okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün44
mod_vvisit_counterDün787
mod_vvisit_counterBu hafta2070
mod_vvisit_counterBu ay10154
mod_vvisit_counterHepsi1850934

Kimler Sitede

Şu anda 174 ziyaretçi çevrimiçi

Serdar Mahmut Tarzi Han ve Afgan Modernleşmesi

Manipülasyonun kurumsallaştığı bir çağda yaşıyoruz. Bilgilendirerek (aslında malumat bombardımanına tabi tutarak demek daha doğru) cahil bırakma stratejisinin cari olduğu bir çağ da diyebiliriz içinde yaşadığımız zamana… Bilgi ile malumat arasındaki farkı fark edenler, sözünü ettiğimiz manipülasyondan kurtulmak için gömleğin ilk düğmesini doğru iliklemiş olacaktır. Aksi taktirde bütün bir ömür gösterişli yalanların ardından koşarak heder edilebilir. Hakikatle temas kurmak (hem geçmişte hem de bugün) zahmete katlanmayı, acı çekmeyi, ötekileştirilmeyi, tahkir ve tezyife muhatap olmayı göze almayı gerektiriyor. Şayet mutlu ve huzurlu yaşamak istiyorsak George Orwel’ın ‘’cehalet mutluluktur’’ sözüne sığınabiliriz. Çünkü bilmek insanın huzurunu kaçırır. Nebevi gelenek bu tespiti doğrulayacak örneklerle doludur.

Modernlik,kabaca 17.yüzyıldan 19.yüzyıla kadar kıta ve ada Avrupa’sının yaşadığı toplumsal, siyasal, ekonomik değişim süreci olarak tanımlanabilir. Değişimin faili Avrupa olduğu için bu değişimin mahiyeti ve keyfiyetine dair yapacağımız tespitler (tabiatıyla) Hıristiyanlık‘tan bağımsız düşünülemez. Kadim olandan kopmayı da imleyen modernlik, hayatın din/vahiy perspektifinden değil, araçsal akıl zaviyesinden anlamlandırılması üzerine kuruludur. Avrupa da kilise merkezli bilgi tekelinin kırılması ve Luther-Calvin ikilisinin Protestan ahlakının teorik zeminini oluşturması yeni bir sosyal gerçekliğin inşası yolunu açmıştır. Binaenaleyh Batı dışındaki toplumların modernleşmesi de bu bağlamdan (yani dinin belirleyici ve tayin edici olma konumunu kaybetmesi bağlamından) bağımsız düşünülemez.

 

Sezai Karakoç'un Tefekkür Mirasında İslamcılık

Müslüman toplumlar için imparatorluktan ulus devlete geçiş, ulemadan aydına medreseden mektebe geçişti aynı zamanda… Ulema, bir hadisi şerifte de gayet sarih olarak beyan edildiği üzere “nebilerin varisi” dir. İslami referanslar temelinde ürettiği bilgiyi temsil ve tebliğ eden kişidir. Toplumun doğal önderidir. Medrese ise Müslüman toplumun iktisadi-içtimai-hukuki-siyasi sosyal gerçekliğini inşa eden “İslam’ın renk verdiği” bilginin üretildiği yer olarak öne çıkar. Her ne kadar ilmi entelektüel bağımsızlık 12.yüzyıldan itibaren yavaş yavaş kaybedilse ve yüce İslam kokuşmuş saltanat ideolojilerine payanda yapılmaya çalışılsa da, ulema ve medrese, gündelik hayatın İslam’ın ruhuna uygun bir şekilde tanzim edilebilmesi için işlev görmeye devam etmiştir. Ta ki Suhte isyanlarıyla medrese kan kaybetmeye ve 19.yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Enderun tarafından pasifleştirilip cumhuriyet kadrolarınca tarihin arka odasına atılıncaya kadar…

Mektebin medrese karşısındaki zaferi(!) Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesinin karakteristiğini anlamak açısından mühimdir. Mektep yeni bir epistemolojik referansın sembolüdür bir bakıma… Vahiy ve nübüvvet bilgisinin tarih dışı,geri,arkaik,primitif olduğuna dair pozitivist yaklaşımlardan ziyadesiyle etkilenen Osmanlı bürokrat ve aydın sınıfı, mekteple birlikte geç kaldıkları tarihe yetişmeyi murat etmişlerdi. Muratlarına ermek için burjuva Protestan kültür kodlarından ilham alan bilgi sistemine sığındılar. Bu sistemin judeo-hıristiyan kodlarla mücehhez olduğunu ise sorun etmediler. Pozitif ilimlere ağırlık verilen mekteplerde aydınlar yetişecek ve bu aydınların öncülüğünde de toplum aydınlanacaktı. Münevver kelimesi boşuna ihdas edilmedi… Aydınlatan/aydın manasında münevver,Batı’nın tecrübe ettiği Rönesans-reform ve aydınlanma sürecine işaret ediyordu aslında. Artık alimlerimiz değil münevverlerimiz vardı. Cumhuriyete geçişle birlikte münevverin yerine aydın kelimesi daha sık kullanılmaya başladı. Bu tercihin yazı devrimiyle, öz Türkçecilikle ilgisi olsa gerektir. Aydın kelimesi muhatabını aydınlatan ama en önemlisi de epistemik dayanağı vahiy-nübüvvet değil, bilakis, burjuva Protestan kültür kodlarından esinlenen aydınlanma paradigması olan (bu paradigmaya meftun) kişileri tanımlıyordu. Onların öncülüğünde yeni bir sosyal gerçeklik inşa edildi. Amentüsü Türk milletinden, İslam ümmetinden, Garb medeniyetinden olmaktı bu sosyal gerçekliğin…

 

Mehsa Amini'nin Aşikar Ettiği

Modern tarihin en görkemli inkılabını yapan İran, evlatlarını yiyor… Boudrillard’ın son dört asırda dünyanın başına gelmiş en iyi şey olarak nitelediği inkılap, taş kafalıların ellerinde can çekişiyor… Ömrü boyunca toprağa yakın yaşayan Humeyni için görkemli anıt mezar dikilirken başlamıştı zaten kan kaybı… Ayetullah Muntazari ev hapsine alındığında ve evi taşlandığında ise inkılabın ilkeselliği şüpheli hale gelmişti. Çağını müdrik nitelikli alim/entelektüeller emperyalistlerce tertiplenen İran-Irak savaşında yitirilince bu kadim ülke bugünkü şuursuzların eline kaldı… İnkılabın öğretmeni Ali Şeriati henüz Şah devrilmeden önce “sakıncalı” ilan edilmişti… Ne mollalara ne de “ruşenfikr(aydın)” havzasına yaranabilmişti. Onun “Ali Şiası-Safevi Şiası” ayrımı mühimdi. Son Nebi(s.a.v)’nin mümtaz talebesi Ali(r.a)’nin izinden gidenlerle Pers/Pehlevi kültürünü Şiilikle mezceden Safevici geleneğe ram olanlar arasında “nitelik farkı” olduğuna dikkat çekmişti. Kokuşmuş saltanat ideolojilerine İslam gömleği giydirmeye çalışan Emevi/Osmanlı Sünniliğinin karşıtı sayılırdı Safevi Şiiliği… Nasıl ki biz Osmanlı Sünniliğine Türk-İslam elbisesi giydirerek “yeni Türkiye’yi” inşa etmeye çalışıyorsak, İran da Pers/Pehlevi kültürünü isnaaşeriye ekolüyle sentezleyen Safevi Şiiliğini istinatgah olarak görüyor… Etnik ve mezhebi kodlara yaslanarak felaha erişeceğini zannediyor… Kavmiyetçiliği besleyen her adımın mutlaka bir karşı adıma ilham vereceğini akıl edemiyor. Kavmiyetçilik hastalığı İslam dünyası toplumlarını esir almış durumda ne yazık ki… Oryantalistlerce Ortadoğu olarak adlandırılan havzada Arapçılığın varyantları kamplaşıyor. Şu halde Arap-Fars-Türk kabileleri (kültürel kodlarına uygun İslam algısıyla, yani Arap İslam’ı- Fars İslam’ı-Türk İslam’ı yaklaşımlarıyla) birbirlerinin kuyusunu kazıyor… Her biri kendi İslam anlayışıyla büyülenmiş halde… Bu kabilelerin ortak hedefi ise Kürtler…(Mehsa’nın Kürt olması tesadüf mü acaba? Abdülkerim Suruş Mehsa’nın Nakşi-Halidi geleneğe mensup olduğuna da işaret ediyor. Bu durumda Şah İsmail ‘den bu yana Nakşiliği bertaraf ederek İran’ın Şiileşmesini sağlayan Safevici geleneğin,merhum Şeriati’nin de işaret ettiği üzere, gücünü konsolide ettiği söylenebilir.)

 

İstanbul Kim(in)dir?

Şehirlerin de kimlikleri vardır. Orada mukim olanlara ruh veren öğretiden iz/ler taşır bu kimlikler… Sokaklarında, caddelerinde, mahallelerinde dolaştığınızda o şehrin “kim” olduğunu, aidiyetini, mensubiyetini hemen anlarsınız… Her zerresine sinmiştir kimliğin izleri… “Mekanın şerefi orada oturandandır” kavlinin ispatıdır adeta izler… İnsan gibidir şehirler… Canlıdır yani… Doğar, büyür ve ölür… Şayet muhatabına canlılık bahşedecek bir ruha sahipse her yeni kuşakta yeniden doğar, dirilir… Kimlik ile kişilik arasında,biri diğerinin mütemmim cüzü olmak üzere,çok yakın bir ilişki vardır. Kimliğin inşasında rol oynayan öğreti, kişiliğin (şahsiyetin) tebarüz etmesini de sağlar. Demek ki “kim”lik ve “kişi”lik birbirinden bağımsız değildir.

 

Darbecilerle Kol Kola Muhafazakar Bir Psikiyatrist

Prof.Dr. Ayhan Songar(1926-1997).Psikiyatrist. Cerrahpaşa Psikoloji Ana Bilim Dalı’nın kurucusu. Yaklaşık otuz dört yıl bu kürsünün başkanlığını yapmış. Aydınlar Ocağı’nın mimarlarından…1982-1984 yılları arasında (vekaleten) Ocağın başkanlığını yürütmüş. Merhum Necip Fazıl’ın yakınında bulunmuş, güvenini kazanmış ve hatta iltifatına mazhar olmuş… Sağ/milliyetçi/muhafazakar çizginin saygın ağabeylerinden biri… Bir dönem Yeşilay’ın başkanlığını da deruhte etmiş. 12 eylül darbe konseyi tarafından TRT yönetimine atanmış. Öldüğünde Taha Akyol “Songar’a Saygı “ başlıklı bir yazı kaleme almış.(1)

 

Kapitalizmin Kurt Kanunu:Düşeni Yemek Gerek...

Modern uygarlığın inşasında tüccarların rolü hayatidir. Bu rolün ikamesinde ise tarihin radikal kırılma anlarından biri olan 1492 ‘yi zikretmek gerek. Batı’dan Endülüs Doğu’dan Osmanlı, güneyden Memlük tarafından sıkıştırılan Avrupa’nın 1498’de Portekizler öncülüğünde başlattığı deniz seferleri ( uzun süredir zorunlu olarak içe kapalı yaşayan kıta Avrupa’sı için görkemli bir “dışa açılma” adımı olarak) tarihin seyrini değiştirecektir. Amerika’nın, Afrika’nın ve Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi anlamına gelen bu seferler vesilesiyle Avrupa’da gerçekleşen sermaye birikimi zamanla adına kapitalizm denilen iktisadi düzenin egemen kılınmasına sebep olacaktır. Bu dünyayı ve insanı kötü gören, aşağılayan,fakirliği tavsiye ve teşvik eden Katolik Hıristiyanlığın söyleminden (vaaz/lar/ından) bizar olanlar, tüccarların bu “dışa açılma” adımından istifade ederek yeni bir teolojik/teopolitik adıma önayak olacaklardır. Protestanlık… Burjuva ile ittifak halindeki bu yeni akım, çok ağır bedeller ödeyerek ama asla geri adım atmayarak Katolikliğin korunaklı surlarında onarılması güç gedikler açacaktır. Burjuva Protestan ittifakının en önemli destekçisi bilimdir. Endülüs’ün ilmi/entelektüel/bilimsel mirasını (özellikle de matematik-fizik ve kozmolojiyi) sekülerleştirerek Katolikliğin teolojik/teopolitik nüfuzunu azaltan bu yeni akımın emeli cenneti bu dünyada inşa etmektir. Çünkü İsa’nın geri dönüp kurtarıcı rolünü oynayacağına dair asırlara baliğ beklenti/vaad boş çıkmıştır. Tanrının temsilcileri (kilise adamları) halka fakirlik tavsiye ederken, kendilerini ayrıcalıklı kılacak bir yaşam sürmektedir. Mutlak kontrol ve denetim arzusu kiliseyi bilgi-yorum ve mülk(sermaye) tekeli yapmıştır.

 

Türkiye'ye Özgü "Müphem" Sekülerlik Tecrübesi

Osmanlı’dan Cumhuriyete tevarüs eden modernleşme tecrübemizin en muhataralı başlıklarından biridir sekülerlik. Üzerinde mutabakata varılmış bir tanım(ın)dan bahsetmek zordur. Başka bir anlam-değer dünyasının (paradigmanın) sosyal gerçekliğinde anlamlı olan ve fakat bizim gerçekliğimizde muadili olmayan birçok ithal kavramda olduğu gibi sekülerizm de dileyenin istediği yere çekebildiği (adeta oyun hamuru gibi) dilediği şekli verebildiği kavramlardan biridir. Sözcüğün Anglo-Sakson kültürdeki ifadesi “secularism” iken, Fransız kültür kodlarındaki karşılığı “laicisme” dir. Aralarında bazı nüanslar olsa da (örneğin laicisme derebeylik düzeninin teokratik devlet anlayışına karşı burjuva tepkisi (1); kurumsal Katolik öğretinin-ruhban sınıfının- dışında yer alarak manastıra kapanmadan da dindarca yaşamanın mümkün olduğuna inanma; siyasal anlamda ise kilise ve devlet örgütünün otonom yapılarının tanınması anlamına gelirken; secularism yaşam tarzı,dünya görüşü,anlama ve anlamlandırma biçimi (kısaca tanrı,insan,tabiat,bilgi,tarih vb tasavvuru) bağlamında öne çıkan ve Seyyid Hüseyin Nasr’ın ifadesiyle bir bütün olarak hayatın “desacralisation(kutsalsızlaştırma)”(2) anlamında kullanılan bir sözcüktür) esin ve besin kaynakları itibariyle hem laicisme hem de secularism Hıristiyan itikadına işaret eden bir kök anlama sahiptir. Dolayısıyla biz bu yazıda laisizm ve sekülerizmi aynı memeden süt emen ikiz kardeşler olarak değerlendirmekten yanayız. Niyazi Berkes, “laikliğin toplumbilim açısından yalnızca devletle din arasındaki ilişki sorunu değil, toplumsal değerlerin kutsal(sacrum) ile “kutsallık dışı”(profanus) değerler arası ilişkiler sorunu olduğuna dair tespiti ve (ilaveten) devletin kiliseden ayrılması olayını laikleşmenin yalnız bir yanı olarak değerlendirip asıl önemli olanın ekonomik,toplumsal ve kültürel örgütlerinde din ölçülerinden ayrılması ve bununla birlikte giden bilim,felsefe,sanat ve edebiyat,halkın alışılmış davranışları gibi alanların da dinden ayrılması gerektiği vurgusunun(3) Avrupa Hıristiyanlığının geçirdiği evrimi anlamak bakımından doğru ve fakat İslam’ı ortaçağ Katolik kültürünün zaviyesinden değerlendirmesi bakımından sorunlu olduğunu tespit etmek gerekiyor. Hem sekülerizmin hem de laikliğin Hıristiyanlık mensubu halkların(özellikle kıta Avrupa’sı halklarının) tarihsel tecrübesinden neşet ettiği gerçeğini gözden ırak tutarak yapılacak değerlendirmelerin kaçınılmaz bir biçimde “anakronizme” demirleyeceğini söyleyebiliriz.

 

Zübeyir Yetik'in Hatıratının Hatırlattıkları

Hatıra yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır der Andre Gide… Sonrakiler,bu kurtulanlardan ibret alarak inşa ederler yarının tarihini… Bugün yaşananlar dünden, yarın yaşanacaklar ise bugünden bağımsız olmadığı (yani tarihte mutlak anlamda bir kopuştan/kesintiden bahsedilemeyeceği) için mühimdir tarih bilmek… Hatıra(t)lar bu bilme arzusunun tatmin edilmesi için hayati önemi haiz metinlerdir. Akademik tarih anlatısının soğuk, hiyerarşik, kronolojik ve sistematik doğasına karşı hatıra(t)lar akıcı,içten ve ayrıntı zenginliği bakımından ilgili dönemin zihinsel-sosyal gerçekliğine nüfuz etme imkanı barındıran eserlerdir…Bir kişinin gözlemleri-tanıklıkları-tahlilleri olması münasebetiyle zaman zaman objektiflikten uzaklaşmaları hatıraların zaafı olarak zikredilebilir.

Bu girizgahı yakın tarihimizin milliyetçi/mukaddesatçı zaviyeden oldukça ayrıntılı fotoğrafını çeken Zübeyir Yetik’in “Geçmişten Notlar” adlı hatıralarına dikkat(ler)imizi celbetmek için yaptım… Zübeyir Yetik’i bizim kuşaklar “İslam Savaşçısına Notlar” ve “Her Nemrud’a Bir İbrahim” kitaplarıyla hatırlayacaktır… Bir de rahmetli Aliya’nın nehir yayınlarından çıkan “Doğu-Batı Arasında İslam” adlı eserinin redaksiyonuna yaptığı katkıdan… Ancak O, seksen yıllık ömrüne kitap yazma haricinde, Türkocağı Şube Başkanlığı, Komünizmle Mücadele Derneği kuruculuğu, Memur-Sen Genel Başkanlığı, Milli Gazete Genel Yayın Müdürlüğü, Hak-İş kuruculuğu, İSKİ’de idarecilik gibi teşkilat tecrübesi gerektiren bir çok vazifeyi de sığdırmıştır.