okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün118
mod_vvisit_counterDün535
mod_vvisit_counterBu hafta2063
mod_vvisit_counterBu ay6862
mod_vvisit_counterHepsi1847642

Kimler Sitede

Şu anda 7 ziyaretçi çevrimiçi

Derkenar (34)

Yakın tarihimizde olup bitenlere dair farkındalığımız bugünü ve yarını inşa ederken en önemli istinatgahlarımızdan biridir. Geçmişi bilmek bugün olup bitenlerin nedenlerini bilmektir. Tarih, zannedildiğinin aksine, bitmiş bir sürecin adı değil, halen yaşanmakta olanın adıdır. Dün-bugün-yarın sözcüklerinin birbirleriyle olan merbutiyetidir bu tespitimizin dayanağı… ”Yarın” ve “dün” diyebilmek için “bugün”e ihtiyacımız var… Demek ki bugün yapıp ettiklerimiz yarının tarihidir aynı zamanda… Binaenaleyh yaşarken inşa ediyoruz yarının tarihini… Bu nedenle “geçmiş” olarak adlandırdığımız ne varsa aslında bizim (yani insanın) hikayemizdir. Aslolan bu hikayeden insan denen mahlukun zaaf ve imkanlarını öğrenmek ve gereken dersi çıkarmaktır. İbret alınan tarihin tekerrür etmeyeceği erbabının malumudur. Yüce Kur’an’da oldukça hacimli yer tutan kıssaların hikmeti de (kanaatimce) budur… Zamana tevhidi perspektiften bakmamızı salık veren mübarek Kitabımız, dün-bugün-yarın arasında kopmaz bir bağ olduğuna işaret ederek ilerlemeci(doğrusal-lineer) tarih tasavvurunun gayr-ı meşruluğunu beyan etmiş olur…

 

Geçmişten Notlar

Hatıra yazmak ölümün elinden bir şeyler kurtarmaktır der Andre Gide… Sonrakiler,bu kurtulanlardan ibret alarak inşa ederler yarının tarihini… Bugün yaşananlar dünden, yarın yaşanacaklar ise bugünden bağımsız olmadığı (yani tarihte mutlak anlamda bir kopuştan/kesintiden bahsetmek mümkün olmadığı) için mühimdir tarih bilmek… Hatıra(t)lar bu bilme arzusunun tatmin edilmesi için hayati önemi haiz metinlerdir. Akademik tarih anlatısının soğuk, hiyerarşik, kronolojik ve sistematik doğasına karşı hatıralar akıcı,içten ve ayrıntı zenginliği bakımından ilgili dönemin zihinsel-sosyal gerçekliğine nüfuz etme imkanı barındıran eserleridir… Bir kişinin gözlemleri-tanıklıkları-tahlilleri olması münasebetiyle zaman zaman objektiflikten uzaklaşmaları hatıra(t)ların zaafı olarak zikredilebilir.

Bu girizgahı yakın tarihimizin milliyetçi/mukaddesatçı zaviyeden oldukça ayrıntılı fotoğrafını çeken Zübeyir Yetik’in “Geçmişten Notlar” adlı hatıralarına dikkat çekmek için yaptım… Zübeyir Yetik’i bizim kuşaklar “İslam Savaşçısına Notlar” ve “Her Nemrud’a Bir İbrahim” kitaplarıyla hatırlayacaktır… Bir de rahmetli Aliya’nın nehir yayınlarından çıkan “Doğu-Batı Arasında İslam” adlı eserinin redaksiyonunu yapmış olmasından…Ancak O, seksen yıllık ömrüne kitap yazma haricinde, Türkocağı Şube Başkanlığı, Komünizmle Mücadele Derneği kuruculuğu, Memur-Sen Genel Başkanlığı, Milli Gazete Genel Yayın Müdürlüğü, Hak-İş kuruculuğu, İSKİ’de idarecilik gibi teşkilat tecrübesi gerektiren bir çok vazifeyi de sığdırmıştır.

 

Sivil Toplumun Karakteristiğine Dair

                                          

Sivil toplum, Aristo’dan beri gündemdeki yerini koruyor. Grek kültüründe Yurttaşlıkla eşanlamlı olarak kullanılan bu kavramın, yönetme ve/veya yönetime katılmayla olan doğrudan ilişkisi, sonraları Batı literatüründe de benzer işlevini sürdürecek, bazı dönemlerde ise kimi ufak tadilatlara maruz kalacaktır. Kadim Grek kültüründe/Atina’da, sınırlı sayıda kişi yönetime katılırdı. Yönetmek, akli olgunluk sahibi kişilerin harcı kabul edilirdi. Bu nedenle siyaset, aklın kemale ermesini sağlayan çabanın adı olarak anlam kazanmıştı. Siyasal bilince sahip olmayanlar “rüşd sahibi” kabul edilmezdi. Aristo geleneğinde siyasal bilinç sahibi olmak, insan olmanın da ön koşuluydu. Demek ki bu geleneğe göre yönetme kabiliyetine sahip olmayan biri henüz insan olmuş sayılmazdı. Buradaki yönetme sadece belli bir insan topluluğunu idare etme anlamında değil, evvela insanın kendini yönetmesi,öfke-şehvet gibi duygularını akıl yardımıyla denetim altına alma iradesi göstermesi anlamında değerlendirilmelidir. Binaenaleyh yönetime katılmayanlar Yurttaş, hatta insan sayılmazdı. Kadınlar, çocuklar ve köleler akli olgunluk düzeyine erişmedikleri için yönetime katılamazlardı.

 

Müslüman Toplumlar Madunluğun Girdabından Kurtulabilecek Mi?

Başlıkta yer alan “madun” sözcüğünü post-kolonyal okulun önemli temsilcilerinden Gayatri Spivak’ın dikkat çektiği bağlamda, yani edilgenleştirilen, sessizleştirilen(sesi kısılan), ötekileştirilen,altta kalmaya mahkum edilen,hem zihinsel kem de fiziksel anlamda mülksüzleştirilen,bilgi üretim sürecine katılması engellenen,marjinalleştirilen kişi ve toplumlar anlamında kullanıyorum. Spivak’ın Türkçe’ye “madun konuşabilir mi?” başlığıyla tercüme edilen eserinden ilham alarak seçtiğim “madun” sözcüğünün, oryantalist literatürün sömürgeciliğe (operasyonel anlamda) mesnet teşkil etmeye başladığı 18.yüzyılla birlikte halkı Müslüman beldelerde tezahür eden “yeni durumun” anlaşılmasına katkı yapacağını düşünüyorum. İlk olarak Antony Gramsci “ hegemonya altında, tarihsel kişiliği olmayan,tabi olan” anlamlarında kullanmış madun sözcüğünü. Sömürgeciliğin yalnızca askeri araçlarla değil bir bilgi sistemi (epistemoloji) üzerinden oldukça profesyonelce yürütüldüğü; düşünme biçimi, varoluş algısı, dünya görüşü ve hayat tarzı dayatmasında bulunduğu gerçeği hatırlandığında “madun” sözcüğünün manası daha iyi anlaşılabilir. Nitekim 20.yüzyılda cereyan eden iki büyük savaşın birincisi imparatorluklar devrini kapatıp Protestan burjuva kültür kodlarının ilham verdiği ulus-devlet aklını ve pratiğini ikame etti. Böylece doğrudan sömürgeciliğin (kolonyalizm) yerini dolaylı sömürgeciliğin(neo-kolonyalizm) aldığı yeni bir süreç başladı. Şimdilerde ise adına post-kolonyalizm denilen daha yeni(!) bir süreçten bahsediliyor. Bu yeni gibi görünen ve fakat aslında sadece ambalajı farklı olan süreç, sömürgeciliğin bittiği algısı oluşturarak, özgürlük/bağımsızlık sayıklamaları arasında, vaktiyle imparatorlukların yerine ikame ettiği ulus-devletlerin de altını oyarak rolünü oynuyor. İdeolojilerin bittiği,meta-anlatıların devrinin geçtiği,hakikat diye bir şeyin olmadığı, pluralizmin (çoğulculuk) tek makul ve mümkün yol olduğu yönünde dayatılan yeni gerçeklik(ler)le karşı karşıyayız. Aslında “Post” ve “Neo” ekleri hem önüne geldikleri ideolojinin hem de ilerlemeci tarih tasavvurunun meşruiyetini tescillemiş oluyor. Böylece bilinen insanlık tarihindeki en radikal kırılma (sapma da diyebiliriz) ve temel amacı İslam’ı/Müslümanları mağlup etmek olan modern paradigma sanki tarihin doğal seyri içerisinde vücut bulmuş ve insanlığın hayrını murat eden bir gerçeklik(miş) gibi algılanıyor. Bugünün Müslüman aydını/entelektüeli de başında neo ve post önekleri olan ideolojileri yeni bir şey(miş) gibi ambalajlayıp sunarak (bir anlamda) zihinsel savrulmalara katkıda bulunmuş oluyor.

 

Derkenar (33)

Hapishaneler, kapatılma mekanları olarak her devirde en dikkat çeken yerler olmuşlardır. Suç ve ceza arasındaki (sebep-sonuç) ilişkisinin somutlaştığı bu mekanlar,bir yandan mer’i( yürürlükte) hukukun doğasına dair farkındalık kazandırırken diğer yandan herkesçe meşru kabul edilen bir otoritenin varlığına da işaret eder. Bir insanın suçlu olduğunu iddia ve ispat edip o suça istinaden “ceza” ver(ebil)mek için yazılı ya da sözlü fark etmez “yasa/şeriat” gerekir. Yasanın uygulanması içinse meşruiyeti tartışmalı olmayan bir otorite… Belirleyici olan yasa/şeriattır. Otoritenin kendisi de meşruiyetini oradan alır… Geleneğimiz “şeriatın kestiği parmak acımaz” derken, yasaya duyulan (duyulması gereken) güvene işaret etmiş olsa gerektir…

Ürkütücüdür hapishaneler… Sadece mahkumların kötü, tehlikeli ve zararlı kişiler olduğuna dair anlatı değildir buraları ürkütücü yapan… İnsanı hürriyetinden yoksun bırakan soğuk duvarlar, katı prosedürler ve envai çeşit suçtan hüküm giymiş olanlarla aynı havayı teneffüs etmenin zarureti de dahildir bu ürkütücülüğe… Merhum Aliya hapishanede geçen yıllarını anlatırken adi suçlularla değil de idealleri için mahkum olanlarla aynı koğuşta kalmanın kendisi için büyük bir nimet olduğundan bahseder…

 

Postmodern Zamanlarda Aile

Hayata gözlerimizi açar açmaz kendisiyle temas ettiğimiz gerçekliğin adıdır aile. Öncesi de vardır elbet. Henüz dünya ile tanışmazdan evvel anne karnında geçirdiğimiz uzunca bir varediliş sürecini de aile “bağ”ından bağımsız düşünmemek gerekir. Nitekim bebek henüz dünyaya gelmemişken bile anneye bağlıdır. Bu bağ doğum sırasında kesilir. Ancak manevi olarak hayat boyu devam eder. Bir hukuka/yasaya/şeriata/nomos’a istinaden birlikte olan kadın ve erkeğin oluşturduğu yapının ifadesi olarak aile ontolojik bir boyuta sahiptir. İnsanlık tarihinin başlangıcı bu boyutun tezahürü olarak okunabilir. Adem ve Havva insanlık “ailesinin” babası-annesi olarak tavsif edilirken esasında bütün insanların birbiriyle olan münasebetine dair vurgu da belirginleşir. Renk-ırk-kabile-soy-sop farklılıklarına işaret ederken mübarek Kur’an’ın “tearüf” sözcüğünü kullanması boşuna değildir. Tanıma-tanışma anlamında tearüf/muarefe insan-insan ilişkisinin mahiyetine dair önemli bir içeriğe sahiptir. İnsan sözcüğünün “cana yakınlık” manasında ünsiyetle olan anlam ilişkisi de bu bağlamdan bağımsız değildir. “Hepiniz Adem’densiniz Adem ise topraktandır” sarih beyanı insan türü olarak aynı ontolojik kökene sahip olduğumuzu vurgular. Kadın ve erkek olmak üzere iki cins olarak yaratılan insanın fıtratında içkindir aile kurmak. Bu içkinliğin yasasını/şeriatını ilahi otorite peygamberler/nebiler/rasuller aracılığıyla beyan eder. Yasanın/şeriatın ihlal edildiği yerlerde/zamanlarda aile bütünlüğü zaafa uğrar ve nesillerin manevi-içtimai selameti tehlikeye girer.

 

Epistemolojik Bağımsızlık için Yeni Bir Eğitim Paradigması İhtiyacı

Eğitim, modern sosyal bilimciler tarafından tarafından genel olarak, davranış değiştirme süreci olarak tanımlanır.Bu sürecin başarıya ulaşabilmesi için, kişinin bile isteye sürece dahil olması gerektiği ifade edilir.İcbara dayalı eğitim süreçlerinin zahiren bazı davranış değişikliklerine vesile olduğundan söz edilebilirse de, icbar ortadan kalktığında tekrar eski hale dönme durumu ihtimal dahilinde olduğundan, içselleştirilmiş davranış değişikliğinden söz edilemez.Otoriter/cebri/müstebit/despotik yönetim biçim(ler)inin cari olduğu toplumlardaki özbilinç yoksunluğunun en önemli sebebi de budur. Prof.Dr.Süleyman Hayri BOLAY’ın Felsefe Doktrinleri ve Terimleri Sözlüğü’nde eğitim ‘’kişinin iyi yetişmesi için kabiliyetlerinin/melekelerinin muhtelif araç ve yöntemlerle gelişmesini temin eden,böylece kişiyi,bir grubu veya bir toplumu belli bir istikamete,bir alana yönlendirerek verimli olmasını sağlayan faaliyetler bütünü’’ olarak tanımlanıyor. Demek ki eğitim sürecinde ,her halükarda, kişide bir değişim meydana getirme veya kişinin(ve toplumun) mevcut potansiyellerini ilgi ve istidatları yönünde harekete geçirmek söz konusudur. Bunu yaparken de bir istinatgaha yaslanmak gerekir ki o da bilgidir.

 

Derkenar (31)

Tarih ilminin karizmatik kişiler ve onların yapıp etmeleri ya da görkemli/ihtişamlı/egzantrik olaylar ekseninde hamaset dozu yüksek bir yaklaşımla anlaşılmaya/yorumlanmaya çalışıldığı toplumların sahih bir tarih bilincine sahip olduğunu söylemek güçtür. Geçmiş hakkında konuşurken ulu şahsiyetlerin belirleyici ve tayin edici olduklarına dair anlatılar (ki bu anlatılar bir yönüyle mitolojik/masalsı öyküler olarak öne çıkar) motive edici olmaklığı bakımından etkili olsa da, içinde yaşanılan zamana sahih tanıklıklar geliştirmeye manidir. Mitolojiler toplumların zihin dünyalarına, yaşam tarzlarına, inanç/itikat kodlarına, insan-evren-zaman-mekan-tarih-devlet v.b tasavvur biçimlerine dair önemli izler taşır. Hatta mitolojilerin yazı öncesi tarihin anlaşılması/yorumlanması için anahtar role sahip oldukları bile söylenebilir.Öte yandan tarih, insanın yapıp etmelerinin ürünüdür. İnsanın zaaf ve imkanları bütün berraklığıyla tarihin penceresinden görülebilir. Bu nedenledir ki tarih bilmek (aynı zamanda) bütün yönleriyle insanı tanımak demektir.