okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün376
mod_vvisit_counterDün441
mod_vvisit_counterBu hafta1786
mod_vvisit_counterBu ay6585
mod_vvisit_counterHepsi1847365

Kimler Sitede

Şu anda 6 ziyaretçi çevrimiçi

Roger Garaudy'nin Gözünden Entegrizm

Siyasi veya dini olsun adeta ilahi bir seçimle, mutlak, tamamlanmış kesin bir hakikati elinde tuttuğunu iddia etmek, (bu iddiaya yaslanarak) başkalarının fikirlerine hiç değer vermemek ve bu görüşünü (de herkese) dayatmak entegrizm olarak adlandırılıyor Garaudy tarafından. Bu bağlamda entegrist, totaliter zihniyetle ünsiyet kesbetmiş kimse oluyor. Dini veya siyasi olsun bir inancı, tarihinin bir önceki döneminde sahip olduğu kültür yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmek te entegrizmin anlam dairesi içindedir. Bu tutum kaçınılmaz olarak düşünsel tekamülün önünü kesmekte, yeni sorular sormayı zorlaştırmakta, yerel kültürü itikadın/ ideolojinin stepnesi gibi konumlandırarak lokalize etmekte ve en önemlisi de içerik üretimini zaafa uğratmaktadır. Böylece mutlak bir doğruya malik olduğu inancı ve bu doğrunun kabullenilmesini dayatma tutumu ortaya çıkıyor. Ki bu dayatma çoğu zaman muhatabının pasif ve edilgin kılınması anlamına geliyor Garaudy’e göre… Bir kültür ya da imanı belli bir dönemde olduğu şekilde muhafaza edip onun canlılığını ortadan kaldırmak, kendi içine kapanıp diyaloğu reddetmek ve başkalarının fikirlerine gereken değeri vermeden bütün sorunları kendi malik bulunduğu düşünceyle çözeceğine inanmak da Garaudy’nin entegrizm tanımının içerisine dahil edilebilir. Burada anahtar sözcük “dayatma” ve “diyaloğu reddetmek” tir. Birbirine bağlı evrensellik nedeniyle kısmi bir cemaat çerçevesinde kalarak hiçbir sorunun çözülemeyeceğine, şayet birbirimizle diyalog kurmazsak yok olup gideceğimize inanır Garaudy… Her türlü dayatmanın entegrizme hizmet edeceğini iddia eder…

 

Derkenar (40)

Optikte yasadır: Bir ışık kaynağından yayılan ışık dalgaları arasındaki mesafe, kaynaktan (merkezden) uzaklaştıkça artar. Bu yasayı sosyal hayata uyarlayan tefekkür havzamız, halkın önünde olanların ( alim, aydın, entelektüel, kanaat önderi, siyasetçi gibi şahsiyetlerin) on düşünüp bir söylemesi gerektiğine dikkat çeker. Bu insanların yapıp etmeleri başkalarınınki gibi değildir çünkü. Etkili ve yetkili makamlarda oldukları için ahalinin gözü bunların üzerindedir. Merkezdeki bir milimlik sapma, merkezden uzaklaştıkça devasa boyutlara ulaşır. " İmam yellendiğinde, cemaat büyük aptesini yapar." sözü, bu bağlamda meşhur olmuş bir halk deyişidir. ( Gerçi halkımız tam olarak böyle söylemiyor. Halkın diliyle söylemekten haya ettiğim için “ilmihal dilini” tercih ettim.)

 

Küresel Sistemin En İşlevsel Aparatı:Suud ve Diğer Körfez Tiranları

Adına ister konjonktürel zaruretler diyelim istersek reel politika veya ulusal çıkarlar fark etmez, Türkiye hariciyesinde baş döndürücü bir değişim söz konusu. 15 Temmuz ihanetinin finansörü olmakla itham edilen Birleşik Arap Emirlikleri’yle başlayan, ardından İsrail’le devam eden “normalleşme” adımları, Mısır ve Suud’u da içine alarak devam ediyor. Sırada Suriye’nin olup olmadığını bilmiyoruz. Olursa şaşırır mıyız? Zannetmiyorum… Şaşırmayı unutturacak hızda oluyor her ne oluyorsa. Sistem “habere boğarak cahil ve edilgin kılma “ stratejisiyle hareket ediyor…”Reel politika” ve “ulusal çıkarlar” putları ahlaki ve ilkesel duruşları cezalandırmak için pusuda bekliyor. Put diyorum çünkü bunlar aracılığıyla helaller haram haramlar helal kılınabiliyor, her türlü gayr-ı meşruluk meşruiyet kazanabiliyor. 21.yüzyılın başında Irak’ın ikinci kez işgali sırasında İngiltere’nin ABD’ye verdiği desteği protesto etmek için sokaklara dökülen İngilizlere dönemin başbakanı Tonny Blair “sizin refahınız için oradayız” deyince, bir anda gösteriler sona ermişti. Benzer pragmatik tavrı şimdilerde Türkiye sergiliyor. ”İktisadi refahımıza katkı yapacaksa” ahlaki ilkeleri ayaklar altına almakta sakınca görmeyen bir sosyoloji ürüyor (ya da üretiliyor)… Bu sosyolojinin bir sonraki safhası ise “konfor alanına halel gelmediği müddetçe başında kimin olduğuyla ve/veya etrafında olup bitenlerin mahiyeti ve keyfiyetiyle ilgilenmeyenlerin” çoğunluğu teşkil ettiği bir Türkiye’dir. Böyle bir Türkiye için “küçük Amerika” tabirini kullanmak yerinde olur herhalde… Kendi refahı için başka halkların sömürülmesini meşru gören ruh halinin, ne İslam’la ne de insanlıkla alakası kurulabilir.

 

Etkileyici Bir Post-Kolonyal Roman:Mahrem Macera

Ölümü yaşamaktan korkmayan bir bilincin trajik yüzleşmesine dair…

Her temas iz bırakır…

Afrika denilince modern insanın aklına genelde az gelişmişlikle ilkelliğin iç içe geçtiği bir coğrafya gelir. Kara Kıta adlandırması, bir ırkın yaşadığı mekana işaret etmenin yanında (zımnen) küçültücü bir muhtevayı da havidir. Kolonyalizmin sadık hizmetkarı olan kültürel antropolojinin, insanın dünya serüvenini Afrika’dan başlatması sebepsiz değildir. İnsanı maymunun evrim geçirmiş hali olarak tarif eden Darwinci ekole istediği en işlevsel “bilimsel” malzemeyi veren tek coğrafi mekan Afrika’dır çünkü… Maymun türünün en zengin örnekleri buradadır ve medeniyetten uzak yaşayan “vahşi”(!) insanlar da… Vahşi ortamı birlikte soluyan bu canlılar (insan ve maymun) arasında evrimsel ilişki kurmak hiç te zor olmayacaktır.

 

Seyyid Kutup ve Epistemolojik Bağımsızlık (I)

”Çağdışı olmuş hiçbir inanç ve dünya görüşünün adamı asılmaz. Asılan bir adamın ülküsü, asıldığı ülke için bir fantazya değil,tersine,statükocuların,yöneticilerin,bir anda toplumu  zapt edeceği korkusuyla geceleri kabus üstüne kabus geçirdikleri,gündüzleri çılgınlık nöbetleri içinde ne yapacaklarını bilemedikleri,düşünce planından taşarak hayat haline gelmeye başlamış,ülkenin geleceği için kaçınılmaz bir ölçüde söz sahibi olmuş bir ülküdür.Bu ülkünün düşünürlerinin bile asılmaya başlaması,yürürlükteki rejimin,son günlerinde kıran kırana bir ölüm kalım savaşına girişmesi anında olabilir.” (Sezai Karakoç/Dirilişin Çevresinde/4.baskı/s.110/ Seyyid Kutup’un idamı sonrasında yazdığı ’’Şehidin Mirası Zaferdir’’yazısından)

Seyyit Kutup’u konuşmak,19.yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve özellikle ilk yıllarında apolojist (savunmacı/özür dilemeci/alttan alıcı) bir tavrın ve tarzın mümessili olan İslamcılık ideolojisinin,20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren modern paradigma karşısında özgün bir duruşun,sahih bir temsilin ve “epistemolojik bağımsızlık” mücadelesinin önderliğini üstlenmesini konuşmaktır dersek herhalde abartmış olmayız. Sadece Türkiye’de değil İran’dan Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’dan Amerika’ya ve Avrupa’ya kadar (1) etkili olmuş Müslüman bir mütefekkir olması hasebiyle Seyyit Kutup, gerek Çağdaş İslam Düşüncesi’nin sembol isimlerinden biri olması gerekse inandığı değerler uğruna feda olmayı göze alan vakar, celadet ve cesaretiyle gündemleştirilmeyi fazlasıyla hak ediyor. Hele ki, modern paradigma karşısında neredeyse havlu atmış ve mübarek Kur’an’ın Talut-Calut kıssası bağlamında dikkat çektiği üzere, nehri geçerken kana kana içtiği su(dünya lezzetleri) nedeniyle dizlerinin bağı çözülmüş; Calut’un Ordusu (küresel istikbar) karşısında takatsiz kalmış ve bu nedenle “bugün bizim Calut ordusuna karşı koyacak gücümüz yok” (Bakara 249) diyerek yenilgiyi içselleştirme, yılgınlık, özgüvensizlik, alttan alma gibi fiillerin normalleştiği bir vasatta, Seyyit Kutup gibi üst perdeden ve sakınımsız söz söyleyen birine ne kadar da ihtiyaç var… ( Parantez içi ifadeler ayetin orijinal metninde yoktur. Tarafımdan eklenmiştir. Eklediğim ifadelerin “bağlam”a ve ayet/ler/in vermek istediği mesaja muvafık olduğunu düşünüyorum. Elbette ki en iyisini Allah(c.c) bilir.)

 

Türkiye Kim(in)dir?

Yaklaşık sekiz asır boyunca İber Yarımadası’nda kalan Müslümanlar XV.yüzyılın bitimine ramak kala Kıta Avrupası’ndan (Yahudilerle birlikte) kovulduklarında, Batı Hıristiyanlığı, aynı yüzyılın birinci yarısı henüz geride bırakılmışken ellerinden çıkan Doğu Roma başkenti Konstaniyye’nin intikamını aldığından (neredeyse) emindi. Ama intikamın kemale ermesi için, Müslümanların egemenliğinde İstanbul adını alan şehrin yeniden Ortodoks Hıristiyanların eline geçmesi gerektiği iddiasını kuşaktan kuşağa aktarmayı da ihmal etmediler. Aralarında Osmanlı’nın da olduğu dört imparatorluğu tarih sahnesinin dışına iten I.Dünya Savaşı’nın galipleri arasında yer alan Fransa, Şam’ı işgal ettiğinde,Selahaddin Eyyubi’nin mezarına gidip “Kalk Selahattin biz geri geldik” derken, İstanbul’un intikamını alma yolunda önemli bir mevzi daha kazandığının farkındaydı. Bu farkındalık II.Körfez Savaşı’nda Irak’ın kütüphanelerinin (aslında hafızamızın) İngilizler tarafından yağmalanmasıyla tescillendi. Şimdilerde Bilad-ı Şam’ın, geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde (hem zihinsel hem de fiziksel olarak ) talan edilmesi de sözünü ettiğimiz bu farkındalıktan bağımsız değil. Asıl büyük savaş ise (aslında büyük hesaplaşma da diyebiliriz) İstanbul üzerinden yapılacak… Selahattin’in mezarı tekmelendiğinde Eyyüp El-Ensari’nin ve/veya Fatih Sultan Mehmet’in türbelerine ne olacağı da anlaşılmıştı aslında (sahi anlaşılmış mıydı?)

 

Derkenar (38)

Umran Dergisi’nin mart sayısında( 331.sayı) Katar Şark Gazetesi’nden Ahmet El Kadidi, Filistin asıllı Edward Said’in 1993’te yayınlanan “Kültür ve Emperyalizm” adlı eserinin hala Arapçaya tercüme edilmediğine dikkatlerimizi çekiyor, Katar Kültür Bakanı’na çeviriyi üstlenmesi çağrısında bulunuyordu. Yazıyı okuduğumda dehşete düştüm… Yayınlanmasının üzerinden yaklaşık otuz yıl geçmesine rağmen, böyle bir kitabın Arapçaya tercüme edilmemiş olması ne anlaşılabilirdir ne de izah edilebilir…Bunun tek açıklaması ilgisizlik olabilirdi herhalde… Kaldı ki sözünü ettiğim kitabında Edward Said en çok ta Arapların maruz kaldığı emperyalist tahakkümün vechelerine dikkat çekmektedir. Edilgin, pısırık, tembel, şehvet ve keyif düşkünü, duygusal, masalsı, irrasyonel gibi bugün bizim de içselleştirdiğimiz Arap (daha genelde Doğulu,Türkiye özelinde ise Kürt) imajının edebiyat-sanat aracılığıyla,ama daha spesifik olarak filoloji-antropoloji-etnoloji gibi “araçsal” disiplinler yardımıyla nasıl inşa edildiğine dikkat çekiyor Edward Said. Yani milliyetçi saiklerle bile hareket edilmiş olsaydı bu kitabın çoktan Arapçaya tercüme edilmesi gerekirdi. (Sözünü ettiğim kitap yayınlandıktan beş yıl sonra Necmiye Alpay’ın tercümesiyle Hil Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmış. 2016’ya kadar dört baskı yapmış. 2022’nin ocak ayında da Metis Yayınları tarafından yeni baskısı yayınlandı. Said’in neredeyse bütün kitaplarının Türkçeye tercüme edilmesi,sömürgeciliğin karakteristik özelliğine vukufiyet kesbetmek isteyen Türkiyeli okur için büyük bir imkandır.)

Sömürgeci tahakkümün doğrudan hedefi olan (ve olmaya devam eden) Arap Dünyası’nın bu tahakkümün alametlerinin deşifre edilmesi amacıyla yapılan derinlikli çalışmalara karşı ilgisizliğini nasıl anlamalı? Kolonyalistlerin emellerine ulaştığının delili olabilir mi bu durum? Ya da sömürülmeye elverişli kültürel bünyenin bağımsız bir irade geliştirme kabiliyetini kaybetmesinin işareti? Tarih şahittir ki, fiziksel sömürüden daha tehlikelidir zihinsel sömürge olmak… II. Dünya savaşında mağlup edilen Almanya’nın geleceğinin konuşulduğu Amerikan senatosunda Henry Morgenthau “Almanların topyekün sürülmeleri ve topraklarının tarım sahası yapılması” teklifine, bir başka senatörün “ peki Bachları, Beethovenleri, Mozartları, Goetheleri, Schillerleri,Kantları,Plancları ne yapacağız?” sorusu kültürel kodları sağlam ulusların mağlup edilemeyeceğine işarettir aynı zamanda. İki dünya savaşında da ağır bir yıkım yaşamasına rağmen Almanya’nın kendini yeniden inşa etmesi bu şekilde mümkün olmuştur. Mesele sadece iktisadi refah değildir. Para içinde yüzüyor olsanız da, ilmi/entelektüel bağımsızlığınızı, derinliğinizi, üretkenliğinizi yitirmişseniz sonuç hüsrandır. Körfez titanlıklarının durumu bunun delilidir. Sadece ve sadece “zahiri aşırılıkları” ve “gösterişli görgüsüzlükleriyle” dünya’nın dikkatini çeken bu tiranlıklar, aziz ve mübarek İslam’ın izzetine ve vakarına en büyük lekeyi sürüyor.

 

Nebevi Öğretinin Doğasına Dair

İnsan türünün hidayeti ve felahı için yegane sahih istinatgah olan son ilahi vahyin nazil olduğu mübarek ramazan ayına adım atarken, vahiy bilgisinin hayatın bütününe nasıl nüfuz edeceğini gösteren son Elçi(s.a.v)’nin şahsında nebevi öğretinin doğasına dair farkındalık zaruridir. Nübüvvet, insanlık ailesine Allah(c.c)’ın en büyük lütfudur. Bu lütuf sayesindedir ki insan aşağının bayağısı olmaktan kurtulmuş; hak ile batılın, hayır ile şerrin,hakikat ile sahtenin ayırdına varabilmiştir.İlahi rızaya muvafık bir hayatın nasıl inşa edileceğini bu büyük lütuf sayesinde öğrenmiştir. İnsan-insan, insan-tabiat ve insan-Allah ilişkisinin adalet ve marifet üzere nasıl ikame edileceğini bu lütuf sayesinde tecrübe etmiştir. (Teşbihte hata olmasın) vahiy teoriyse nübüvvet pratiktir. Bu sebeple biri olmadan diğerinin anlaşılması mümkün değildir. Bunların arasını ayırmaya çalışmak hakikatin uzağına demirlemekten başka bir işe yaramaz…