Derkenar (16)

Uygarlıkların/medeniyetlerin inkişafında çevirinin/tercümenin rolü hayatidir. Kendi içine kapanan toplumlar/cemiyetler, düşünsel/ilmi/entelektüel kısırlığa mahkum olurlar. Başka ilim/kültür havzalarıyla ilişki kurmaktan imtina eden cemiyetler, fikir yoksulluğuyla malul hale gelirler. Tarihin kaydettiği bütün büyük medeniyetler, etkileşim sonucu ortaya çıkmıştır. Dışarıda ne olup bittiğine ilişkin duyarlılık sahibidirler. Ne zaman ki bu duyarlılık zaafa uğrar ve ilgili medeniyet kendisiyle büyülenirse o vakit çöküşün emareleri görülmeye başlar. İçe kapanmak, düşünsel/entelektüel yoksulluğu besler. İçerik üretiminin durmasına yol açar. Nasıl ki durgun su kokarsa, içe kapanan toplumlar da belli bir süre sonra kokuşmaya başlar. Başka kültür havzalarında üretilen bilgiden haberdar olmayı ve/veya sahip olduğu bilgiyle başkalarını tanıştırmayı arzulamak, tercüme faaliyetlerinin en önemli sebeplerindendir.

Hilmi Ziya Ülken, Osmanlı’nın hem Garbla hem de eski medeniyetlerle irtibatını kestiği ve tercümeye gereken önemi vermediği için zaafa düştüğüne dikkatimizi çeker.(Bkz.H.Z.Ülken/Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü/İş Bankası Yay. ) Kendisiyle büyülenmiş ve dışarıda ne olup bittiğine kulak kesilmekten uzak devlet aklı Osmanlı İmparatorluğunu Batı düşünce dünyasıyla hazırlıksız karşılaşmak zorunda bırakmıştır. Ülken’e göre eski Türk filozofların eserleri bile esaslı olarak tercüme edilmemiştir. İbn-i Sina medreselerde “hidaye” şerhleri vasıtasıyla okutulmuş; Farabi, Razi, Tusi gibi alimlerden ise tercüme yapılmamıştır. Tarih felsefisi disiplininin kurucusu kabul edilen İbn-i Haldun’un (1332-1406) Osmanlı Türkçesine tercüme tarihi 1730’dur.Şeyhülislam Pirizade Mehmet Sahip Efendi(1674-1749) tarafından. Öncesinde Kınalızade (öl.1572) Ahlak-i Alai’de İbn-i Haldun’un mukaddimesine dikkat çekmiş olsa da, Osmanlı ulemasının gündeminde İbn-i Haldun (neredeyse) yoktur. Prizade’ nin tercümesi de tam teşekküllü değildir. Altıncı bölümün “fıkıh” bahsine kadar gelmiştir.(Bkz. Süleyman Uludağ/Mukaddime giriş yazısından/dergah yay.)

Osmanlı alimleri içerisinde ilk defa en ciddi şekilde İbn-i Haldun’dan istifade eden ve tesirinde kalan kişi Ahmet Cevdet Paşa(1822-1895)’dır.Kendisi “efkarımın teşekkülünde İbn-i Teymiyye, İbn-i Haldun,Taine ve Michlet çok müteessir olmuşlardır” diyerek bu tesire işaret eder.Ahmet Cevdat Paşa,Pirizade’nin eksik bıraktığı yerleri de tercüme edip gerekli not ve açıklamaları da ekleyerek 1858’de mukaddime tercümesini tamamlamış ve bu tercüme 1860 da neşredilmiştir.(Bkz. Süleyman Uludağ/a.g.e) Ahmet Cevdet Paşa’dan önce Osmanlı uleması arasında ilk defa mukaddimeden en ciddi manada istifade eden kişi Katip Çelebi(1609-1659)’dir. Ancak bu istifade sonraki alimlere sirayet etmemiştir. Çünkü Katip Çelebi de tarihin arka odasında unutulmaya terk edilen mütefekkirlerdendir. Öyle ki Keşf-üz Zünun adlı eseri ilk kez Avrupa’da neşredilmiştir.(Süleyman Uludağ/a.g.e)İlgisizlik sadece İstanbul ulemasıyla sınırlı değildir. Bin yıllık geleneği olan Ezher de “Mukaddimeden bihaberdir. Modernist akımın öncüleri olarak gösterilen Afgani-Abduf çizgisinin özel gayretiyle 19.yüzyılın ikinci yarısında mukaddime Ezher’in müfredatına girebilmiştir. Ancak İbn-i Haldun’a ilgi duyanların sonraları modernist/mason/mezhepsiz gibi yaftalara maruz kalması, Türkiye özelinde, İbn-i Haldun’un yeterli ilgiye mazhar olmasını engellemiştir. “İslam’ın Marks’ı” yakıştırmasıyla itibarı zedelenmeye çalışılmıştır. İbn-i Haldun’un mukaddimesi Aldülhamit döneminin yasaklı kitapları arasındadır aynı zamanda. Bu da başka bir tartışmanın konusu…

YÖK’ün ulusal tez arşivine İbn-i Haldun ismini yazdığınızda karşınıza on dört adet tez çıkıyor ve bu tezlerin tamamına yakını sosyal bilimler fakültelerinde yapılmıştır.(https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/tezSorguSonucYeni.jsp) İlahiyat fakültelerinin gündeminde İbn-i Haldun yoktur. Mevlana ile ilgili yazılan tez sayısı ise yüzaltmış dört.Bu açık ara farkın sebebi ne olabilir? Amacım Mevlana’yla İbn-i Haldun’u yarıştırmak değil elbette.Sadece öğrenmek.İşraki geleneğe olan yatkınlığımız alim/mütefekkir seçiminde de etkili oluyor.) Bu durumdaki bir bünyenin Avrupamerkezci bilgiyle karşılaştığında İbn-i Haldun’un “mağluplar galipleri taklit eder” tespitini doğrulayan bir yaklaşımın mümessili olması kaçınılmazdır.

Hasan Cemal hatıratında Türkiye sol’unun gerilla savaşına karar verme sürecinde Brezilyalı devrimci Carlos Marighella’nın “şehir gerillası” kitabının etkili olduğuna dikkat çeker. Bu kitap 1970 yılında Küba da yayınlandıktan altı ay sonra Ant Yayınları tarafından Türkçeye tercüme edilmiş. (Bkz. Hasan Cemal/Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım/Doğan Kitap) Ayrıca Zülfü Livaneli’nin sahibi olduğu Ekim Yayınları’ndan çıkan “Gerilla Savaşı ve Marksizm” kitabı da bu bağlamda değerlendirilebilir. Lenin,Marks,Engels tercümelerinin daha erken dönemde olduğunu ve Türkiye Sol’unun ufkunu bu tercümelere borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Nasıl ki İslamcı ideoloji Mısır-İran-Pakistan gibi beldelerden yapılan tercümelerle söylem ve eylem bağlamında eşik atladıysa,Sol ideoloji de benzer süreci yaşamıştır. Belki de bu yüzden Türkiye'deki geleneksel/muhafazakar ve ulusalcı havzalar hem Sol’u hem de İslamcılığı tehlikeli ya da kökü dışarıda addetmektedir. Ancak farkında olmadıkları husus, ulusalcı/milliyetçi/muhafazakar ve gelenekselci yaklaşımların da bütünüyle “aydınlanma aklının” ürünü olmasıdır. Yani hem sağ ve türevleri hem de sol ve türevleri esas itibariyle “aynı memeden süt emen kardeşlerdir”. Burada İslamcılığı ayrı tutmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü İslamcılık, başlangıçta modern paradigma karşısında özür dilemeci bir tavrın ve tarzın mümessili olsa da, özellikle ikinci dünya harbinden sonra özgün ve özgür bir dilin imkanları üzerine yoğunlaşmıştır. Ana istinatgahı İslam olduğu için,modern paradigmanın mahkumu olmaktan kendisini kurtarabilecek sabiteye sahiptir.

Ali Bulaç 12.eylül ihtilali sonrasında tutuklanıp 29 gün yattığı Selimiye Kışlası’nda görevliler tarafından kendisine en çok sorulan sorunun “neden Ali Şeriati tercümeleri yaptınız? olduğunu söyler.(Bkz. İslam Düşünce Geleneğinde Ali Şeriati Sempozyumu/Ali Bulaç/sempozyum tebliği) Çünkü İran devrimi sonrasında Bulaç’ın da içinde bulunduğu Düşünce Yayınları birkaç Ali Şeriati tercümesi yapmıştır. Benzer tepki Seyyit Kutup tercümeleri için de söylenebilir. Yoldaki İşaretler kitabı tercüme edildikten hemen sonra toplatılmış ve mütercim tutuklanmıştır. Yerli ve milli klişelerle düşünmeye alışmış zihinlere göre Arap beldelerinin sömürgeci tahakküme maruz kalmış olması, onların entelektüellerini Türkiye toplumu için yabancı kılmıştır. Türkiye’nin kendi kendisini sömürgeleştirdiği gerçeğinden bihaber olan bu zihin, her nedense milliyetçilik, muhafazakarlık, gelenekselcilik, ulusalcılık ideolojilerinin Batı aklının ürünü olduğunun farkında değildir. Yerlilik ve millilik adı altında terviç edilen perspektifin "yabancı" olduğunu anlamak için 1648 sonrasına odaklanmak kafidir... 

 

01/10/2020

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

 

 


AddThis