okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün727
mod_vvisit_counterDün877
mod_vvisit_counterBu hafta1966
mod_vvisit_counterBu ay10050
mod_vvisit_counterHepsi1850830

Kimler Sitede

Şu anda 20 ziyaretçi çevrimiçi

Putkırıcı Bir Şiar Olarak "EZAN"

Muazzez ve mübeccel İslam’ın en yüce şiarlarından biridir ezan… İlahi öğretinin (tevhid hakikatinin) serlevhasıdır… Nebevi geleneğin son temsilcisi Rasul (s.a.v)’e intisabın sarih beyanıdır… İnsandan insana davettir…

Varlığın, varoluşun, varedilişin gerçek sahibinin büyüklüğünü ikrar (tekbir) ile başlar ezan…

Ardından tüm sahte ilahların (ilahlık iddiasında bulunanların) reddiyle ve gerçek uluhiyetin O’na mahsus olduğu hakikatine şahitlikle devam eder…

Rasulü Ekrem(s.a.v)’in risaletine iman ve nübüvvetin insanlık ailesine en büyük ikram olduğu da dahildir bu şahitliğe…

Sonrasında şehadetinde sebat edenleri felaha er(iş)meleri için namaz eylemine çağırır. Çünkü şahitlik mücerret bir olgu değildir sadece... Müşahhastır da… Derdi/ davası/ gayesi/ hüznü/ sevinci ortak olanların omuz omuza vermesi lazım gelir…

Nihayetinde ise yine Allah(c.c)’ın büyüklüğünü ve uluhiyetteki tekliğini tekrar ederek hitama erer…

Müstesna bir manifestodur ezan…

Mutlak hakikat olan vahyin insanla buluşmasının remzi olan maverai bir nefestir… Nübüvvet olmaksızın hidayete erişilemeyeceğinin sembolik izahıdır… Ezan, Yesrib’in Medine oluşunun (s)imgesidir…

Nebevi öğretiye ram olan Müslümanların cemaat olarak müstakil bir varlık kazandığı yerdir Medine… Cuma namazı burada farz kılınmıştır… Küçük İslam toplumunun ihmal ve inkar edilemez mevcudiyetinin tebarüz ettiği bu yerde ezan, işte bu küçük topluluğun, şehrin kalbinin attığı mescitte/camide toplanmasını, birbirinin derdiyle dertlenmesini, ilahi rızaya muvafık bir hayatın inşası yolunda yardımlaşmasını sağlayan çağrıdır…

 

Kapatılma Mekan(lar)ı Olarak Hapishaneler

Hapishaneler, kapatılma mekanları olarak her devirde en dikkat çeken yerler olmuşlardır. Suç ve ceza arasındaki (sebep-sonuç) ilişkisinin somutlaştığı bu mekanlar,bir yandan mer’i( yürürlükte) hukukun mahiyeti hakkında fikir verirken diğer yandan bu hukukun uygulanabilirliğini temin eden meşru bir otoritenin varlığına da işaret eder. Bir insanın suçlu olduğunu iddia ve ispat edip o suça istinaden “ceza” ver(ebil)mek için yazılı ya da sözlü (fark etmez) “yasa/şeriat” gerekir. Yasanın uygulanması içinse meşruiyeti tartışmalı olmayan bir otorite… Belirleyici olan yasa/şeriattır. Otoritenin kendisi de meşruiyetini oradan alır… Geleneğimiz “şeriatın kestiği parmak acımaz” derken, yasaya duyulan (duyulması gereken) güvene işaret etmiş olsa gerektir…

Ürkütücüdür hapishaneler… Sadece mahkumların kötü, tehlikeli ve zararlı kişiler olduğuna dair anlatı değildir buraları ürkütücü yapan… İnsanı hürriyetinden yoksun bırakan soğuk duvarlar, katı prosedürler ve envai çeşit suçtan hüküm giymiş olanlarla aynı havayı teneffüs etmenin zarureti de dahildir bu ürkütücülüğe… Merhum Aliya, hapishanede geçen yıllarını anlatırken adi suçlularla değil de idealleri için mahkum olanlarla aynı koğuşta kalmanın kendisi için büyük bir nimet olduğundan bahseder…

İslamcı havzalarda Yusuf’un medresesi olarak adlandırılır hapishaneler… Yüce Kur’an’da beyan edilen kıssada Yusuf(a.s),dünyada tadılabilecek en büyük beşeri lezzetin ayartısından ilahi iradenin “burhanıyla” kurtulur. Ayartıdan kurtulur ancak yeni durak hapishanedir… Ünlü dil alimi Rağıb El İsfehani Mufredat adlı eserinde hapishane sözcüğünün Arapça karşılığı olan kelimenin kökü olarak “s-c-n” maddesini açıklarken, aynı kökten türeyen “siccin” sözcüğünün “cehennem” anlamına geldiğine dikkat çeker. Yerin en alt tabakası olarak ta “siccin” sözcüğünün kullanıldığına işaret eder… “Cehennemin dibi” olarak Türkçede kullanılan terkip bu bağlamdan ilham alır… Gerek Katolik-Ortodoks Hıristiyanlıkta gerekse Abbasi-Osmanlı-Selçuklu gibi İslam devletlerinde hapishanelerin yerin metrelerce altına yapılmasındaki hikmet(!) bu olsa gerek… Cehennem ile benzerlik…  

 

Enderun Özgün Eğitimciler Derneği Öğretmenlik Kariyer Basamağı Sınavlarının İptali İçin Bildiri Yayınladı

               

Mayıs ayında resmî gazetede yayımlanan ve bir müjde olarak sunulan “Aday Öğretmenlik ve Kariyer Basamakları Yönetmeliği” maalesef biz eğitimcileri hayal kırıklığına uğratmıştır. Öğretmenlik Meslek Kanunu ile bir kez daha dağ fare doğurmuştur.

“Uzmanlık” ve “başöğretmenlik” sınavları, hem usulü ve içeriği hem de sebep olduğu kargaşa cihetinden, bir ülkenin bugününü ve yarınını etkileme gücü bakımından (meslekler arasında) ilk sırada yer alan öğretmenliğin izzetinin/vakarının/ itibarının ayaklar altına alınmasına sebep olmuştur.

 

Öğretmenlik mesleğini daha da itibarsızlaştırmak

 

Kariyer sınav(lar)ını "para getirisi" bağlamında sunmak ise tam bir gaflettir. Öğretmenlik gibi asil bir mesleği böylesine süfli bir emelin payandası yapmak katmerli bir hamakat örneğidir. Öğretmenlik, bordro ve mevzuat sınırlarına hapsedilemeyecek kadar ulvidir. Bunun farkında olmayanlardan ülkemize ve insanlığa zerre kadar hayır gelmez. Bu ülkeyi epistemolojik emperyalizmin prangalarından kurtarmak istiyorsak,öğretmenliğin kıymetini takdir etmek zorundayız.

 

Seyyid Kutub ve Epistemolojik Bağımsızlık (III)

Çağdaş İslam düşüncesine tesir eden eserlerinin çoğunu duygusal ve fiziksel kuşatma altında olduğu hapishanede yazdığı için Kutub’un tefekkür mirasının antagonist(düşmanca) olduğuna dair iddialar, hem Batılı hem de kimi Müslüman mahfillerde (Hasan Hanefi örneğine bir önceki yazımızda değinmiştik) dile getirilmektedir. Foucoult’tan ilham alarak söyleyecek olursak kapatılma mekanları olarak hapishaneler, iktidarı elinde tutanların ürettiği bilgiye (ki bu bilgi iktidarın mevcudiyetini,meşruiyetini ve sürekliliğini temin eder hatta iktidarı her seferinde yeniden ve daha güçlü bir şekilde üretir ) itiraz edenlerin hizaya getirilmesi, iktidarın fiziki varlığına ve zihinler üzerinde kurduğu hegemonyasına halel getireceğine inanılan bilginin gayr-ı meşru olduğunun ilan ve tescil edilmesi ve nihayetinde ise bu bilgiyi üreten-yayan kişi veya kişilerin kriminalize edilerek etkisiz hale getirilmesi amacıyla ihdas edilmiş yerlerdir. Sadece modern ulus-devlet döneminde değil, klasik dönemde de hapishaneler muhaliflerin mekanı olmuştur. Müslümanların tefekkür geleneğinde iz bırakan simaların birçoğu otoritenin gadrine uğramış,hapishaneyle tanışmıştır. Ebu Hanife’den Ahmet B.Hanbel’e, İmam Şafi’den İbn-i Teymiyye’ye, İmam Malik’ten İmam Serahsi’ye uzunca bir liste çıkarılabilir. Bunlar arasında İmam Serahsi en önemli eserlerini hapishanede dikte ettirmiştir. (1) Çağdaş dönemde ise Said Nursi,Necip Fazıl,Ali Şeriati, Roger Garaudy, Malcom X, Ercüment Özkan zikredilebilir. Bir mütefekkirin tefekkür mirasını kriminalize etmek için hapishaneyi mesnet olarak kullanmanın isabetsizliğine dikkat çekmek için bu isimleri andım. Evet hapishane insanın duygusal ve fiziksel anlamda kuşatıldığı yerdir ve fakat aynı zamanda deruni farkındalık bilincinin geliştiği, içe dönük sorgulamaların yapıldığı, nefis terbiyesine ve ruhun olgunlaşmasına vesile olan mekanlardır. Müslümanların nazarında “medreseyi Yusufiye”dir.   Yusuf(a.s)’un Mısır’a melik olmasının yolu zindandan geçmişti. Denebilir ki zindan Yusuf’un hayatında kemale erişin en mühim merhalelerinden biri olmuştur. Bu bağlamda Kutub’un hapishane tecrübesini onun tefekkür ameliyesinin zaaf yüklü olduğuna dair bir çıkarıma dayanak yapmak ziyadesiyle sorunludur. Önceki yazılarımızda da işaret etmeye çalıştığımız üzere İslam dünyası toplumlarına emperyalist/sömürgeci tahakkümden kurtuluş yollarını göstermeye çalışan özgün Müslüman mütefekkirler, ya anti-Batıcı bağlama hapsedilerek, ya Batı akademileriyle kurdukları ilişki sayesinde edindikleri analitik çözümleme ve objektif yaklaşım yeteneği sayesinde geliştirdikleri doktrin Frankfurt Okulu teorisyenlerininkiyle aynı çizgide değerlendirilerek ya da fundamentalist-entegrist-antagonist tutumun/ tavrın ve tarzın muallimi ve mümessili olmakla itham edilerek etkisiz kılınmaya çalışılmaktadır.

 

Cihanşümul Perspektife Yabancılaşmak

“Başkasının yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu balyoz zannedermiş” diye bir söz vardır Anadolu’da. Kendisiyle büyülenmiş, bencil ve narsist tavrın/tarzın/ tutumun tasviri (ve akıbeti) bakımından çok önemlidir bu söz. Hem bireysel hem de toplumsal boyutları içkindir. Bencillik, kibir ve kendini dev aynasında görme gibi eğilimler nedeniyle başkalarıyla temas kurmaktan imtina eden fertlerin/toplumların başına neler gelebileceğine dair bir sonuç çıkarılabilir buradan. Yumruğunun gücünü abartanlar, bu abartının neye mal olduğunu anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır. Nitekim Osmanlı modernleşmesi biraz da böyle bir perspektifin sonucudur. Savaş meydanlarındaki üstünlüğün verdiği özgüvenle kendi dışındaki dünyaya karşı ilgisini kaybettiği (güç zehirlenmesi yaşadığı) için 16.yüzyıldan itibaren iktisadi, askeri, entelektüel ve siyasi karizmasını kaybeden imparatorluğun yaşadığı travmaların izleri hala tazeliğini koruyor. Lakin bu travmaları ve (travmayı yaratan nedenleri) hem fert hem de toplum olarak yeterince iyi etüt ettiğimiz söylenemez. Romantik, nostaljik, kurgusal, vülger tarih anlatısının anaforunda debelenmeye devam ediyoruz. Dışarıda ne olup bittiğine dair farkındalık yoksu(n/l)luğumuz her geçen gün derinleşiyor. İçe kapanmanın zorunlu sonucu olan taşralılık ve muhafazakarlık “yerlilik-millilik” klişelerinin gölgesine sığınarak devam ediyor. Hem de burjuva Protestan kültür kodlarından esinlenen bilginin (modernlik/post-modernlik veçheleriyle) küreselleşme adı altında bütün yerellikleri aşındırdığı, ulus-devletleri tehdit ettiği bir zamanda…

 

Sözü Yarım Kalan İki Güzel İnsan: Sedat Yenigün ve Metin Yüksel

Ümit Aktaş’ın ,Sedat Yenigün ve Metin Yüksel özelinde dünü ve bugünü sorgulayan yazıları İslamcı ideolojinin (1970-80 arası) Türkiye’ye mahsus tecrübesinin ve bu tecrübeden tevarüs eden bakiyenin anlaşılması bakımından oldukça önemli bir hatırlatma. (1) Bu hatırlatmayı üç alt başlıkta toplamak mümkündür diye düşünüyorum:

1-İslamcı ideolojinin sağ/muhafazakar/milliyetçi çizgiden bağımsızlaşma çabasının toplumsal- siyasal-entelektüel izdüşümleri;

2-Ütopya-gerçeklik çatışması (Bendeniz bu çatışmayı fıkıhçı ulema realizmiyle şair-edebiyatçı-entelektüel idealizmi arasındaki uyuşmazlık olarak okumayı tercih ediyorum.)

3-Devletin şeffaflığı meselesi

Biz bu yazıda bu başlıkları ( dilimiz döndüğünce) açıklamaya-analiz etmeye çalışacağız.

 

Seyyid Kutub ve Epistemolojik Bağımsızlık (IV)

İslamcılık anti/post kolonyalist bağlama hapsedilemeyecek kadar şumüllü ve direngen bir ideolojik duruşun adıdır. Kutup’un düşün dünyası da sadece kolonyalist dilin, tavrın ve tarzın mağlup edilmesi üzerine kurulu değildir. O aynı zamanda “öze dönüşçü” bir perspektifle yeri geldiğinde geleneksel mirasın tortularıyla da cesurca yüzleşir. Nitekim en meşhur kitabı olarak tesmiye edilen “Yoldaki İşaretler” de;

“Bugün biz İslam’ın daha önce tanık olduğu türden bir cahiliyyenin, belki de daha da sapkın bir cahiliyyenin içindeyiz. Çevremizde her ne varsa cahilidir: İnsanların anlayışları, inançları, adetleri, gelenekleri, kültürel kaynakları,sanatları,edebiyatları,yasaları…Hatta çoğumuzun İslami kültür,İslami kaynak,İslami felsefe,İslami düşünce diye bildiği şeyler…Bunlar da bu cahiliyyenin ürünüdür”(1) diyecek kadar sakınımsızdır.

 

Seyyid Kutub ve Epistemolojik Bağımsızlık (II)

1952-1962 arası Kur’an yorumu üzerine yoğunlaşan Kutup “akidenin” dinamik karakteristiği üzerinde ısrarla durur ve İslam’ın (ontolojik ve epistemolojik anlamda) özgün-otantik boyutlarına dikkat çekmeye çalışır. Akidenin hem İslam’ın asıl ruhu, hem üstünlük-azamet ve büyüklük hem de İslam dünyasının tam bütünlüğü öncülüne dayandığı kanaatindedir.(1) Emperyalist ve sömürgeci kuşatmanın yarılması için akidenin bu özgürlük bahşeden doğasına iltica edilmesi taraftarıdır. İslam itikadının,7.asırda olduğu gibi, inkılabi özelliğini devam ettirdiğini gündeme getirir ve modern çağa şahitlik eden Müslümanların bu hakikatin farkında olarak mücadeleye atılmaları gerektiğinin zaruretine dikkat çeker. Pratiğe dönüşmeyen bilginin faydasızlığını vurgulayarak, “şayet eylem üretmeyecekse bugün kitaplıkları yeni kitaplarla ya da zihinleri bilgiyle doldurmanın gereksiz olduğuna” vurgu yapar.(2) Modern insanın çıkmazları ile yedinci yüzyıl cahiliyesi arasında paralellikler görmesine rağmen Kutup bugünün daha karmaşık olduğu kanaatindedir. Ona göre modern paradigma, kendisinden “teberri” edilmesi gereken bir mahiyete sahiptir. Ancak bunun nasıl yapılacağı hususunda sistemli (başı sonu belli bir önerisi yoktur.) Olmadığı içindir ki, “İslam mesajı temel anlam ve karakterini yitirmeden modern dünyaya uyarlanabilir mi? Ya da, neredeyse bütün geleneksel yapıları kökünden sarsan Avrupamerkezci bilgi sisteminin kavramsal ve kurumsal tahakkümünün dışına çıkmak için nasıl bir yol izlenmelidir? ” sorusuna tatmin edici bir cevap vermez. Fakat Kur’an mesajının çağlar üstü ve 7.yüzyılda olduğu gibi bugün de tarihin seyrini değiştirecek yegane hakikat olduğundan emindir. Zaten Onu istisnai kılan da (kanaatimce) itikadına duyduğu bu büyük güvendir. Burası mühimdir… Çünkü aziz ve mübarek İslam’ın indi ilahide kabule mazhar tek din olduğu hakikatini unutarak, onu dinler arasında herhangi bir din gibi görüp, onun dışında da hakikat olabileceğini zanneden aklı karışık Müslümanların çoğunlukta olduğu bir zamanın tanığıdır Kutup. Aslında durum bugün de farklı değildir. İslam’ın manevi bir tatmin vasıtasına indirgendiği, kapitalist/neo-liberal dünya görüşü ve hayat tarzıyla uzlaştırılmaya çalışıldığı, kültürün stepnesi gibi konumlandırıldığı bir sürece hep birlikte şahitlik ediyoruz. İslam’ın bilgiye- tarihe- hayata- siyasete- hukuka- ekonomiye vaziyet edeceğine inanan Müslümanların sayısı her geçen gün azalıyor. İtikadımıza olan güvenimizin gelenekten tevarüs eden ifadesi (Anadolu’daki yaygın kullanımıyla) “gavurun aklı olsaydı Müslüman olurdu” idi. Sonraları bu klişenin yerini “gavurun aklı bizimkinden iyi çalışıyor” aldı. Tanzimat fermanının ahalinin zihnindeki karşılığı da “bundan sonra gavura gavur denmeyecek” diye tebellür etmişti. İtikadımızın başka inanç/ itikatlar karşısında faik olduğuna dair inancımızı yitirdiğimiz gün modern paradigma karşısında havlu attığımız gündü. Kutup’un çağrısı ise neyi kaybettiğimizi hatırlatmaya matuftu. Onun bu çağrısını etkisiz kılmak için “ütopist” ve “nihilist” yaftalarından medet umulmuştur. Leonard Binder, Kutup’un öğretisinin pratize edilemeyecek kadar radikal olduğunu ve bundan dolayı onun taraftarlarının bu önerilen İslami hayatı sürekli ertelediklerini, dolayısıyla itikatta alabildiğine radikalleşirken reelde liberalleşmeye meylettiklerini iddia eder. (3) Bu iddia, aydınlanma ve egemenlik arasındaki ikircikli ilişkiyi formüle eden ve aydınlanmayı yaşama düşman nihilist bir erk olarak gören Nietzche ile Kutup’u aynı safta konumlandırma çabasının sonucu gibi görünüyor bana…(4) Hıristiyanlık içi gerilimin yol verdiği “metafiziksiz fizik” aydınlanma aklının karakteristik özelliğiydi. Nietzche bu yolun çıkmaz olduğunu erkenden fark eden “içeriden” biriydi. “Tanrının ölümünü” ilan etmesinin sebebi bu farkındalıktı… Sesini duyurmak için kendini paraladı, hatta çıldırdı ve fakat gidişatı değiştiremedi… Metafizikten bağımsız fiziğin duvara toslaması kaçınılmazdı… Frankfurt Okulu’nun aydınlanma aklına yönelttiği radikal eleştiri bu toslamanın sonucuydu… Modernitenin “tamamlanmamış bir proje” olduğunu iddia eden Habermas’ı “post-seküler toplumu” tartışmaya zorlayan da… Jean Boudrillard’a “yeni tür nihilizm Avrupa’yı çürütüyor” dedirten de … (5)