Post-Kolonyal Dilin Bariyerlerini Yıkmak

 

Geleceğin Felsefesi üst başlığı altında yaptığımız dersler kapsamında bu ay “Post-Kolonyal Dilin Bariyerlerini Yıkmak” başlığını teşrih masasına yatırdık. Öne çıkan başlıkları ve bu başlıklara ilişkin kısa içerikleri konuya ilgi duyanların nazar-ı dikkatine arz etmek isterim:

Post-Kolonyalizm, Batı dışı toplumların yaklaşık iki asırdır maruz kaldıkları “epistemik şiddetin” bazı kozmetik değişikliklerle devam ettiği tezi üzerinden öne çıkan bir kavramsallaştırma. Edward Said, Gayatri Spivak,Ranajit Guha,Arif Dirlik,Frantz Fanon,Dipesh Chakrabarty gibi entelektüellerin öncülüğünde dünya akademik havzasının gündemine girmiş.Gramsci’nin “madun”(sesi duyulmayanlar,paradigma savaşını kaybedenler,ötekiler) kavramsallaştırmasından ilham alarak oluşan “post-kolonyal okul” özellikle Hindistan merkezli çalışmalar yapıyor.Doğrudan kolonyalizmin(sömürgeciliğin) cari olduğu dönemlerde Avrupa merkezci(Eurocentric) insan,evren,tanrı,zaman,mekan,devlet ve tarih tasavvurunun nasıl tahkim edildiğini inceliyor ve bağımsızlığını kazandığı söylenen ulusların bu tesirden kurtulup kurtulmadığını sorunsallaştırıyor.Ders süresince bizim de cevabını aradığımız soru şuydu; Doğrudan kolonyalizmin sona ermesi Batı dışı toplumların (Asya,Latin Amerika,Ortadoğu ve Afrika)maruz kaldıkları “epistemik şiddetin” sona erdiği anlamına gelir mi? Ve en önemlisi de, Türkiye bu sürecin neresinde yer alıyor? Çünkü Türkiye, doğrudan sömürgeleşmeye maruz kalmamasına rağmen, 19.yüzyılın başından itibaren gönüllü olarak kolonyalist bilgiye dayalı tasavvur biçimlerini, aydınları/entelektüelleri/bürokratları aracılığıyla ithal etti. Bu bağlamda Türkiye’nin de içinde bulunduğu Batı dışı toplumların halen kolonyalist dilin tesirlerine maruz kaldığını ve hatta özellikle aydınlar/entelektüeller nezdinde bu dilin kanıksandığını söylemek abartı olmaz. Şayet bu dille esaslı bir hesaplaşma yapılmazsa, gelecek adına umutlu olmanın oldukça romantik bir tavır olacağı söylenebilir.

Türkiye özelinde Post-Kolonyal dilin ne tür bariyerler inşa ettiğiyle ilgili tespitlerimizi şöyle sıralayabiliriz:

a)Bilgi sistemi olarak aydınlanma felsefesinin çizdiği çerçeveye (özellikle sosyal ve siyasal bilimler alanında) sadakatle bağlı bir akademik havzaya sahibiz. Aydınlanma felsefesi bilgiyi seküler, rasyonel, bilimsel bir bağlama hasrederek bu bağlam dışındaki her tür bilgiyi ya yok sayıyor ya da tarihsel bir bağlama hapsediyor ve “araçsal aklı” yüceltiyor.Böylece Müslümanlar açısından mutlak hakikati temsil eden “vahiy bilgisi” ve vahyin mücessem hali olan nübüvvete ait bilgi irrasyonel olmakla itham edilerek “tarih dışı”laştırılıyor.Dolayısıyla vahiy,hayata müdahil ol/a/mayan ve sadece bireysel vicdana hapsedilmiş bir “manevi tatmin vasıtası” olarak kabul ediliyor. Benzer durum Müslüman olmayan geleneksel toplumlar için de geçerli. Örneğin Çin’in Konfiçyus geleneği ile Hindistan’ın Budist geleneği,Latin Amerika ve Afrika’daki yerel kültürlerin ilham aldığı değer sistemleri de modern bilgi sisteminde “irrasyonel” bağlama mahkum ediliyor. Geleneksel bilgi biçimlerinin ilkel/arkaik/primitif olduğuna dair kolonyalist söylem “uygarlık misyonu” klişesinin meşruiyet kazanmasına hizmet ediyor. Bu klişe Batı dışı toplumların ancak Batı yardımıyla medenileşeceğini iddia ediyor ve “insan hakları” “demokrasi” gibi soyut putlar aracılığıyla müdahalenin haklılığını tescillemeye çalışıyor.

b) Vahyin irrasyonel olduğu ve bu nedenle hayata ilişkin belirleyici ve tayin edici bir tutum takınamayacağı ön kabulü, kendisini Müslüman olarak tanımlayanların, Hıristiyanlık içi mücadelenin sonucu olan “muhafazakarlığa” ikna olmasına sebep oluyor. Böylece İslam ve muhafazakarlık birbirinin yerine kullanılabilen kavramlar olarak belirginlik kazanıyor. İslam’a mensup olanların kendilerini muhafazakar olarak tanımlamaları, çok ciddi bir zihinsel savrulma biçimi olarak belirginlik kazanıyor.

c) Siyasal dil olarak demokrasiye “mahkum” olmak post-kolonyal dilin en önemli bariyerlerinden birini oluşturuyor. Demokrasi, ikinci dünya savaşı sonrasında Atlantiğin iki yakasını Sovyet yayılmacılığından koruyup, kapitalizmin “tek geçerli” iktisadi düzen olarak tebarüz etmesini temin ederken; Asya, Afrika, Ortadoğu ve Latin Amerika’da “pazarın çıkarlarını” tahkim eden adımlar atılmasına olanak sağlamıştır.Demokrasi aracılığıyla Afganistan,Irak,Libya,Suriye gibi ülkeler işgal ve talan edildi;Türkiye,İran,Mısır,Brezilya,Bolivya,Şili,Arjantin,Venezuella gibi ülkeler istikrarsızlaştırıldı; Afrika kıtasının tamamı (özellikle de Mali,Gine,Burkine Faso,Tunus,Cezayir gibi ülkeler) kadavralaştırıldı.Bu nedenle demokrasinin oldukça işlevsel(!) olduğu söylenebilir. 21.yüzyıla girerken demokrasi, küreselleşmenin de yardımıyla, “şirketokrasiye” evirildi ve ulus devletlerin korunaklı surlarında onarılması güç gedikler açtı. Demokratik siyasetin vazgeçilmezleri olan siyasi partiler oldukça elitist iç hiyerarşik yapıları nedeniyle siyasal bilincin kamusallaşmasına engel oldu ve olmaya da devam ediyor.Yukarıdan aşağıya belirleme esasına dayalı iç hiyerarşik yapıları nedeniyle siyasi partiler “gerçek soru ve sorunların” gözden ırak tutulmasına hizmet ediyor ve kolonyalist bilginin tesirini perdeliyor. Gerçek bir siyasal mücadelenin “epistemolojik bağımsızlık” odaklı olması gerektiği tezini savunmak gibi esaslı bir sorumluluğumuz var.

d) Post-kolonyal dilin bariyerlerinden biri de üniter devlet yapısıdır. Merkezi bir hükümet ve bu hükümetin belirlediği çerçeve doğrultusunda işlerlik kazanan yönetim mekanizması, taşranın siyasal bilinç düzeyinin olgunlaşmasına engel olmaktadır. Merkezi hükümet/ler teknokrat ağırlıklı yapıları ve taşradan devşirdikleri “mukallit burjuva” aracılığıyla kolonyal dilin tahakkümünü tahkim edecek bir perspektifin yerleşmesi için çaba göstermektedirler. Taşradakiler, merkeze adım atmak için sürekli olarak kendi değer yargılarından taviz vermek ve temsil etmeyi vaat etiği halkın gerçek sorunlarını ötelemek gibi oldukça sığ bir siyasetin mahkumu olmaktadır. Oysa ki taşrada olgunlaşan siyasal bilinç bütün bir ülkenin sahih siyasal tavır alışında etkili olabilir.

e)Post-Kolonyal dilin en büyük bariyerlerinden biri de NATO-İMF-WHO-Dünya Bankası gibi örgütlerdir. Bu örgütler içinde özellikle NATO, kolonyalizmin mücessem halini temsil etmektedir. Türkiye yaklaşık yetmiş yıldır NATO üyesidir. Bu örgüt sadece askeri amaçlar doğrultusunda hizmet(!) ediyor gibi görünmesine rağmen siyasi, iktisadi ve akademik alanlarda da söz sahibi olmuştur ve olmaya devam etmektedir. 27 Mayıs darbesinden 15 temmuz’a varıncaya kadar tüm darbe ve muhtıralar bu örgütün sevk, idare ve lojistik desteği sayesinde mümkün olmuştur. Ancak ne hazindir ki, Türkiye bu örgütü gereği gibi tartışamamaktadır. Çünkü ulus-devletin uzman kadroları, yazılı ve görsel medya unsurları aracılığıyla, reel-politik argümanlar eşliğinde, kamuoyunu Türkiye-NATO ilişkisinin zaruri olduğuna ikna etmiş durumdadır. Aynı uzmanlar, Türkiye’nin Rusya ile de pragmatik ilişkiler geliştirmesi gerektiği tezini işlemektedirler. Böylece yaklaşık iki asırdır devam eden doğu ve batı emperyalizmi arasındaki gerilimi “lehimize kullanma” taktiği devam etmekte ve bu taktik ülke olarak hepimizi oldukça pragmatik ve oportünist bir tavrın ve tarzın mümessili olmaya teşne kılmaktadır.

f)Ulus-devlet paradigması, her ne kadar emperyal yayılmacılığın karşısında mukavemet gösteriyormuş gibi görünse de, esas itibariyle kolonyalist bilgi temelinde kurulduğu için sorunludur. Bu paradigma homojen bir toplum yaratma amacıyla hareket eder ve tek boyutlu/tek ufuklu/tek kültürlü/tek etnisiteli bir toplumsal çerçeveyi dayatır. Bu nedenle teşrih masasına yatırılması gerekmektedir. Bu bağlamda son yıllarda öne çıkan “yerlilik ve millilik” klişelerinin ulus-devlet aklının ürünü olduğunu hatırlamakta fayda var. Post-Kolonyal dilin “epistemik şiddetiyle” mücadele etmek için yerli ve milli argümanlar oldukça yetersiz kalmaktadır. Küreselleşmenin kemale erdiği bir vasatta yürütülecek mücadelenin dili de küresel olmak zorundadır.

g)İşraki gelenek tarafından temsil edilen din dilinin post-kolonyal sürece oldukça önemli katkı sunduğunu söyleyebiliriz. Bu gelenek dini sadece sezgi, ilham ve rüya odaklı bir bağlama hapsediyor ve bilgiyi de içsel/batıni/ezoterik usulle elde edeceğine inanıyor. Akli çabayı tahfif ediyor ve muhatabını edilgenleştiriyor. İslam’ın “özne” olmaya çağırdığı şahsiyeti, tarihin ve zamanın dışında yaşayan fosillere çeviriyor. Tek adamın her şeyi bildiğini zannediyor ve yorumu ve eleştiriyi tehlikeli görüyor. Merkezde yer alan bu tek adamlar, her türlü çirkefliği ve işbirliğini yapabiliyor ve bu yaptıklarını da din dilini kullanarak meşrulaştırıyor. Kolonyalistler bu din dilini oldukça önemli görüyor ve emellerine ulaşmak amacıyla destekliyor. Mısır, Hindistan, Pakistan, Türkiye, Çeçenistan ve Malezya’da yaşananlar bu bağlama denk düşüyor. Sömürgeciler, karşılarında din diliyle efsunlanmış/büyülenmiş/narkozlanmış kitleler gördüğünde emellerine daha kolay ulaşabiliyor.

h)Neo-liberal iktisadi düzen ve bu düzene ait kavramsal çerçeve de post-kolonyal dönemin bariyerleri olarak okunabilir. Serbest piyasa, büyüme, ilerleme, gelişme, özelleştirme gibi olgular tamamen kolonyalist bilginin ve perspektifin batı dışı toplumlarda cari kılınması amacıyla işlev görüyor. Özelleştirme aracılığıyla ülkelerin kamuya ait tüm değerleri çokuluslu şirketlerin himayesine terk ediliyor. Serbest piyasa aracılığıyla tröstler ve karteller kayırılırken, esnaflık ortadan kaldırılıyor. Büyüme ve ilerleme adı altında tabiata/doğaya tasallut ediliyor, ekolojik denge bozuluyor ve biyolojik çeşitlilik yok ediliyor. Sömürgeciliğin yaldızlanmış hali olan Turizm aracılığıyla ülkemizin tabi güzellikleri “beyaz adam”ın eğlenmesi ve dinlenmesi amacıyla tahrip ediliyor.

I)Kutsal olanla irtibatı koparılmış(seküler) bilginin rehberliğinde yol almak, bütün bir insanlık ailesini tehdit ediyor. Sekülerizm,Hıristiyanlık içi mücadelenin sonucu olarak ortaya çıktığı için kendi tarih/zaman bağlamında bir anlam ifade ediyor olabilir. Ancak tevhidi dünya görüşünü ve hayat tarzını beyan eden İslam nokta-i nazarından sekülerliğin meşruiyet kazanması mümkün değildir. Bu bağlamda Türkiye’de iktisadi,içtimai,siyasi,hukuki,ahlaki,edebi,felsefi,akademik vs. alanlarda seküler bilgi temelinde gerçekleşen “duruş”un oldukça sorunlu (hem ”travmatik” hem de “şizofrenik” )bir sonuç ortaya çıkardığını ;şayet seküler bilgiye dayalı perspektiften teberri edilmediği taktirde, halihazırda cari olan kimlik bunalımının katlanarak artacağı ve uzak olmayan bir gelecekte Türkiye’nin bütünüyle kolonyalist dil tarafından massedileceği söylenebilir.

Kamil ERGENÇ


AddThis