okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün325
mod_vvisit_counterDün464
mod_vvisit_counterBu hafta2260
mod_vvisit_counterBu ay11148
mod_vvisit_counterHepsi1668334

Kimler Sitede

Şu anda 7 ziyaretçi çevrimiçi

Geçmişten Günümüze Milli Eğitim ve Kültür Şura'larının Gündemi ve Türk Milli Eğitim Sisteminin Karakteristiği-IV

Bir önceki yazımızı IV. Mili Eğitim Şura’sında gündeme alınmamasına rağmen müdürler komisyonu marifetiyle ilk defa 1951’de yedi ilde açılan İmam Hatip Okulları’nın müstakil bir değerlendirmeyi hak ettiği beyanıyla bitirmiştik. Oradan devam edelim. Esasında bendeniz İmam Hatip Okulları’nın ve İlahiyat Fakülteleri’nin misyonunu tamamladığını, kurucularına ve bedel ödeyenlerine vefasızlık etmeden ve bu tecrübeyi yabana atmadan, müfredat içeriğini ve metodolojisini ulus-devlet aygıtının değil, İslami referanslar temelinde inşa edilen “bilgi sisteminin” belirleyeceği bağımsız ve özgün bir model üzerinde çalışmamız gerektiğini düşünüyor ve düşüncemi şöyle gerekçelendiriyorum:

a)Osmanlı’da ulema devlet yönetiminin bir parçasıydı. İlmiye-seyfiye-kalemiye den müteşekkil devlet yapılanmasında ulemayı Şeyhülislamlık makamı temsil ediyordu ve diğer birimler gibi sultana bağlıydı. Bu bağlılık sultan adına Müslüman ahaliyi kontrol altında tutmayı sağladığı gibi medreseler üzerinde de denetim yetkisi veriyordu. Sultanlık makamı şeriatın izin vermediği durumlarda örfi hukuka müracaat ederek hareket alanını genişletiyordu. Yani hukuk iki başlıydı. Bu ikili hukuk sistemi Müslüman zihnin bölünmesinin,yani tevhidi perspektifin zedelenmesinin, sembolü olarak ta okunabilir. İmparatorluk, modernleşmeye karar verdiğinde ne tür adımlar atılacağına ağırlıklı olarak seyfiye (ordu) ve kalemiye(bürokrasi/Enderun) karar verdi. Atılan adımlarının sosyal hayatta meydana getireceği depremi en iyi sezen ulema oldu.Çünkü halka (avama/reayaya) en yakın onlardı. Bu nedenle direndi. Ulemanın direnci kimi zaman seyfiyeyi de yanına çekiyordu. Fakat imparatorluğun aklına rehberlik eden kurum Enderun’du ve Sultanla yaptığı işbirliği neticesinde hem seyfiyeyi hem de ulemayı (Tanzimat aracılığıyla) saf dışı bırakmayı başardı. Ulemanın devlete bağımlı olması ciddi bir sorundu. Medrese 16.yüzyılın sonundan itibaren zaaf belirtileri gösteriyordu. Suhte (medrese talebeleri) isyanları bunun deliliydi. Ayrıca yaklaşık yarım asır boyunca İstanbul ulemasını meşgul eden Kadızadeli-Sivasi kavgası, dönemin İstanbul’unun ne kadar yüzeysel meselelerle meşgul olduğunu gösteriyordu. Ki o tarihlerde dünyada çok radikal değişiklikler oluyordu. Müslüman ahali arasında dinin ancak güçlü bir devlet idaresi tarafından ayakta tutulacağına dair kanaatin oluşmasında ulemanın devlete bağımlı olmasının etkisi büyüktü. Nitekim devlet zaafa düşünce ulema iyice etkisizleşti ve Cumhuriyet, medresenin değil mektebin(yani Enderun’un) perspektifini benimsedi. Şeyhülislamlığın muadili olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu ve devlete bağlandı.

Osmanlı’nın modernleşme tecrübesi iki farklı kanattan ilerledi. Birinci kanat II.Mahmut’un öncülüğünde şekillendi ve oldukça radikaldi. Bu kanadı Cumhuriyet döneminde Kemalist çizgi temsil etti. İkinci kanat II. Abdülhamit rehberliğinde şekillendi ve muhafazakardı. Bu kanadı da Cumhuriyet döneminde sağ/muhafazakar çizgi temsil etti. Radikal modernleşmeden yana olan Kemalist havza emellerini gerçekleştirmek için “köy enstitülerini” kurarken, muhafazakarlar “imam hatip okulları” inşa etti. Aslında her ikisi de modernleşme taraftarıydı. Ayrıldıkları nokta sürecin nasıl yönetileceğiydi. Köy enstitüleri fazla yaşayamadı. Çünkü halk bu enstitülere (inanç değerlerine) gereken hassasiyeti göstermediği için teveccüh göstermedi. Ama buna rağmen Köy Enstitüleri Kemalist havzaya hatırı sayılır miktarda kadro yetiştirdi. İmam Hatipler ise hala devam ediyor. Sentezci eğitim anlayışıyla muhafazakar modernleşmenin ikame edilmesinde oldukça önemli rol oynadı. Fakat “epistemolojik bağımsızlık” için gereken ilmi/entelektüel çabayı gösteremedi. Tevhid-i tedrisat kanunuyla işlevini bütünüyle yitiren medreselerin güncellenmesi amacına matuf olarak kurumsallaşmak istedi. Fakat sorunun kendisi olan tevhid-i tedrisatı teşrih masasına yatıramadı. Cumhuriyetin eğitim felsefesinin seküler/pozitivist karakteri ve ulus-devlet aygıtının din dilini kontrol altına almak istemesi imam hatip okullarının “sistem dışına” çıkmasını engelledi. Ve nihayetinde Türkiye’nin sosyal değişiminde oynadığı hayati rol sebebiyle devlet için vazgeçilmez hale geldi.

 

Batıni/İşraki Gelenekle Yüzleşmeye Çağrı

Batıni/mistik/ezoterik/işraki gelenekten ilham alan ve bu ilham sayesinde merkezde konumlandırdıkları kutsal adamlar, mübarek zatlar,şeyh efendiler,gavs-ı azamlar eliyle kitleleri zihinsel soykırıma tabi tutan;bilincin üzerine beton döken; aklı kadavralaştıran; eleştiriye-yoruma kapalı ve fakat taklit ve tekrara açık tarzları sebebiyle lafızcı-literalist yaklaşımı terviç ve tahkim eden; içe kapanmayı (içsel olgunlaşmayı) özendirip dışarıda ne olup bittiğine bigane kendisiyle büyülenmiş meraksız yığınlar oluşturan;tarihin en büyük inkılabını gerçekleştiren mübarek İslam’ı edilginliğin/ pasifliğin/ pısırıklığın/ uyuşukluğun/ cehaletin/ ruhbanlığın menbaı gibi sunan; dini sadece müeyyidelerden ibaret zanneden; kamuoyu önünde siyasete mesafeli olduğunu söyleyip arkadan bürokrat pazarlığı yapan;ehl-i sünnet müdafaası adı altında İslam dünyasının mübelliğ ve mübeşşirlerini,alim ve entelektüellerini tahkir ve tezyif eden; taklit ettiğini söylediği mezhep imamları İslami iddialı iktidarlarla uzlaşmaya yanaşmazken, seküler/kapitalist/kavmiyetçi iktidarlarla uzlaşan; Protestanlığı meşrulaştıran Katoliklik gibi modern/post-modern paradigmanın meşrulaştırılmasına (zımnen) hizmet eden; değirmenine su taşıdığı muhafazakar faşizmin himayesi sayesinde semirdikçe semiren sözüm ona sufi odakları İslam’ın temsilcisi gibi sunarak yedikleri herzeleri gözden ırak tutmaya çalışmak kabul edilemez. Bu odakların en maharetlisi şimdilerde FETO olarak tesmiye ediliyor. 15 temmuzda tarihin en büyük ihanetlerinden birini gerçekleştiren bu yapının, yıllarca bu ülkede apaçık çirkefliklere imza atmasına rağmen el üstünde tutulmasının en önemli sebebi edilgin/ pısırık/eleştiriye yabancı, hamaset ve popülizme müsait kültürel kodlarımız ve bu kodların inşasında işraki/Batıni/mistik geleneğin oynadığı roldür hiç şüphesiz… Lakin bu büyük ihanete rağmen Türkiye toplumu aynı gelenekten beslenen ve sadece adları farklı bu yapıların referans sistemleriyle yüzleşmeyi hala başarabilmiş değil. Çünkü bu odaklar din aracılığıyla kitleleri uyuşturup politikacılara “güdülmeye ve kışkırtılmaya müsait” bir kitle armağan ediyor. Anlıyoruz ki politik havzalarla bu odaklar arasında zımni bir işbirliği mevcut… Yüce Kur’an’ın ruhuna uygun bir toplumsallığın inşası için bu yapıların referans sistemleriyle yüzleşmek şart… Bu yüzleşme ancak ve ancak şanlı Elçi(s.a.v)’nin önderliğinde olabilir… Sözünü ettiğim yüzleşmeyi yapamazsak şayet, neo-liberal ahlak öğretisi ve bu öğretiden esinlenen şirketokrasi düzeni Kemalizm/solculuk cübbesini sırtına geçirerek bu ülkeyi tarumar edecek… O zaman da iş işten geçmiş olacak…

13/12/2022

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız                                                                                                       

 

Geçmişten Günümüze Milli Eğitim ve Kültür Şura'larının Gündemi ve Türk Milli Eğitim Sisteminin Karakteristiği- (I)

Bu yazı 1-3 Aralık 2021 tarihleri arasında 20.sine şahit olduğumuz Milli Eğitim Şuraları’nın(1) mahiyeti ve keyfiyetine dair tespitlerde bulunmak, sözü edilen “Şura”lardan hareketle Türk Milli Eğitim Sistemi’nin karakteristiğine dair çözümleme yapmak, velhasıl eğitim-öğretim gibi en hayati meselemizin esasa taalluk eden boyutlarını teşrih masasına yatırmak niyetindedir. Eğitim ve kültür arasındaki bağ görmezden gelinemeyeceği için Milli Eğitim Şuraları ile Milli Kültür Şuraları arasında karşılaştırma yapmaya ve birbirlerinin tamamlayıcısı olup olmadıkları hususunda tespitlerde bulunmaya (da) çalışacağız. Hasılı kelam 1921 Maarif Kongresi’nden 1923 Heyet-i İlmiye çalışmalarına, oradan da günümüze kadar belirli aralıklarla devam eden Milli Eğitim ve Kültür Şuralarına projeksiyon tutma niyetindeyiz.

Eğitim-öğretimin en hayati meselemiz olduğuna dair her dönemde dikkat çekici açıklamalara şahit oluyoruz. Zaman zaman devletin en yetkili ağızlarından “reform çağrılarına” tanıklık ediyoruz. Yüzleşmek zorunda kaldığımız büyük sorunların ardından “eğitim şart” klişesine sığınıyoruz. Uzun süredir Türkiye’nin direksiyonunda bulunan muhafazakar-milliyetçi siyasal iktidar, bayındırlık hizmetlerinde ulaştıkları hedefe eğitimde ulaş(a)madığını belli aralıklarla ikrar ediyor. Eğitimde köklü reform(lar)a ihtiyaç olduğunu dile getirerek sadece müfredat tadilatıyla yetinmemek gerektiğini beyan ediyor. Batı menşeli eğitim sisteminin nesillerimizi iğfal ettiğine dikkat çekip “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” nesiller yetiştirmenin lüzumuna işaret ediyor. Tüm bu tespit ve öneriler en yetkili makamlar tarafından yapıldığı için meselenin ehemmiyeti daha da belirginleşiyor. Esasında ortada devasa bir eğitim-öğretim (talim terbiye) sorununun olduğunu fark etmek için illa ki yetkili makamların konuşması gerekmez. Türkiye’nin yakın tarihine ve halihazırda olup bitenlere eleştirel dikkat ve deruni farkındalık bilinciyle nazar etmesini bilen herkes bu sorunu görebilir. Demek ki sadece siyasi partilere havale edilemeyecek kadar derin ve müşkül bir meselemiz var…Topyekün bir seferberlik şart…

 

Serdar Mahmut Tarzi Han ve Afgan Modernleşmesi

Manipülasyonun kurumsallaştığı bir çağda yaşıyoruz. Bilgilendirerek (aslında malumat bombardımanına tabi tutarak demek daha doğru) cahil bırakma stratejisinin cari olduğu bir çağ da diyebiliriz içinde yaşadığımız zamana… Bilgi ile malumat arasındaki farkı fark edenler, sözünü ettiğimiz manipülasyondan kurtulmak için gömleğin ilk düğmesini doğru iliklemiş olacaktır. Aksi taktirde bütün bir ömür gösterişli yalanların ardından koşarak heder edilebilir. Hakikatle temas kurmak (hem geçmişte hem de bugün) zahmete katlanmayı, acı çekmeyi, ötekileştirilmeyi, tahkir ve tezyife muhatap olmayı göze almayı gerektiriyor. Şayet mutlu ve huzurlu yaşamak istiyorsak George Orwel’ın ‘’cehalet mutluluktur’’ sözüne sığınabiliriz. Çünkü bilmek insanın huzurunu kaçırır. Nebevi gelenek bu tespiti doğrulayacak örneklerle doludur.

Modernlik,kabaca 17.yüzyıldan 19.yüzyıla kadar kıta ve ada Avrupa’sının yaşadığı toplumsal, siyasal, ekonomik değişim süreci olarak tanımlanabilir. Değişimin faili Avrupa olduğu için bu değişimin mahiyeti ve keyfiyetine dair yapacağımız tespitler (tabiatıyla) Hıristiyanlık‘tan bağımsız düşünülemez. Kadim olandan kopmayı da imleyen modernlik, hayatın din/vahiy perspektifinden değil, araçsal akıl zaviyesinden anlamlandırılması üzerine kuruludur. Avrupa da kilise merkezli bilgi tekelinin kırılması ve Luther-Calvin ikilisinin Protestan ahlakının teorik zeminini oluşturması yeni bir sosyal gerçekliğin inşası yolunu açmıştır. Binaenaleyh Batı dışındaki toplumların modernleşmesi de bu bağlamdan (yani dinin belirleyici ve tayin edici olma konumunu kaybetmesi bağlamından) bağımsız düşünülemez.

 

Geçmişten Günümüze Milli Eğitim ve Kültür Şura'larının Gündemi ve Türk Milli Eğitim Sisteminin Karakteristiği-III

I.Milli Eğitim Şurası adıyla ilk toplantı 1939 senesinde dönemin Milli Eğitim bakanı Hasan Ali Yücel başkanlığında yapılmıştır. Toplantının gerekçesini Yücel şöyle açıklamaktadır: “ Girmiş olduğumuz yepyeni uygarlık yaşamının zorunlu ihtiyaçlarına göre yeniden kurulan ve bütün öğretim derecelerinde gerçekleşmesini asıl görev bellediğimiz Kemalizm ilkelerinden hız alan eğitimimizin, bu kurullardan elde ettiği yararları göz önünde tutan Büyük Millet Meclisi, kültür meselelerini Maarif Şurası adıyla toplanacak yetkili bir kurula incelettirmeyi yasal bir zorunluluk ile icra makamlarının sorumluluğuna bir ödev olarak vermiştir.” (1) Şuranın toplanış amacı hakkında dikkat çeken başlıklar şöyle sıralanabilir:

1- Köylerdeki ilköğretim işlerine ağırlık verilmesi

2- Köy öğretmenliği için kaynak olarak köylü çocuklarının alınması

3- Üç sınıflı köy okullarının beş sınıfa çıkarılması

4- Köylerde öğretmen açığının eğitmenlerle giderilmesi

5-Köylülerin katkısıyla az masraflı köy okullarının açılması

6- Vatandaşlık bilincinin ve Cumhuriyet Devrimi felsefesinin topluma eğitimle kazandırılması

7- Türkçenin bilim dili haline getirilmesi

 

Geçmişten Günümüze Milli Eğitim ve Kültür Şura'larının Gündemi ve Türk Milli Eğitim Sisteminin Karakteristiği-(II)

1-3 Aralık 2021 tarihleri arasında toplanan 20.Milli Eğitim Şurası’nın ana başlığı “eğitimde fırsat eşitliği” olarak belirlendi. Ayrıca üç ana konuda da ihtisas komisyonu kuruldu. Bunlar;

a)Temel Eğitimde fırsat eşitliği

b)Mesleki eğitimin iyileştirilmesi

c) Öğretmenlerin mesleki gelişimi

Şüphesiz önemli başlıklar… Fakat esasa (yani I.yazıda dikkat çekmeye çalıştığımız “bilgi sistemi/marifet nazariyesi” meselesine ve “epistemik-ontik-metodik” şiddet türlerinin mahiyet ve keyfiyetine odaklanmadığı için bu şura da ölü doğmuş, teknik-bürokratik ayrıntılar içinde boğulmuştur. Teknik/sınai/endüstriyel alanda ihtiyaç duyulan personelleri yetiştirmek için Tanzimat’tan bu yana takip edilen mühendis-iktisatçı aklı hala revaçta…(1)

Öte yandan, Cumhuriyet tarihimizde 1982,1989 ve 2017 yıllarında olmak üzere toplam üç kez yapılan Milli Kültür Şuraları’nın sonuncusunda alınan (ve bence önemli olan) kararlara dikkat çekmek durumundayım.(2) Zira bu kararlar Milli Eğitimi de yakından ilgilendiriyor. Şayet eşgüdüm sağlanabilirse elbette… Halen Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın resmi internet sayfasında yer alan 2017 tarihli Milli Kültür Şurası’nda dikkatimizi çeken kararları şöyle sıralamak mümkün:

 

Öğretmenliğin İtibarını Serbest Piyasa Tanrısına Kurban Etmemek

Önümüzdeki hafta sonu (19 kasım 2022) öğretmenler için kariyer basamağı sınavı yapılacak. “Uzman Öğretmen” ve “başöğretmen” kategorilerinde yeni bir hiyerarşik düzen ihdas edilecek. Aday öğretmenlik dahil meslekte on yılını dolduranlar uzmanlık sınavına girmeye hak kazanacak. Uzman olarak on yıl görev yapmış olanlar ise başöğretmenlik sınavına girebilecek. Sınava girmeye hak kazananlar,öncesinde, bakanlığın belirlediği (80-100 saat arasında değişen) videoları izleyecek. Yüksek lisansını tamamlayan öğretmenler uzmanlık; doktora yapmış öğretmenler ise başöğretmenlik için uygulanacak yazılı sınavdan muaf tutulacak. Uzman ve başöğretmen unvanı almaya hak kazanan öğretmenlerin maaşlarında ise 2000 ila 5000 TL arasında artış olacak.

Bakanlığın zaviyesinden bakıldığında öğretmenlik meslek kanunu ve buna bağlı olarak ihdas edilen kariyer basamakları yönetmeliği cumhuriyet tarihimizin en önemli adımlarından biri. Bu sayede öğretmenler arasında yüksek lisans ve doktora yapanların sayısı artacak. Böylece milli eğitimde niteliksel sıçrama gerçekleşecek! Kozmetik/biçimsel değişimi yapısal değişimden ayırt edemeyen zekaların erk sahibi olduğu ülkemizde böyle beklentileri normal karşılamak gerekiyor herhalde… Marifet nazariyesinden yoksun “milli eğitimle” olsa olsa Japonya'nın ya da Amerika’nın kötü bir kopyası olabilir Türkiye…

 

Darbecilerle Kol Kola Muhafazakar Bir Psikiyatrist

Prof.Dr. Ayhan Songar(1926-1997).Psikiyatrist. Cerrahpaşa Psikoloji Ana Bilim Dalı’nın kurucusu. Yaklaşık otuz dört yıl bu kürsünün başkanlığını yapmış. Aydınlar Ocağı’nın mimarlarından…1982-1984 yılları arasında (vekaleten) Ocağın başkanlığını yürütmüş. Merhum Necip Fazıl’ın yakınında bulunmuş, güvenini kazanmış ve hatta iltifatına mazhar olmuş… Sağ/milliyetçi/muhafazakar çizginin saygın ağabeylerinden biri… Bir dönem Yeşilay’ın başkanlığını da deruhte etmiş. 12 eylül darbe konseyi tarafından TRT yönetimine atanmış. Öldüğünde Taha Akyol “Songar’a Saygı “ başlıklı bir yazı kaleme almış.(1)