Derkenar (18)

Geçtiğimiz günlerde devlet aygıtının en yetkili makamı, benzerine daha önce de tanık olduğumuz bir açıklamayla, Türkiye’nin en ciddi meselesinin eğitim-öğretim olduğunu beyan etti. Bayındırlık hizmetlerinde ulaştıkları hedefe eğitimde ulaşamadıklarına dikkat çekerek “kültürel iktidar olamadık” serzenişinde bulundu.( Ki bu iktidar olma arzusunun bizatihi kendisi de, hangi amaçla olursa olsun, sorunludur. Çünkü iktidara ulaşma arzusu bir şekilde makyavelist perspektifle akrabadır. Bunun yanında devletin “nesil yetiştirmek” gibi bir görevi yoktur. Nesilleri başta aile olmak üzere devlet aygıtına karşı bağımsız duruşu temsil eden ulema/entelektüel kadroları yetiştirir.)Eğitimin reforma ihtiyacı olduğunu dile getirdi ve sadece müfredat tadilatıyla yetinmemek gerektiğine işaret etti. Batı menşeli eğitim sisteminin nesillerimizi iğfal ettiğine dikkat çekti ve fikri hür, irfanı hür ve vicdanı hür nesiller yetiştirmek gerektiğine vurgu yaptı…

Eğitim-öğretim meselesinin ehemmiyetine dair yapılan bu vurgular önemli olmakla birlikte, esasa taalluk eden hususların açıkça izah edilmemiş olması yönüyle teşrih masasına yatırılmayı hak ediyor. Sorunun kaynağına inmeden çözüm arayışına girişmek, sadece “kozmetik değişiklikler” için yeterli olabilir ve fakat yapısal değişim asla gerçekleşemez. Bu nedenle bazı acı gerçeklerle yüzleşmeye cesaret etmek elzemdir diye düşünüyorum. Gerçi yaklaşık yirmi yıldır iktidarda olan muhafazakar demokrat( şimdilerde ise muhafazakar Kemalizm ile muhafazakar materyalizm arasında salınıp duran) kadrolar, acı gerçeklerle yüzleşmeye henüz hazır değiller gibi görünüyor. Onlar, ilerleme-büyüme-gelişme putlarından müteşekkil “modern teslis”e olan imanları sayesinde elde ettikleri pozisyonları korumakla meşguller. Onlara muhalif(miş) gibi yapan sol/liberal/sosyalist vb. havzalar ise “modern teslis”in gerçek mü’minleri olarak kendilerini öne çıkarıp,Türkiye’nin bir daha kendine gelemeyecek şekilde zihnen istimlak edilmesine zemin hazırlıyorlar.Bu sürece, aydınlanma aklının referans sistemine teslim olmadığı ve vahiy-nübüvvet istinatgahına tutunmayı şiar edindiği için en sahici meydan okuyuşu gerçekleştirmesi beklenen İslamcılık ise,ne yazık ki, “yoğun bakım odasında” kendine gelmeyi bekliyor. Bir yandan muhafazakarlık/milliyetçilik /yerlilik ve millilik virüsü,diğer yandan ise kapitalist ve neo/liberal virüsler İslamcı bünyeyi kuşatmış durumda. Bu virüsler öncelikli olarak kalbe ve zihne nüfuz ediyor ve bir süre sonra muhatabını hem zihnen hem de kalben felç ediyor. Umulur ki İslamcı bünye bir an önce bu virütik saldırılardan halas olur ve zihinsel istimlake maruz kalan Türkiye ve İslam dünyası halklarına umut aşılamaya devam eder.

Eğitimde reform çağrısı bağlamında yüzleşmemiz gereken acı gerçeklerin başında Türkiye’nin yaklaşık iki yüz yıldır sömürgeci bilgi tarafından esir alınmış olması geliyor. Bu esaret hala devam ediyor… Tanzimat fermanı “erken cumhuriyet” adımıydı. Osmanlı’nın/Türkiye’nin kurtuluşunu Batı aklını ithal etmekte gören yaklaşım burada tebellür etti. 19.yüzyıl Osmanlı bürokrasisi Fransa hayranıydı ve çocuklarını eğitmek için evlerine Fransız mürebbiyeler getiriyorlardı.(Hüseyin Rahmi Gürpınar “Mürebbiye” romanında bu dönemi oldukça güzel tasvir eder.) II. Mahmut eğitim dilinin Fransızca olmasını isteyecek kadar ileri gidebiliyordu. Medrese zaten çürümüştü. Dönemin bürokrasisi askeri/sınai alanda terakki edebilmek için teknik bilgiye yatırım yapmayı yeğledi. O günden beri eğitim sistemimiz teknik bilginin terviç edildiği bir yaklaşımı benimsedi. Örneğin 1921-1926 heyet-i ilmiye çalışmalarından 2014’e gelinceye kadar icra edilen toplam 20 milli eğitim şurasının ana gündemleri genellikle teknik ve mesleki eğitimin sorunları, müfredat tadilatı, öğretmen yeterlilikleri,mektep istatistikleri gibi idari/bürokratik konulardır. Maruz kaldığımız zihinsel sömürgeleşmeye dair bir tek gündem yoktur.(Merak edenler ilgili şura raporlarına şuradan ulaşabilirler.https://ttkb.meb.gov.tr/www/gecmisten-gunumuze-mill-egitim-sralari/icerik/328)

Sömürgeci bilginin karakteristik özelliği seküler, pozitivist ve ırkçı olmasıydı. Türkiye, bu bilginin rehberliğini kabul etti ve etmeye devam ediyor. Her ne kadar 20.yüzyılın ikinci yarısında pozitivist perspektif yerini post-modern paradigmanın esnek ve akışkan karakterine bıraktıysa da bilginin “ırkçı/seküler” mahiyetinde herhangi bir değişiklik olmadı. Sözünü ettiğim bu sömürgeci bilgi, vahiy ve nübüvvet bilgisini tarihsel ve/veya kültürel bağlama ya da şifahi geleneğin kodlarına hapsederek dışarıda tutmayı başardı. Halihazırda vahiy ve nübüvvet bilgisi (Türkiye’deki hiçbir üniversite tarafından) referans olarak kabul edilmemektedir. Bu durumda ülke genelindeki iki yüzden fazla üniversitemizin hiçbirinin bağımsız/özgür olmadığını söyleyebiliriz. İstisnasız bütün üniversitelerimiz (özellikle de sosyal ve siyasal bilimler alanında) Avrupamerkezci bilginin sınırları içerisinden konuşmaktadır. İlahiyat fakültelerimiz birer şarkiyat enstitüleri gibi çalışmakta, İslam’ın (bütün boyutlarıyla) hayata müdahil olmasını temin edecek bir çabanın oldukça uzağında bulunmaktadırlar. Akademik profesyonellik bütünü değil parçayı, tümeli değil tikeli incelemeyi yeğlediği için tevhidi perspektife sahip bir çözümleme yapma liyakatinden yoksundur.Akademinin referans aldığı bilgi seküler/ırkçı ve Avrupamerkezci bilgi olduğu için buradan İslam’ın ve Müslümanların hayrına bir sonuç çıkması beklenemez. (Konuya ilgi duyanlar merhum İsmail Raci El-Faruki’nin “bilginin İslamileştirilmesi” adlı eseri ile Ziyaüddin Serdar’ın “İslam , Bilim ve Kültürel İlişkiler” ve “İslam Medeniyetinin Geleceği” adlı eserlerine bakabilir.)

Yaklaşık iki yüz yıldır maruz kaldığımız zihinsel sömürgeleşme süreci üç tür şiddet üretti ve bizleri bu şiddetle barışık yaşamaya ikna etti. Bu şiddet türleri şöyle sıralanabilir:

1- Epistemik şiddet (Epistemolojik bağımlılığın sonucudur)

2-Ontik şiddet (ontolojik bağımlılığın sonucudur)

3- Metodik şiddet ( Metodolojik bağımlılığın sonucudur)

Epistemik şiddet; bilginin mahiyetine ve keyfiyetine dair tavrınızı,tutumunuzu,tarzınızı ve neyin “bilgi” değeri taşıyıp taşımadığına karar verir.Bilgiyi nasıl tanımlayacağınıza, yorumlayacağınıza ve anlayacağınıza dair yol haritanızı belirler.Ontik şiddet; varlığın mahiyet ve keyfiyetine dair tavrınızı, tutumunuzu ve tarzınızı belirler. Metodolojik şiddet ise, ilk iki şiddet türüyle bağlantılı olarak, neyi nasıl yapacağınıza, bilgi ve varlıkla hangi usul çerçevesinde ilişki kuracağınıza karar verir. Böylece bütün bir hayat algınız ve dünya görüşünüz bu şiddet türlerinin tasallutu altına girer. Eğitimde reform çağrısı, sözünü ettiğimiz bu şiddet türleriyle mücadeleyi içermelidir.Ancak üzülerek söylemek gerekiyor ki, Türkiye akademik havzası bu mücadeleyi yürütecek bilinç,ufuk ve donanımdan yoksundur.Ulus-devlet aygıtı ise zaten böyle bir mücadeleye girişemez. Çünkü bizatihi kendisi İslam’ın ruhuna yabancı bir örgütlenmeyi temsil eder.Ayrıca “konjonktürel” ve ”reel politik” mazeretleri vardır. Geriye sivil toplum ve cemaat havzaları kalıyor. Bu havzaların ekserisi ise (özellikle eğitim-öğretim adına örgütlü mücadele yürüttüğünü iddia edenler) sözünü ettiğimiz şiddet türlerinden haberdar dahi değillerdir. Onlar, eğitim bürokrasisinde makam/mevki “işgal planları” yapmak veya ait oldukları hizbin/kliğin/cemaatin/tarikatın v.b çıkarlarını ve imkanlarını alabildiğine genişletmek amacıyla oldukça pragmatik ve oportünist bir tavrın ve tarzın mümessili olmayı tercih ettiler. Sivil toplumda ve eğitim bürokrasisinde işgal ettikleri makamları, politik ikbal arayışının payandası yapmak suretiyle (bu ülkenin) gençlerine ve çocuklarına Makyavelist bir perspektifi miras bıraktılar. Muhafazakarlıklarıyla ünlü bu sivil toplum ve cemaat havzaları, eğitimin kalitesini arttırmak için ne yapılabilir? sorusuna (genellikle) imam hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin sayısını arttırmalıyız şeklinde cevaplar ürettiler. Oysaki bu cevaplar yukarıda sözünü ettiğimiz şiddet türlerini ortadan kaldırmak için yeterli değildi. Vahiy ve nübüvvet bilgisinin referans alınmadığı bir yerde her köşe başına bir imam hatip, her sokağa bir ilahiyat fakültesi ve boş bulduğunuz her araziye görkemli/ihtişamlı camiler yapsanız da sonuç değişmeyecektir.

Tanzimatın terviç ettiği teknik bilgi cumhuriyet döneminde de aynı hızla devam etti. Modern medeniyete yetişmemiz için sınai/endüstriyel/askeri alanlarda hızlı adımlar atmamız gerekiyordu. Böylece ilmi/entelektüel çabanın yerini “uzmanlaşma” çabası aldı. Cumhuriyet tarihine damgasını vuran siyasilerin genelde teknokrat (veya mühendis) olması boşuna değildi. Menderes, Demirel, Özal, Erbakan, Çiller, Erdoğan hep mühendis/iktisatçı (yani teknik bilgi sahibi) insanlardı. Türkiye bu siyasiler elinde bayındırlık hizmetleri alanında önemli adımlar atarken,ilmi/entelektüel alan(lar)da yerinde saydı. Hemen hepsinin sağ siyasi gelenekten çıkması ise tesadüf değil…Kapitalizm Türkiye’de sağcılık (ve türevleri) aracılığıyla tahkim edildi. Solculuk ise (halkın dini/geleneksel değerlerine olan hasımlığı ve cebri/jakoben modernleş/tir/me stratejisi nedeniyle) sağcılığın kapitalizmle olan ünsiyetinin fark edilmemesini sağladı. Teknik bilgiye olan teveccüh (şimdilerde yakinen görüldüğü üzere) askeri alanlarda ileri düzey adımlar atmamızı sağlarken, ilmi/entelektüel derinlikten ve hikemi/irfani perspektiften uzaklaşmamıza sebep oldu.Artık gençlerimize olağanüstü teknik aygıtlar yapan mühendisler örnek gösteriliyor. Alimler/entelektüeller/hakimler/arifler değil. Teknik bilgiyle donanmış ve fakat ilmi/entelektüel/hikemi/irfani/ derinlikten yoksun muhafazakarlar dağ gördüğünde tünel, deniz gördüğünde köprü ya da tüp geçit , orman gördüğünde kereste ya da yol, akarsu gördüğünde baraj, ova gördüğünde ise ucube binalar yapma hayaliyle yaşıyor… Evet reform şart. Fakat hangi kadrolarla? Bu şartlarda Türkiye’nin varacağı yer ABD’nin ya da Japonya’nın bugün bulunduğu noktadır…

 

23/10/2020

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

 

 


AddThis