okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün360
mod_vvisit_counterDün455
mod_vvisit_counterBu hafta815
mod_vvisit_counterBu ay5614
mod_vvisit_counterHepsi1846394

Kimler Sitede

Şu anda 6 ziyaretçi çevrimiçi

Kültürel İktidar Nedir ? Ne Değildir ?

Gündelik hayatta karşımıza siyasi, iktisadi, bürokratik, askeri güce sahip olmak gibi farklı boyutlarıyla çıkar iktidar kavramı… Özellikle siyasal alanda belirleyici ve tayin edici olmanın lüzumuna/zaruretine dair güçlü bir retorik söz konusudur. Öyle ki bu alanda gücü/ iktidarı ele geçirmenin (demek ki elden ele geçen bir şeyden bahsediyoruz) bürokratik ve (özellikle de) iktisadi gücün tahkiminde hayati rol oynayacağına inanılır. Yakın siyasi tarihimize nazar ettiğimizde, bu zikrettiğimiz bağlama taalluk eden çok fazla örnekle karşılaşırız. Siyasi iktidarı elde etmenin sağlayacağı ayrıcalıklarla kültürel hayatın da kolaylıkla ikame edileceği varsayılmıştır. Toplumun yukarıdan aşağıya dizayn edileceğine (şekil verile/bile/ceğine, istenilen kıvama getirile/bile/ceğine) inanan yaklaşımlardan esinlenir bu varsayım… Yıllara sari saltanat geleneğimizin (rai-reaya/çoban-sürü ilişkisine endeksli yönetim felsefesinin) etkisi görmezden gelinemez elbette bu yaklaşımın hala kabul görüyor olmasında… Ancak (yine yakın tarihimiz özelinde) yaşadığımız tecrübeler gösterdi ki, mesele sadece siyasal alanda etkili olmakla halledilemeyecek kadar girift… Halihazırda iktidarda bulunanların ( ki yirmi yılı aşkın süredir bu pozisyonlarını koruyorlar) kültür adına yapıp ettiklerine baktığımızda, bir yandan ciddi bir kafa karışıklığının (yani Türkiye’nin kim olduğu hususunda berrak bir zihne sahip olmamanın) diğer yandan ise lümpenleşmenin/amorflaşmanın (ki bu iki hal de kafa karışıklığından beslenir) izlerine rastlarız. Bayındırlık hizmetlerinde sergilenen yüksek performansın ( ki bu hizmetlerin de Türkiye’nin küresel kapitalizme entegrasyonu ve neo-liberal düzenin ikamesi için/adına olduğunda kuşku yoktur) kültürel alanda gösterilemediğini bizzat kendileri itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Demek ki mesele sadece siyasi-iktisadi-bürokratik güce/imtiyaza sahip olmakla hal yoluna koyulamayacak kadar derin ve müşküldür.

 

KUDÜS

Kudüs…

Onurumuz, izzetimiz, şerefimiz, aşkımız…

Düştüğünde düşeceğimiz, dik durduğunda dik durduğumuz, mahzun olduğunda hüzünlendiğimiz aziz şehir… Mukaddes belde…

İlk kıblemiz… Yani gözümüzün önünde olan… Yani yüzümüzü döndüğümüz, bütün benliğimizle yöneldiğimiz hürmet makamı…

Atamız put kırıcı İbrahim’in aziz neslinin, Musa’nın, İsa’nın, Muhammed’in uğrak yeri…

Alemdeki kadınlara üstün tutulan pak Meryem’i; adayış abidesi Hanne’yi hatırlatan mübarek belde…

 

Hümanizmanın Striptizi

Fransız egzistansiyalist (varoluşçu) düşünür J.P.Sartre, Cezayir Bağımsızlık direnişinin mühim simalarından Martinikli psikolog Frantz Fanon’un “yeryüzünün lanetlileri” adlı eserine yazdığı önsözde, Fransa’nın Cezayir’de yaptıklarını ifade sadedinde şöyle der: “ Öncelikle şu beklenmedik manzarayla bir yüzleşelim: Hümanizmamızın striptizi. İşte çırılçıplak, güzel değil: Yalancı bir ideolojiden başka bir şey değil, yağmanın incelikli aklanması; yapmacık tavırları ve sevgisi, saldırgan eylemlerimize kefil oluyor. Şiddet karşıtlarının görüntüsü hoştur: ne kurban ne işkenceci! Gelin bakalım şimdi! Oy verdiğiniz hükümet ve kardeşlerinizin hizmet ettiği ordu hiç duraksamadan ve vicdan azabı duymadan “soykırım” işlerken siz kurban değilseniz, o zaman kesinlikle işkencecisiniz.” (1)

Yazımın başlığını Sartre’dan ödünç aldım. Bu yazının yazıldığı tarihte 3. Haftasına giren Gazze’ye yönelik İsrail barbarlığı/vahşiliği, Judeo-Hıristiyan referanslı modern/post-modern paradigmanın ( ve onun insan tasavvurunun ideolojik formu olan hümanizmin) doğasını deşifre ediyor. Evet tam da budur modern paradigma/aydınlanma ideolojisi... Ne fazla ne eksik… Kimi zaman WASP (White Anglo Sakson Protestan) esinli Amerikan kurulu düzeniyle kimi zaman Avrupamerkezci hegemonyasıyla kimi zamansa Siyonizm formunda çıkar karşımıza… Hepsinde ortak nokta kendi dışındakileri “insan altı yaratıklar” olarak görmektir. İsrail’ li bir yetkilinin “insansı hayvanlarla savaşıyoruz” cümlesinde belirginleşen bu kibir sömürgeci geleneğin mirasıdır.

 

Aliya'yı Anla(t)mak

20.yüzyılın Müslüman tefekkür havzasında köşe taşı diyebileceğimiz isimlerden biridir Aliya İzzetbegoviç. Onun zamana Müslümanca tanıklığı, 21.yüzyılı müdrik Müslümanlar için yol göstericidir. Hem modern paradigmanın epistemolojik ve ontolojik mahiyetine hem de İslam’ın tevhidi perspektifine olan vukufiyeti sayesinde özgün bir duruşun, haysiyetli bir temsilin, vakur bir liderliğin mümessili olmayı başarmıştır. Bir yandan bağımsızlık için direniş örgütlerken diğer yandan toplumunun İslami referanslar temelinde biçimlenmesi için gösterdiği gayret takdire şayandır. Avrupalı “beyaz adamın” barbarlığının/vahşiliğinin deşifre edilmesinde oynadığı rol kritiktir. İnsan Hakları, hümanizm klişelerinin Müslüman (daha genelde doğulu) toplumları kapsamadığını bizzat tecrübe ederek öğre(n/t)miştir. 1492’de ve sonrasında Endülüs’ten geriye kalanlara reva görülen zalimlik, yaklaşık beş yüz yıl sonra Bosna’da hortladığında, aydınlanmış Avrupa’nın kapkaranlık yüzüyle karşılaşacağını beklemiyordu buradaki Müslümanlar. Fakat tarih tekerrür etti ve Kıta Avrupa’sı Müslümanların sistematik kıyımına müzaheret etmekte hiçbir sakınca görmedi. Öteden beri farklı inanç gruplarıyla barış için bir arada yaşama kültürüne yabancı olan Batı Hıristiyanlığı, biz kez daha, kodlarındaki “farklı olana nefret” duygusunun esiri oldu. Bu nefretin, bugün de ,yoğunluğundan hiçbir şey kaybetmeden farklı şekillerde tezahürleri olduğunu görmemek için herhalde kör olmak gerek…

 

Entelektüel Öfke Nerede ?

Emperyalist-siyonist ittifaka (ki bu ittifakı mümkün kılan teolojik zemine aşina olmak modern/post-modern paradigmanın karakteristik özelliğine vukufiyet kesbetmek anlamına gelir) karşı yaklaşık üç aydır müstesna bir direniş sergileyen Gazze,(bu direnişiyle) bir yandan burjuva Protestan kültür kodlarının barbarlığa müzahir doğasını deşifre ederek, insanlık ölçeğinde, bir duyarlılık hattı oluştururken, diğer yandan da aydınlanma ideolojisinin albenili ambalajlarla servis edilmesinde ve benimsenmesinde hayati rol oynayan “epistemik cemaatin” kibirli ve küstah yüzünü gözler önüne seriyor. Siyonizmin çıkarları söz konusu olduğunda küre ölçeğinde belirginleşen entelektüel dayanışma bir kez daha gösterdi ki, modern/post modern paradigmanın kavramsal ve kurumsal hegemonyası/hiyerarşisi judeo-hıristiyan teoloji/sin/den bağımsız değil. Kudüs özelinde ayan beyan ortaya çıkan bu durumun özelde Müslüman toplumlara, genelde ise insanlık ailesinin bilincine, uyanıklık-duyarlılık kazandırması murat edilir. İnsanlık tarihinin en barbar en vahşi fiilleri en gelişmiş (!) uygarlıkların riyasetinde icra edilirken, insanın anlam arayışına rehberlik etmesi beklenen entelektüel havzalardan kayda değer bir öfkenin sadır olmaması (hatta zalimin yanında saf tutulması) utanç vericidir… Bilgiyi güç-tahakküm-kontrol-kar vesilesi olarak gören cari küresel sistem, öyle görünüyor ki, entelektüel bilinci de soykırıma uğratmış… Halklar nezdinde belirginleşen öfkenin entelektüeller arasında karşılık bulmaması müstekbirlere angaje bir gerçekliğin izlerini taşıyor. Bu bağlamda Gazze direnişi artık sadece siyonizme karşı verilen bir mücadele olmaktan çıkmıştır. Orası judeo-hıristiyan esinli modern/post-modern paradigmanın insan öğüten doğasından teberri edip “insan kalmayı tercih edenler” için bir mektep olmuştur. Bu mektep ilahi vahiy bilgisi ve nübüvvet pratiğinden aldığı ilhamla techiz ettiği entelektüel çabayı, eylemle eşanlı yürüyen yüksek düzeyli bir bilinçlilik hali olarak tebarüz ettirmektedir.  

 

Oryantalist Söylemin Karakteristik Özelliği

Orient; doğu, doğuya ait, Asyalı, şeffaf,çok parlak… Occident ; Batı,Asya’nın batısındaki ülkeler,özelde Avrupa… Orient-Occident ikili karşıtlığı modern paradigmanın mahiyetine dair çok önemli ipuçları barındırır bünyesinde. Hatta bu paradigmanın hayatiyet kazanması bu ikili karşıtlık sayesinde mümkün olmuştur dersek abartmış olmayız. Sadece coğrafyanın/ mekanın ideolojik amaçlar doğrultusunda araçsallaştırılması değil, aynı zamanda, ilgili coğrafyanın/ mekanın, içinde yaşayanlarla birlikte, karşıtlığı besleyecek şekilde damgalanmasıdır söz konusu olan. Bu damgalama Doğu’yu ilkel/ arkaik/ primitif/dişil/ mistik/ erotik/ egzotik/ masalsı/irrasyonel; Batıyı ise rasyonel/düzenli/medeni/rüşt sahibi/eril olarak kodlar. Yahudi-Hıristiyan referanslar egemendir bu kodlamada. Başka milletlere karşı üstünlük-seçilmişlik anlayışı muharref Yahudilik ve Hıristiyanlıkta baskındır. Yahudilik millilik sınırlarını aşamadığı için dar bir cemaat örgütlenmesi olarak kalırken; Hıristiyanlık, Roma’nın resmi dini olduktan sonra, kendi dışındakileri kendisine benzetmek için zorbalık ta dahil her yolu kullanmıştır. Benzemek istemeyenleri ise ya yok emiş ya da, kendisinden ayrı, gettolarda yaşamaya mecbur bırakmıştır. Gıl Anidjar “ Hıristiyanlık töz komünitesiyle eş zamanlı olarak kan komünitesini icat etmiştir. ”Beşer”i “et ve kan” olarak kavrayışıyla başlayarak, kendisini bir kan komünitesi olarak anlayan ve kavrayan ilk komünitedir” (1) tespitiyle, Hıristiyan olmayanların et ve kan olarak kıymetsiz olduklarına dair itikadi bir gerçekliğe işaret etmektedir. Özellikle 1492 sonrasında başlayan keşif(!) seferlerinde, karşılaşılan toplumlara reva görülen muamele bu itikadın izlerini taşıyor. Amerika’nın-Asya’nın-Afrika’nın-Ortadoğu’nun sömürgeleştirilmesini mümkün kılan bu yaklaşımdır.

 

"AKSA TUFANI"NA SELAM OLSUN

Irkçı-sömürgeci-siyonist İsrail’e ağır bir bedel ödeten, onun kibirli,küstah ve kirli yüzünü yere sürten izzetli direnişçileri alınlarından ve gözlerinden öpüyor, tüm benliğim ve bilincimle her birini ayrı ayrı saygı ve hürmetle selamlıyorum…

Gazze direnişi, Allah(c.c)’a layıkıyla teslim olanların bütün engelleri aşacağının somut örneğidir… Ümmetin ve insanlığın onurunu korurcasına direnen bu aziz beldenin vakur evlatlarına selam olsun…

Irkçı-sömürgeci siyonizmin/emperyalizmin sergilediği barbarlık-vahşilik şaşırtıcı değil… Onlar karakterlerinin gereğini yapıyorlar…

Fakat kendisini İslam’a nispet ettiği halde direnişi küçültmeye, tahkir ve tezyif etmeye, komplocu yaklaşımlarla kirletmeye, kriminal ve terörist bağlama hapsederek yargılamaya çalışan Müslümanların tutumu şaşırtıcı (hatta utanç verici)… Bu tutum Judeo-Hıristiyan referanslı modern paradigmanın kavramsal ve kurumsal tahakkümüne razı olmanın, onun epistemolojik emperyalizmini içselleştirmenin, sömürgeci-ırkçı-pozitivist perspektifini kanıksamanın,hasılı kelam, zihinsel sömürgeleşmenin sonucudur… 

Gazze’nin asil ve onurlu direnişi, Avrupa'nın yerelliğini insanlık ailesinin tek makul seçeneği olarak küreselleştirmek isteyenleri şok etti ve insanca yaşamak isteyenler için yegane istinatgahın aziz İslam olduğunu (bir kez daha) izhar etti...Gazze sadece Müslümanlara değil, insanlık ailesine de, anti-emperyalist/anti-siyonist bir bilinç aşılayarak, onurlu/izzetli bir hayatın imkanını öğretti/ öğretiyor…

Gazze direnişi vesilesiyle modern Firavunların/Calutların nasıl mağlup edileceğini, onların güçlerinin aşılamaz olmadığını, hakkıyla iman edenlerin örgütlü birlikteliği sayesinde tüm mütehakkim zümrelerin/sistemlerin yerle bir edilebileceğini yakinen müşahede ediyor insanlık…

Şimdi asıl konuşulması gereken şey Judeo-Hıristiyan referanslı modern paradigmanın kavramsal ve kurumsal hegemonyasından kurtuluş yollarıdır…Sistem içinde kalarak (sistemin uygun gördüğü muhalefet unsurlarını kullanarak) çözüm aramak değil…

İlahi vahiy bilgisi, nübüvvet pratiği ve bu bilgi-pratikle mütenasip geleneksel birikimi referans alarak örgütlü birliktelik inşa etmek suretiyle tarihe tanıklık etmenin tam zamanıdır...Kokuşmuş ulus-devlet retoriği,pörsümüş uluslar arası ilişkiler literatürü insanlık ailesinin hayrına değil... Bu retorik ve literatür sadece zalimlerin hukukunu koruyor...

Nehrin suyundan fazla içenlerin (dünya lezzetlerine meftun olanların, sömürgecilerin çanağını yalamaktan haz alanların,karnı tok köle olmayı meşakkatli özgürlüğe tercih edenlerin) dizlerinin bağı çözüldü… Onlar Calut’un (ırkçı-sömürgeci siyonizmin/emperyalizmin) mağlup edilemeyeceğine inanıyor… Aşağılanarak yaşamayı izzetli ölüme yeğledikleri için haysiyetli bir yarınları olmayacak... Oysaki hayatı anlamlı kılan şey direniştir...

 

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

Malik B. Nebi'nin "Çağa Tanıklığı" ve Sömürülmeye Elverişli Kültürün Karakteristiği

Burjuva Protestan kültür kodlarından esinlenen modern paradigmanın hegemonyasında şekillenen son dört asırlık tarih, bilinen insanlık tarihinin doğal tekamülünün bir sonucu değil, bilakis büyük bir sapmanın/inhirafın tarihidir. Felsefenin/hikmetin klavuzluğunu reddeden bu sapma, araçsal-seküler aklı öne çıkararak insanın ve doğanın mahvına giden yolun köşe taşlarını döşedi. Araçsal-seküler akıl sayılabilir ve ölçülebilir olana odaklandı, kesinlik iddialı çözümlemeler yaptı, evreni ve insanı matematiğin-fiziğin diliyle okudu… Madde ile mananın, ruh ile bedenin, dünya ile ahiretin, fizikle metafiziğin arasını ayırdı ve bunları birbirinden bağımsız unsurlar olarak kodladı. Bilgiyi güçle eşitleyerek, tahakküm-sömürü aracı olarak kullandı. Avrupa merkezci gelişen bu yeni (modern) süreç , sadece ortaya çıktığı coğrafyayla sınırlı kalmadı. Dünyanın geri kalanını da kendisine benzetmek için oldukça sistematik ve barbarca bir sömürgeleştirme stratejisiyle hareket etti. Kendi büyük sapmasını başka uluslara da dayattı. Çünkü başka türlü hayatta kalması mümkün değildi. Çirkinlik-kötülük ne kadar yaygınlaşırsa o kadar normalleşirdi. Avrupalı beyaz adam da kendi sapkınlığını görünmez kılmak için,sapkınlığı küreselleştirmeyi tercih etti. Bunu büyük oranda başardı da…