini ona bildirmek için her türlü şansı kullanmıştı. Geri dönerken, utanarak, burada olmayı hak etmediğini ve ne kadar uğraşırsa uğraşsın asla yeterince iyi olmayacağını söyledi. 

Aslında, “iyi bir göçmen” olmanın zorluğu, irade ve özveri meselesinden ziyade entegrasyon kavramının küçümseyici ve ayrımcı tonundan kaynaklanmaktadır. Sosyal hizmet uzmanlarımın meslektaşlarımın çoğu, mültecilerin tam manasıyla entegre olamamasından dolayı hayal kırıklığını ifade ederdi. Katıldığım birçok toplantıda ve meslektaşlarımla olan konuşmalarımda fark ettim ki, onların zihnindeki entegrasyon, mültecilerin, daha çok "Alman gibi" ve daha az kendileri gibi olmalarını telkin eden kesintisiz talimatlar aldığı; onlar için özellikle tasarlanmış olan norm-kutularına girmeleri için kontrol altında tutuldukları ve disipline edildikleri bir süreçten ibaret. Yine de, sosyal normlara ve davranış kodlarına uymak bile, bir Ausländer gibi baktığınız, konuştuğunuz ve var olduğunuz sürece bazen yeterli değildir.[2] 2019'da yayınlanan ve “anavatanınız bizim kabusumuz” anlamına gelen “Eure Heimat ist unser Albtraum” yayınında 14 yazar, ağırlıklı olarak beyaz Almanya'da “renkli bedenler” ile mücadelenin sıkıntısı, hayal kırıklığı ve travmasıyla nasıl başa çıktıklarına dair benzer hikayeleri paylaşıyor [3].

Özellikle daha kurumsallaşmış güce sahip olanlar tarafından uygulanan sürekli ayrımcılık, bazen pasif bir form alabilir, bu da tanımayı ve nihayetinde karşı çıkmayı daha da zorlaştırır. Ve yine, kişinin maruz kaldığı kınama miktarı, Avrupai değer sistemine ne kadar uyum sağladığıyla ilintili olduğu kadar, toplumsal hiyerarşideki pozisyonu ile de bir o kadar bağlantılıdır. Eğer Avrupalı "ötekini" özdeş ya da tanıdık olarak algılarsa, farklılıklarını görmezden gelirken, onları kendi kültürel değerlerine göre değerlendirme eğilimindedirler, ancak diğerinin farklılıkları gözlerinde belirgin hale gelirse, o ötekinin bakış açısını benimseme arzusu göstermezler. Ve yine, Diğer'i değerlendirmek için kendi kültürel bakış açılarının tanıdık/aşina alanına dönerler; [4] kendileriyle yüzleşmekten ve "ötekinin farklılığıyla uzlaşmanın tam olarak onu bilmenin imkansızlığını hesaba katmak, anlayışımızı veya beklentilerimizi aştığını kabul etmek" şeklindeki güvencesiz farkındalıktan kaçınırlar. [5] 

Ausländer'ın ötekiliği, kafa karıştırıcı ve tehdit edici olarak karşılaşabileceğinden, sınırlandırılması ve düzenlenmesi gereken uğursuz bir kalite olarak hedeflenecektir. Beyaz bir Alman kötü niyetlere ve zarar verici bir tutuma sahip olmayabilir, ancak sadece göçmeni olumsuz duygularla, kendi kendini sabote eden düşüncelerle ve ihtiyatlı tutumlarla bırakmak için “Biz Almanya'da böyle yapıyoruz” lafını taşıyan küçümseyici bir tonla bize ders vermeye yetecek kadar haklı hisseder kendini.

Bu nedenle, göç geçmişine sahip olanların çoğu, kırgın bakışlar ve baskıcı tepkilerle uğraşmak zorunda kalmadan, (diğer) ana dillerinde kamuoyunda konuşmayı göze alamaz. Öte yandan, gönüllü olarak sınırların ötesine geçme ayrıcalığına sahip olanlar —çalışma programları, iş, oturum izni vb. ile motive olanlar— çevrelerini kalıcı evlerden ziyade değişken geçişler olarak algılayabilir. Sonuç olarak, yeni evleri ve yerel dil gibi kaçınılmaz kültürel bileşenleri ile kapsamlı bir etkileşimi göze almayabilirler. Başka bir deyişle, neo-kolonyal baskı matrisindeki konumsallığına bağlı olarak, herkes çevreyle etkileşimlerinin stilini ve kapsamını eşit düzeyde seçemez.

Çok anlamlı "göçmen" ve "gurbetçi" kavramlarının geleneksel etkileri arasındaki farkı inceleyerek ırksal göç kategorilerinin altını çizmek, bu hiyerarşi anlayışımıza biraz ışık tutabilir. Doğal olarak bulanık, belirsiz ve istikrarsız olan göçmen ve gurbetçi tanımları, “insan hareketi” ve “aidiyeti” güç ve ayrıcalığa dayalı olarak ayırt ettikleri için anlamları daha net hale gelir [6]. Göçmenleri sınıf, milliyet, cinsiyet ve ırkın karmaşık konfigürasyonlarına dayanarak sınıflandırmak indirgemeci bir yaklaşımdır ve “sömürge geçmişinin sorunlu bir şekilde yeniden üretilmesi” potansiyelini taşırken, [7] göçmenler geleneksel olarak hala daha az eğitimli, işsiz ve istemsiz hareket edenler olarak algılanmaktadır. Öte yandan, gurbetçiler genellikle daha ayrıcalıklı geçmişlerden gelirler ve bu nedenle insan göç hiyerarşisinin zirvesindedirler. Hiyerarşideki yerleşim ne kadar düşük olursa, ayrıcalıklı yerliler tarafından gelen alan ve kaynak istilası riski o kadar yüksek olur ve bu nedenle de ne kadar iyi entegre olduklarını göstermeleri beklenir. Entegrasyon oyununda yüksek veya düşük puan almadaki fark aslında "entegrasyon kendisi için bir sorun olan ve olmayan kişiler arasındaki farktır.” [8] 

Başarılı bir entegrasyon sürecinin etkili bir göstergesi şüphesiz yerel dildeki yeterliliktir. Entegrasyon konusunda mülakat yaptığım kişilerden birisi şöyle demişti: "Web sitesinde İngilizce konuştuklarını belirten doktorların ofisine girdiğimde ve doktorlara İngilizce konuşup konuşmadıklarını sorduğumda, ya bana keskin bir hayır atıyorlar ya da bana nasıl konuşulacağını öğrenen bir çocuk gibi davranıyorlar." Şöyle devam etti: "Almancamın gerçekten mükemmel olduğunu ısrar etmeme rağmen, “Sprechen Sie Englisch?” (İngilizce konuşuyor musunuz) dediğim için beni yargıladılar. “İyi niyet jestleri” ve “teşvikleri” olarak, paslı Almancanızı geliştirmeniz ve pratik yapmanız gerektiğine karar verirler, ardından havadan sudan konuşma olarak gizlenen sorular gelir, ama aslında bunlar ne kadar iyi bir göçmen olduğunuza ve onların stereotipilerini ne kadar tasdik ettiğinize karar veren bir entegrasyon testidir. Performanslar beklentilerini karşılamadığında hayal kırıklığı göstermekten çekinmeden bizi değerlendirmek, düzeltmek ve bastırmak için her türlü imkânı kullanıyorlar. Bu, bir doktor muayenesinde veya bir arkadaşının arkadaşı tarafından verilen bir akşam yemeği partisinde gerçekleşebilir. " [9]. Kaçınılmaz olarak, birçok göçmen, eşit muamele görmek için, derilerinden çıkmaktan, aksanlarından kurtulmak ve önceki sosyal kimliklerinden kaçmaktan başka bir yolu olmadığına inanmaktadır.

Belki de birçok kişi bu yüzden Almancaları ne kadar iyi olursa olsun bir Almanla konuşurken İngilizce konuşmayı yeğliyor. İngilizce konuşmak, yargılanmaktan veya kötü muamele görmekten kaçınmak için bir araç olabilir. İngilizce konuşmanın kendisinin son derece politik olduğunu söylemeye gerek yok. Kendisini “küresel dil” olarak yerleştirmeyi başaran üretken bir sömürge tarihine sahip başka bir dildir. Şu bir gerçek ki, ana dili İngilizce olan bir kişinin İngilizce konuşmasının, yerli olmayan bir kişinin İngilizce konuşmasından daha zıt tepkilere neden olan farklı sosyal ve politik etkileri vardır. Dahası, kişilerarası düzeyde ve hakimiyet matrisindeki konumunuza bağlı olarak, örneğin, beyaz tenli ve ana dili İngilizce olan bir kişi olarak kırık bir Almanca konuşmak, sevimli, tatlı ve hayranlık uyandırıcı olarak kabul edilebilir; ama görüşünüz daha az ayrıcalıklı bir arka plandan geldiğinizi ima ederse, kırık Almancanız rahatsız edici ve alçakgönüllüdür. 

Göçmen entegrasyonu, baskın kültürü benimseme yeteneği veya özveri değil, göç söylemine meydan okuma ve eleştirme fırsatı olmalıdır.

Göçmen entegrasyonu sadece pratikte ırkçı olmakla kalmayıp, aynı zamanda “başarısız çok kültürlülük" işareti altında ortaya çıkan zehirli bir kamu söyleminde de araştırılıyor ve inceleniyor. “ [10]” Entegrasyon monitöründe görünmeyen“ [11] beyaz vatandaşların nüfusun geri kalanından sorunlu bir şekilde ayrılması, aslında "toplumu" oluşturduğu düşünülenleri ve düşünülmeyenleri ayırmanın aktif bir yoludur. Böylelikle de toplumu oluşturduğu düşünülmeyen kesimin daha fazla bütünleşmeye ihtiyacı olduğu ortaya konur.” [12]

Bu tür ayrımcı ve neo-kolonyal önlemler, toplumumuzun kurumlarında, eğitim ve değerler sistemimizin işleyişinde kendini gösterir ve toplumun altyapısına işlenmiş vaziyettedir. Bu nedenle, göçmenleri ekonomik katkılarına indirgemeyi eleştiren seslere karşı dekoratif bir kalkan olarak kullanmak yerine, baskın Batı siyasi söyleminin göçmenlerin refahı ve kültürel katkıları ile ne ölçüde ilgilendiğini sorgulamak önemlidir. Göçmenler, ev sahibi ülkelerin değerleri için bir tehdit veya demokrasilerine bir engel olmaktan ne zaman çıkacak?

Göçmen entegrasyonu, baskın kültürü benimseme yeteneği veya özveri değil, önceden var olan güç hiyerarşilerine yerleştirildiği ve yeniden ürettiği için göç söylemine meydan okuma ve eleştirme fırsatı olmalıdır. Küresel kuzeyde entegrasyon pratiğinin bir kontrol biçimi, kültürel sömürgecilik ve iktidarın infazı haline geldiğini göz önünde bulundurarak, göçmen olarak konumlandırılanların ırk, cinsiyet, sınıf, etnik köken ve dinin kesişme noktalarında nerede olduklarına bağlı olarak marjinalleşmenin ve ırksallaştırmanın yollarını sorgulamaya devam etmeliyiz.

Buna paralel olarak, bireyler olarak, kendini üstün gören (Eurocentric) Avrupa merkezli göçmen entegrasyonu söylemini ortadan kaldırmak için, Sarah Ahmed'in "gerçekliklerin henüz oluşmadığı" ve “diğerinden farklı olan Diğerle karşılaşmalar” anlamına gelen “daha yakın karşılaşmalar” olarak tanımladığı şeye ihtiyacımız var. [13]. Ahmed'in güçlü sözüne dayanarak, aktivizmi dünyadaki yaşam biçimlerimizden tam manasıyla ayıramayız ve bu nedenle, isteksizce de olsa, kendisi-başkası, tanıdık-yabancı ya da biz-onlar gibi ayrımlar üzerinde yükselen neo-kolonyal söylemi güçlendirdiğimiz gibi, azınlık gruplara karşı ayrımcılığa ve şiddete katkıda bulunabileceğimiz ihtimaline de açık kalmamız gerekir.

Yazının orijinal metni için bkz.https://www.jadaliyya.com/Details/42232/Cultural-Colonialism-The-Slippery-Domain-of-Integration

Önemli not: Ausländer, "yabancı" anlamına gelen Almanca bir terimdir. Bununla birlikte, Ausländer terimi, yabancı düşmanı bir çağrışım taşıdığı için tarafsız bir terim değildir. Sağ siyasette göçmenler için aşağılayıcı bir terim olarak ve resmi olmayan bağlamlarda aidiyetsiz olarak tanınanlara atıfta bulunmak için kullanılır.

[1] Anna C. Korteweg, “The Failures of “Immigrant Integration”: The Gendered Racialized Production of Non-Belonging” Migration Studies 5, no 3 (2017): 428


[3] Fatma Aydemir and Hengameh Yaghoobifar, “Eure Heimat ist unser Albtraum (2019, Berlin: Ullstein Fünf).


[4] Abdul R. JanMohamed,  “The Economy of Manichean Allegory”. In B. Ashcroft, G. Griffiths, & H. Tiffin, The Post-Colonial Studies Reader (pp. 18-24). (London and New York: Routledge, 1995).


[5] Ilan Kapoor, “Hyper-Self-Reflexive Development? Spivak on Representing the Third World 'Other'” Third World Quarterly 25 no 4, (2004): 644.


[6] Sarah Kunz,  “Expatriate, migrant? The social life of migration categories and the polyvalent mobility of race”  Journal of Ethnic and Migration Studies 45, no 11 (2019): 2145-2162 .


[7] Sarah Kunz, “Privileged Mobilities: Locating the Expatriate in Migration Scholarship” Geography Compass 10, no 3, (2016): 90.


[8] Willem Schinkel,  “Against ‘immigrant integration’: for an end to neocolonial knowledge production” Comparative Migration Studies 6 no 31 (2018): 5.


[9] Notes from a personal Interview, 20 Nov. 2019.


[10] Willem Schinkel,  “Against ‘immigrant integration’: for an end to neocolonial knowledge production” Comparative Migration Studies 6 no 31 (2018): 1-4.


[11] Ibid.


[12] Ibid.


[13] Sarah Ahmed, “Strange Encounters: Embodied Others in Post-Coloniality” (2000, New York: Routledge): 179-180.


AddThis