Piramitler Ülkesinin Sıra Dışı "First Lady" si: Cihan Sedat
9 Temmuz 2021 de hayata gözlerini yuman Cihan Sedat, modern Mısır tarihinin en dikkat çeken simalarından biridir… Mısır’ın hem İngiliz sömürüsü altındaki hem de bağımsızlık sonrası dönemine yakından tanıklık etmiştir. Cemal Abdünnasır’dan sonra devlet başkanı olan Enver Sedat’ın eşi olması onu daha da ayrıcalıklı kılmaktadır. Çünkü yaklaşık 11 yıl (1970-1981 arası ) “first lady” olarak ülkesini temsil edecektir. Enver Sedat İsrail’in Ortadoğu’da meşruiyet kazanmasına fırsat veren 1979 tarihli Camp David anlaşmasının mimarıdır. Öyle ki bu anlaşma O’nun sonu olacaktır… Mısır için tarihi önemi olan 6 Ekim kutlamalarında kendi ordusundan bir grup subayın saldırısına uğrayacak ve hayatını kaybedecektir… Tarih 1981’dir… Suikast anında Cihan Sedat’ta eşinin biraz uzağında çocuklarıyla beraber gösterileri izlemektedir… Cihan Hanım 1933’te İngiliz bir anneyle Mısır’lı bir babanın üçüncü çocuğu olarak Kahire’de dünyaya gözlerini açıyor. Babası Safvet Rauf İngiltere’de tıp tahsilini ikmal ederken,müzik öğretmeni olan annesi Glady Charles Cotrel ile tanışıyor. Aileden hiç kimse bir yabancıyla evlenmediği için Safvet Bey’in babası bu evliliğe sıcak bakmıyor. Ancak “aşk”, geleneği mağlup ediyor. Düğün Liverpol’da yapılıyor ve aile üç yıl sonra, kucaklarında ilk çocuklarıyla beraber, Mısır’a geliyor…(1) O yıllarda Mısır İngiliz sömürüsünde… Binlerce İngiliz askeri, hükümeti koruma bahanesiyle Mısır’da bulunuyor. Ülke ekonomisi İngiliz-Fransız şirketlerinin ellerinde… Kavalalı Hanedanı’ndan Kral Faruk idaresi kendi istikbali için ülke çıkarlarını İngiltere’ye peşkeş çekmiş. 1869’da tamamlanan Süveyş Kanalı’ndaki Mısır hisseleri bile borçlara karşılık olarak İngilizlere verilmiş. Ülke fiili olarak Kraliyet Temsilcisi Lord Cromer’in kontrolünde. Devamı... Yorum Ekle
Akışkan Kimliklerin Korunaksız Kalesi:Deizm
Umran Dergisi’nin 317.sayısında yer alan “Gösterişli Yalanlarla Barışık Yaşamak” başlıklı yazı’mda Türkiye kamuoyuna yutturulmaya çalışılan “gençlerin deizme yöneldiği” yalan dolmasına dikkat çekmiş, genç kuşakların yönelimini tespit sadedinde ortaya atılan ve hatırı sayılır oranda alıcısı olan bu yalanın gerek deizmin vahiy ve nübüvveti inkar eden teorik muhteviyatının, kültürel kodlarında İslam’ın rengi bariz olan Türkiye gibi bir ülkede, içselleştirilmesinin mümkün ol(a)mayacağı gerekse genç kuşakların zihinsel formasyonlarının henüz deistik çıkarımlarda bulunacak yetkinlikte olmadığı gerekçesiyle itiraz etmiştim. Bu yazıda da itiraz etmeyi sürdüreceğim. Eleştiriye Dair
Eleştiri(critique) Yunanca hukuk terimi “krisis” ten türemiş bir sözcük.(1) Yunan kent devlet (polisin) düzeninin vatandaş tarafından bozulması sonrası oluşan hasarı tamir faaliyeti bağlamında kullanılmış… Sözcüğün içeriği Yunan aklının düzen esaslı işleyişinin izlerini taşır. Polisin hiyerarşik düzeninde meydana gele(bile)cek sorunların(krizlerin) üstesinden gelmeyi betimler. Burada üstesinden gelme sürecinin “tamir” manasında kullanılması “düzen” fikrinin mekanik doğasıyla ilişki kurarak anlaşılabilir. Toplumu kompartımanlara ayırarak tanımlayan “Yunan aklı” , eleştiri sözcüğünü de bu kompartımanlar arasındaki hiyerarşinin hasar alması bağlamında kullanır. Aydınlanma paradigmasına da ilham verecek olan Yunan aklı, halihazırda modern sosyolojinin toplum incelemelerine de kaynaklık eder. Bu zaviyeden bakıldığında eleştiri “hasar tamiri” olarak okunabilir. Ancak sözcüğün sosyolojiyle ilişkili bu içeriği sabit kal(a)mamış. Kültürün dinamik doğası sözcüklerin anlam dairelerinin genişlemesine, daralmasına, olgunlaşmasına ya da bütünüyle ortadan kalkmasına imkan tanır. Eleştiri(critique) sözcüğü de tarihsel süreç içerisinde değişime uğrayarak, tıp literatürünün merkez kavramlarından biri olmuş. Hastalıkların seyrini ifade sadedinde kullanılan “kritik eşik” te olduğu gibi… Dikkat edilirse burada da marazi bir durumun ifadesi bağlamı söz konusudur. Değişen ise toplumsal bir sorunun değil bireyin hastalığındaki gidişatın iyi yönde olmadığının ifadesidir. Eleştiri (critique) her halükarda cari bir “sorun” ve bu sorunun “tamiri” bağlamındaki anlam içeriğini muhafaza etmiştir. Platon (Devlet) Platon, devleti canlı bir organizma olarak görür ve bunun doğal bir gerçeklik olduğunu öne sürer. O’na göre devlet aslında insanın büyütülerek kurumsal bir yapıya dönüşmesidir. Yaratılışı gereği yalnız yaşayamayan insan ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya gelmek durumundadır. Bir arada yaşamak zorunda olan insan ilişkileri ise şehir/devlet yapılanmasını beraberinde getirir. Kitap yaşlılık üzerine kısa bir sohbet ile başlar, bedenin yaşlanması arttıkça tatlı sohbete duyulan ihtiyacın ve bundan duyulan hazzın aynı oranda arttığı; yaşlanmanın büyük bir huzur, kutsal bir azatlık (tutku ve isteklerden) olduğu vurgulandıktan sonra asıl konuya doğru ilerlenir. Tartışmaya adaletin ne olduğu sorusuyla ve bunun insana fayda verip vermediği ile başlanır. Kitabın üslubu Sokrates karakteri ile diğerlerinin karşılıklı diyalogu şeklindedir. Bu da daha çok onların soru sorması hatta yönlendirilmiş sorular sorması, Sokrates’in ise onları bazen direk bazen de karşı sorular sorup cevaplandırması şeklinde olmaktadır. Adalet güçlünün çıkarlarını korumanın bir aracı mıdır? Yoksa herkese kendine uygun olanı vermek midir? Konuları ele alınır. Yine adalet haksızlığa uğramamak için haksızlık yapmamak formülünden mi doğmuştur? Yoksa kişinin son nefesine kadar uyması gereken, Allah’a ve kendisine karşı sorumlu olduğu bir erdem midir? Adalet yalnız zahmetli bir iş midir? Yoksa mutluluk da getirir mi? Platon yukarıdaki soruları tartışmaya, adalet nedir, adil insan kimdir denkleminden adil kent/devlet yapılanması nasıldır? Diyerek cevap vermeye başlıyor. Çünkü büyük bir organizma olan devlette bu tartışmanın daha net olarak görülebileceğine inanıyor. |
Derkenar (28)11 Eylül’ün akabinde Afganistan’ı işgal ederek 1996-2001 yılları arasında (yaklaşık 5 yıl) iktidarda kalan Taliban rejimine son veren(!) ABD’nin, Katar üzerinden yürüttüğü “Afganistan’dan Çıkış” protokolünün, Taliban’ı kısa sürede iktidar yapacağını herhalde kimse beklemiyordu.20 yıllık ABD işgalinin Afganistan’da bazı şeyleri değiştirmiş olduğu varsayılıyordu. En azından Taliban’ın eski gücünde olmadığına inanılıyordu… Ancak tüm beklentiler boşa çıktı…Pekiyi bundan sonra ne olacak? Ne olacağını görmek ya da tahmin etmek için filmi biraz geriye sarmak gerekiyor. Taliban 1996-2001 yılları arasında iktidardaydı. 1979-1989 (yaklaşık 10 yıl) süren Afgan-Sovyet savaşından sonra başlayan iç savaş sonucunda iktidar olmuştu. Sovyetleri mağlup eden Afgan direniş grupları kendi aralarında çatışmaya başlayınca Taliban’a yol açılmıştı. Pakistan’ın özel desteğiyle kısa sürede palazlandı ve iktidara geldi. Medrese kökenli bir hareket olmasından dolayı Taliban(talebeler) adıyla anılıyordu. Nevzuhur bir hareket olmadığı gibi Batılılar tarafından da icat edilmemişti. Kendisini besleyen ciddi bir sosyolojik zemine sahipti. Özellikle Pakistan medreseleri bu konuda oldukça işlevseldi… Acı ama gerçek şu ki sadece Taliban değil halkı Müslüman beldelerde zuhur eden tüm örgütler (İŞİD, Boku Haram, Şebab, El Kaide,FETO v.b) yoktan var edilmiş yapılar değil bilakis Müslüman toplumların sosyolojisinin ürettiği gerçekliklerdir. Emperyalistler bu gerçekliği kendi emellerine hizmet ettirmek için manipüle edebilirler ama gerçekliği üretemezler. Derkenar (26)
Yaklaşık sekiz asır boyunca İber Yarımadası’nda kalan Müslümanlar XV.yüzyılın sonuna ramak kala Yahudilerle birlikte kıta Avrupa’sından kovulduklarında, Avrupa Hıristiyanlığı, aynı yüzyılın ilk yarısı henüz geride bırakılmışken ellerinden çıkan Doğu Roma başkenti Konstaniyye’nin intikamını aldığından neredeyse emindi. Ama intikamın kemale ermesi için Müslümanların elinde İstanbul adını alan şehrin yeniden Ortodoksların eline geçmesi gerektiği gerçeğini ajandalarının en mutena köşesinde muhafaza etmeyi de ihmal etmediler. Aralarında Osmanlı’nın da olduğu dört imparatorluğu tarih sahnesinin dışına iten I.Dünya Savaşı’nın galipleri arasında yer alan Fransa, Şam’ı işgal ettiğinde ilk olarak Selahaddin’in mezarına gidip “Kalk Selahattin biz geri geldik” derken,İstanbul’un intikamını alma yolunda önemli bir mevzi daha kazandığının farkındaydı. Bu farkındalık II.Körfez Savaşı’nda Irak’ın kütüphanelerinin İngilizler tarafından yağmalanmasıyla tescillendi. Şimdilerde Bilad-ı Şam’ın, geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde (hem zihinsel hem de fiziksel olarak ) talan edilmesi de sözünü ettiğimiz bu farkındalıktan bağımsız değil. Asıl büyük savaş ise (aslında büyük hesaplaşma da diyebiliz) İstanbul’un üzerinden yapılacak… Selahattin’in mezarı tekmelendiğinde Eyyüp El Ensari’nin ve Fatih Sultan Mehmet’in türbelerine ne yapılacağı da anlaşılmıştı aslında (sahi anlaşılmış mıydı gerçekten? Eğer anlaşılmış idiyse Şam’ın ve Bağdat’ın talanına dolaylı yoldan da olsa neden ortak olduk?) Tek Parti İktidarı (Türkiye'de Seçimler 1923-1946)
Osmanlı’nın son dönemlerinde baş gösteren ve İttihat ve Terakki çevresinde oluşan siyasi gelişmeler kendisini; “Meşrutiyet Kanunları” ve “Meclis-i Mebusan” gibi yapılarda göstermiştir. Bu yeni gelişmeler daha çok Avrupa’dan esinlenerek ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler 1923 yılına kadar devam etmiş ve Cumhuriyetin ilanıyla yeni bir sürece girmiştir. Yeni süreci her şeyin yeniden yapılandırıldığı bir süreç olarak okumak doğru olmayacaktır. Yani 1923 öncesi süreci doğru anlamak için en azından 1908’li yıllara gitmek lazım; hatta Abdülhamit öncesine. 1923 yılında yapılan seçimlere bakarsak milletvekillerinin; Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya’dan oluşan çoğunluk göze çarpmaktadır. (Yeni bir yapı değil devam ede gelen bir sürecin yaşandığı aşikardır.) Türkiye coğrafyasını aşan bir meclis yapısından bahsedilebilir. Türkiye sınırlarını gözeten milli bir meclis ve yönetim kurmaya çalışılsa da Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Selanik doğumlu olması nedeniyle bu engele takılmış ve “milli meclis” uygulamasından vazgeçilmiştir. (Sayfa: 27) Angeline Jolie and Elif Şafak
Editörün Notu: Sömürgeci bilginin havarisi Türkiyeli bir aydın... Hizmetinin karşılığı olarak dünyanın en prestijli gazetesinde (The Time) ağırlanmış... "Beyaz adam" hizmetçilerini ödüllendirmekte pek cömerttir... Angelina Jolie, Elif Şafak ile Erkeklerin Neden Kadın Hakları Mücadelesine Katılmaları Gerektiği Hakkında Konuşuyor.
İngilizceden Çeviren: İbrahim Karapolat Türk vatandaşları, hükümetlerinin Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile içi şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla. Mücadeleye ilişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi. İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararını protesto etmek için sokaklara döküldühttps://www.bbc.com/news/world-europe-56516462. Adından da anlaşılacağı gibi, bu İnsan Hakları Antlaşması, on yıl önce ilk kurulduğunda Türkiye tarafından savunuldu. Anlaşma, hükümetlerin aile içi şiddet, evlilikte tecavüz ve kadın sünneti de dahil olmak üzere kadınlara ve kızlara yönelik şiddete karşı yasa koymalarını ve kovuşturmalarını gerektirir. Türk Hükümeti, anlaşmanın “eşcinselliği normalleştirmek” ve Türk aile değerlerini baltalamak için kullanıldığını iddia etti. Eleştirmenler, bunun hükümetin muhafazakar müttefiklerle olan tutumunu kadınlar ve azınlıklar pahasına da olsa artırma girişimi olduğunu söylüyor. Türk asıllı romancı ve düşünür Elif Şafak ile kriz hakkındaki görüşlerini konuştum. O ve ben ilk olarak geçen yıl, mülteci meseleleri hakkında pandeminin başlangıcında konuşmaya başladık. Bu son haberden sonra kendisine tekrar ulaştım. Türkiye'nin bu kararını geri çekmesi için mücadele eden kadın ve erkekler, ve bu durumun kadın haklarının küresel durumu hakkında bize ne söylediği hakkında konuştuk. "Bir kavşaktayız” dedi. “Birçok kadın eşitlik talep ediyor, adalet talep ediyor. Kendi hayatlarını inşa etmek, çocukları için daha iyi bir gelecek inşa etmek istiyorlar. Ancak bu güç değişimi tehlikeli bir tepkiyle geliyor.” |