okumali

Üye Girişi

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün293
mod_vvisit_counterDün441
mod_vvisit_counterBu hafta1703
mod_vvisit_counterBu ay6502
mod_vvisit_counterHepsi1847282

Kimler Sitede

Şu anda 8 ziyaretçi çevrimiçi

Akif'i Unut(tur)arak İslamcılıktan Teberri Etmek

 

Yakın tarihimizin en dikkat çeken simalarından biridir Mehmet Akif Ersoy. Gerek mücadelesi gerekse yaşantısıyla hak eder bu dikkati. En ateşli muarızları dahi hakkını teslim etmekten imtina etmez. İtikadına olan sadakati, hayatının bütün evrelerinde barizdir. İslamcıdır Akif…Hem de tepeden tırnağa kadar…Unutulmaya terk edilmesinin esas sebebi de (kanaatimce) budur.İslamcılığın 20.yüzyıla tevarüs eden birikiminin sadık bir mümessili olarak, Jön-Türk/İttihat terakki çizgisinin Batıcı perspektifine karşı tavır almıştır.Çile dolu hayatının en muhataralı dönemi başlar böylece.Sükut içinde ölene kadar sürer bu dönem…İstiklal Harbi’nin manifestosu olan marşı yazmış olması bile Akif’i kurtar/a/maz .O artık sadece senede bir iki kere anma törenlerinde ya da miting meydanlarında popülist politik söylemin dolgu malzemesi olarak hatırlanan biridir. Sanki karanlık bir el Akif an(laş)ılmasın diye uğraşmaktadır. Törensel/folklorik nümayişlerle, güya,Akif’e vefa borcu ödenmiş olmaktadır.Oysa ki tam da bu nümayişlerdir Akif’i anlaşılmaz kılan… Bir şey ki törenselleşmiştir, artık o şey, içeriğini kaybetmiş demektir. Hem Akif hem de İstiklal Marşı için durum tam olarak budur. Hayatı şiirle yorumlayan, şiirle düşünen, şiirle isyan eden, şiirle direnen istisnai bir şahsiyet olarak Akif her zamankinden daha çok, şimdilerde hakkıyla anlaşılmayı ve gündemleştirilmeyi bekliyor. İmparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinin sancılarını yakinen müşahede etmiş ve varlık-yokluk savaşı verdiğimiz yıllarda direniş saflarındaki yerini almış, özellikle de tefrikanın tarumar edici doğasına karşı müteyakkız bir bilincin inşası uğrunda ceht etmiş ateşli bir İslamcı olarak Akif’ten öğrenecek çok şey var…

 

Bir Islahat Düşünürü Said Halim Paşa

Bir ıslahat düşünürü, sadrazam, Mütefekkir Said Halim Paşa'nın hayatı, düşüncesi ve eserlerinin anlatıldığı Ketebe Yayınları'ndan çıkan Vahdettin Işık hocanın kitabını okudunuz mu? Okumadıysanız okumak için birçok nedeniniz var.
 ‘’Buhranlarımız’’ adlı eseri ile tanıdığım Said Halim Paşa’nın yaşadığı dönemle ilgili tespitlerini yıllar evvel okumuştum, çok hoşuma gitmişti. Hatta arkadaşlarımla bu kitabı müzakere ederken ‘’ Tarihleri kaldırırsak sanki bugünkü halimizi anlatıyor’’ diye bir tespitimiz olmuştu. Vahdettin Hoca’nın kitabını okuduktan sonra Said Halim Paşa’ya olan hayranlığım iyice arttı.
Döneminde yenilgi psikolojisinin sarmalındaki aydınların birçoğu yüzlerini batıya dönmüşken, onun sükûtu, netliği ve kendi değerlerinden kuşku duymayan özgüveni, inançlarına olan sadakati günümüze bile çok büyük dersler veriyor. 1400 yıllık İslam tecrübesinden faydalan(a)mayan, biraz daha yakın zamana gelirsek Gazali’yi, İbn-i Rüştü’yü tanımayan, İbn-i Haldun’un tecrübesinden faydalanmayan, Yunus Emre’yi bilmeyen Ahmet Cevdet Paşa okumayan bir zihin nasıl başarılı olabilir? Bu meyanda, bu eser aslında gençlere ve kendini genç hissedenlere kapılar aralıyor.
Said Halim Paşa sürgündeyken bile ümitsizliğe kapılmamış ki zengin bir ailede büyümüş, hep zengin ortamlarda bulunmuş birinin ümitsizliğe kapılmaması aslında çağımıza taşımamamız gereken önemli örneklerden biridir.
Paşa, insanın vazife üstlenerek yetkinleşeceğini, mutluluğun gerçek değerinin herkesin görevini isteyerek ve severek yerine getirirse ortaya çıkacağını savunur.  Müslümanların özgür olmalarının onların vazifesi olduğunu üstüne basa basa vurgular. O, şehit edilmeden önce İtalyan bankalarından borç alıp Milli Mücadele’ye katkıda bulunmak için çırpınan bir yürektir.  Söyledikleriyle yaşadıklarının ayniliğini, mücadele dolu yaşamı kanıtlar. 

 

Derkenar (24)

Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce ansiklopedi serisinin 10.cildi birkaç ay önce “feminizm” başlığıyla yayınlandı. Böylece Osmanlı’dan günümüze kadar feminizm hakkında konuşulanlar ve yazılanlar derli toplu bir muhtevaya kavuşmuş oldu. Yaklaşık 900 sayfalık bu çalışmanın, son yıllarda daha da artan feminizm odaklı tartışmalara önemli ölçüde katkı sağlayacağı söylenebilir. Kamuoyuna yansıyan boyutlarıyla oldukça yüzeysel bir bağlamda yapılan bu tartışmalar, umulur ki, daha niteliksel bir çerçevede gerçekleşir. “Aşmak için anlamak şart” ilkesi gereğince, özellikle de kendisini İslamcı havzada konumlandıran yapıların/hareketlerin bu eseri enine boyuna tartışması, feminizm ideolojisine ilham veren değer sistemini(paradigmayı) anlaması, kavramsal çerçevesini (örneğin “eril faillik”,”hegemonya”,”patriyarka”,”heteronormatif”,”ev içi emek” vs.) öğrenmesi ve ardından vahiy ve nübüvvet bilgisinden ilham alarak bu ideoloji hakkında beyanda bulunması, tabiri caizse put kırıcı bir söylemin mümessili olması, gerekir diye düşünüyorum.

Eserin giriş bölümünde 1918’de Mükerrem Belkıs’ın feminizm hakkında “en vasi cereyan” ifadesi dikkat çekiyor. Hatta Belkıs,döneminin en popüler ideolojisi olan sosyalizmin bile feminizm kadar vasi olmadığını öne sürüyor ve feminizmin “haksızlığı,müsavatsızlığı ve biçareliği kaldırarak…..ailelerde samimi bir muvazenet tesis etmek emelinde olduğunu” söylüyor.

Osmanlı’da feminizm sözcüğünün ilk kullanımı için,kesin olmamakla birlikte, 1899 tarihi veriliyor.1895-1908 arası yayınlanan “Kadınlara Mahsus Gazete” bu cereyanın(muhtemelen) daha önce de bilindiğini ve fakat ortaya çıkma fırsatı bulamadığını gösterir. Cumhuriyet modernleşmesinin ideolojik mimarı Ziya Gökalp’in(ki Mustafa Kemal “düşüncelerimin babası” Ziya Gökalp; “duygularımın babası” ise Namık Kemal’dir der.) “Türkçülüğün Esasları” adlı eserinde Türklerin “milli hars”ının zaten demokratik ve feminist karakterde olduğuna dair iddiası, feminizmin (dönem itibariyle) ne kadar etkili bir cereyan olduğunu göstermesi bakımından manidardır.

Ancak ilginçtir sosyalist çizginin feminizme öncülük etmeye başladığı 1970’li yıllardan sonra Cumhuriyetin elitist/kentli/üsttenci ve en önemlisi de Türkçü feminist çizgisi sorgulanmaya başlar. Seküler Kürtçü siyasal dilin mevzi kazanmasıyla birlikte “jineoloji(kadın bilimi)” adı altında çalışma başlatılır ve bu çalışma hem Gökalp’in doktrine ettiği Türkçü feminist dilin hem de Avrupamerkezci söylemin etkisinden kurtulmayı hedefler. Bunun için de Mezopotamya mitoloji kültüründen ilham almaya çalışır. Bir anlamda Dıpesh Chakrabarty’nin “Avrupayı Taşralaştırmak” düşüncesinden esinlenir.

Nasıl ki Gökalp, Türk milli harsının karakteristiğine vurgu yaparken müşrik Türk atalarından yardım aldıysa (aynısını) seküler Kürtçülük Mezopotamya’nın müşrik kodlarından “yüce kadın imgesi” türeterek yapmaya çalışır. Her iki yaklaşım da İslam’ı dışarıda tutmaya ve sadece bir kültür bileşeni olarak kabul etmeye yatkındır. Gökalp’ten ilham alan Cumhuriyet modernleşmesinin Türkçü kodları tarafından felç edilen zihinlerimiz, şimdi de Mezopotamya’ya has Gılgamış Destanı’ndaki erilliğin timsali tanrı Enkidu ile dişilliğin timsali tanrıça İnanna(İştar) arasındaki kavgadan ideoloji türetenler tarafından işgal edilecek.

Mübarek İslam’ın mükerrem öğretisinden ilham almak dururken, müşrik ataların tuğyanını allayıp pullayarak bu ülkenin Müslüman halkının zihinlerini kadavralaştıranlara karşı esaslı bir ilmi/entelektüel söylem ve bu söylemle mütenasip eylemlilik şart. Bunun yolu da vahiy ve nübüvvet bilgisinden ilham almaktan geçiyor.

 

28/01/2021

Kamil Ergenç

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

Gösterişli Yalanlarla Barışık Yaşamak

Türkiye üniversite/akademi havzası, henüz, epistemolojik ve metodolojik bağımsızlığını elde edemediği için, son birkaç yıldır, özellikle sosyoloji ve ilahiyat fakültelerinin ilgi alanına giren konular bağlamında, Türkiye kamuoyuna iki gösterişli yalan (dolması) yutturulmaya çalışılıyor. Bu yalanlardan birincisi “Z Kuşağı” klişesi adı altında yeni bir “tür” le karşı karşıya olduğumuz gerçeğini kabul etmemizi istiyor. Bu yeni “tür”ün öncekilerden (yani x ve y kuşağından) oldukça farklı ve hatta bağımsız olduğunu görmemiz ve onlara karşı tutum/tavır ve tarzımızı (bu gerçeğe göre) belirlememiz gerektiğini iddia ediyor. Modern sosyolojinin çizdiği kavramsal çerçeveye sadık kalmamız salık veriliyor ve bilimsel bilginin de bu kategorik ayrımı desteklediği savı öne sürülüyor. İnsanlık tarihini kategorik ayrımlara tabi tutarak çözümleme çabası modern sosyolojinin alamet-i farikası olduğu için X,Y,Z kompartımanlarından oluşan bu yeni tür çözümlemeye şaşırmıyoruz…19.yüzyılın ünlü pozitivist kuramcılarından Augouste Comte da toplumların tarihsel serüvenini üç aşamalı olarak yorumlamıştı. Bu “üçlü” yorumlama çabasının “teslis”ten ilham aldığını söylemek mümkün… Modern paradigmanın bütün kavramları, Hıristiyan teolojisinin izlerini taşır. Başka türlü olması da mümkün değildir. Çünkü modernite Hıristiyanlık içi kavganın sonucu olarak tabarüz etmiştir ve tepeden tırnağa Protestan kültür kodlarını havidir. Bu kodlar modern disiplinlerin hepsine nüfuz etmiştir. Özellikle de sosyal ve siyasal bilimler olarak adlandırılan disiplinlerin ( ve bu arada sosyolojinin) temel amacı, Protestan burjuva uygarlığının tarihsel tecrübesinin insanlık ailesi için “kaçınılmaz” olduğunu ispatlamaktır. “Beyaz adamın” üstünlüğünü merkeze alan bu yaklaşım, Avrupadışı toplumların ancak Avrupa’nın geçirdiği evreleri tecrübe ederek kıvama geleceklerini, aksi taktirde tarihin arka odasında ya da çeperinde kalmaya mahkum olacaklarını içkindir. Az gelişmiş-gelişmekte olan-gelişmiş kategorilerinde(ki yine üçlü tasnif söz konusudur) de görüleceği üzere “gelişmiş olan” ( ki o beyaz adamdır) kendisinden sonraki basamaklarda kimlerin olacağına karar verendir. Tanımlama hakkını elinde tutuyor olmasından dolayı kendisini “özne” kendi dışındakileri de “nesne” olarak konumlandırmıştır. Dolayısıyla (bugün itibariyle) sosyoloji disiplininden ilham alarak sağlıklı bir Türkiye toplumu analizi yapılamaz ve nitekim yapılamıyor.

 

Derkenar (25)

Bütün üniversiteleri Avrupamerkezci bilgi (ki bu bilgi seküler/ırkçı/pozitivist ve sömürgecidir) tarafından ele geçirilmiş (fethedilmiş de diyebiliriz) bir ülkede, rektör ataması üzerinden süregiden tartışmalar, Türkiye’deki ilmi-entelektüel-akademik çölleşmenin/çoraklaşmanın/düzeysizliğin/ufuksuzluğun ve en önemlisi de “madunluğun” ürkütücü boyutlara ulaştığını göstermesi bakımından manidardır. Gerek muhafazakar/milliyetçi/maocu kokuşmuşluk, pespayelik ve kepazelik düzeninin bani ve mümessilleri;gerekse de onlara muhalif(miş) gibi yapan, ama aslında bu ülkede aziz,mükerrem ve mübeccel İslam’ın put kırıcı,devingen ve inkılabi öğretisinin makes bulmasını engellemek için misyon üstlenmiş olan, (tüm bileşenleriyle) liberal/sol/kemalist hınç ve huşunet siyasi kültüründen ilham alan zavallılar, (dar-ül İslam) olan bu aziz ülkenin üniversitelerinde neden vahiy ve nübüvvet bilgisinin meşruiyetinin olmadığına ve/veya Avrupamerkezci bilgiyle barışık yaşamanın ne anlama geldiğine dair,ima yoluyla bile olsa,söz söyleyemiyor. Beyni dağlanmış olanlardan böyle bir beklenti içinde olmak anlamsızdır biliyorum. Derdim odur ki, bu ülkenin muteriz genç kuşakları, yakın geçmişte olduğu gibi, şimdi/ler/de de, siyasal tercihlerini kokuşmuşlukla sığlık arasında yapan politik figürlerin muzaffer gelecekleri için kendilerini heder etmesinler. Hamasi, popülist ve vülger siyasal dilin manipülasyon nesneleri olmasınlar… Zihinleri felç olmuş,algıları kireçlenmiş,gözleri ve kulakları perdeli, kalpleri tedebbür etmeyi terk etmiş olanların izlerini takip etmesinler… Mübarek İslam’ın put kırıcı öğretisinin mübelliği ve mübeşşiri cenab-ı peygamberin(s.a.v) izinden ayrılmasınlar… Bu izi onlara İslamcı ekol gösterebilirdi. Fakat bu ekol de bir süredir düzenli olarak aldığı muhafazakarlık/milliyetçilik ve ulus-devlet realizmi “zehirleri” nedeniyle yoğun bakım odasında can çekişiyor. Bu nedenle genç kuşaklar kurtuluşu protestan burjuva uygarlığının değer sisteminde arıyor… 19.yüzyılda “uygarlık misyonu”,20.yüzyılda “demokrasi ve insan hakları” klişeleriyle halklarımızı ayartan beyaz adam, 21.yüzyıl için “cinsel özgürlükler” klişesini üretti ve ayartmaya devam ediyor. Üniversitelerimiz epistemolojik ve metodolojik bağımlılıktan kurtulamadıkları, yani özellikle sosyal ve siyasal bilimler alanlarında vahiy ve nübüvvet bilgisinden ilham alan bir bilgi sistemi ve usul disiplini inşa edilemediği sürece, istersek bütün üniversitelere “molla rektör” atayalım , sonuç değişmeyecektir…

 

09/02/2021

Kamil Ergenç

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

Şirketokrasi Çağında Yeni Bir Siyasal Dil İnşasının Zaruretine Dair

21.yüzyılın ilk çeyreğini neredeyse geride bırakırken, kapitalist/neo-liberal dünya düzeni yeni bir ambalajla insanlığın karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Hatta (hazırlanmak ne demek) çıktı bile diyebiliriz. Liberal demokrasiyi tarihin son noktası olarak tanımlayanlar,aslında, şirketlerin egemenliğinde şekillenen 21.yüzyıl için ipucu vermişlerdi. Onlar liberal demokrasinin zaferini ilan ederken bir yandan Batı dışı toplumların dünyaya söyleyebilecek sözleri olmadığını (zımnen) dile getiriyor; diğer yandan ise kapitalist/neo-liberal değerler sisteminin ulviliğine dair farkındalık oluşturmak istiyorlardı. Bu konuda başarılı oldukları söylenebilir…20.yüzyılı, özellikle de ikinci dünya savaşı sonrasında, demokrasi ve insan hakları klişeleriyle oyalanarak geçiren toplumlar, 21.yüzyılın şirketlerin egemenliğinde şekillendiğini ve “şirketokrasi” nin tarih sahnesine (güçlü bir şekilde) çıktığını görmenin hayal kırıklığını yaşıyorlar mıdır acaba? Pek sayılmaz… Küreselleşme realitesi tarafından esir alınan, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu uluslar, hızla yeni dünya düzenine ayak uydurmaya çalışıyor… Özellikle de, istikballerini bu düzenin sorunsuz işleyişinde görenlerin keyfine diyecek yok… Onlar karlarını maksimize etmek için mustazafların nasıl daha profesyonelce sömürüleceğini dair uzman(bilimsel de diyebiliriz) yardımı almakla meşguller… İdeolojik rehberleri olan Amerikan müesses nizamının(WASP),başkan değişimi münasebetiyle dünyaya verdiği mesajı iyi anlamış olmalılar ki,şirket egemenliğini takdir ve tebcil eden bir yaklaşımın ikamesi için azami gayret sarfediyorlar. İkame etmeyi planladıkları bu yaklaşım,konfor alanına halel gelmemesi koşuluyla hangi değer sisteminin/paradigmanın egemenliğinde yaşadığını sorun etmeyecek bir toplumsallık inşa etmeyi de içeriyor. Siyasal/bürokratik/entelektüel alanlarda paranın/kapitalin belirleyici ve tayin edici olduğuna dair vaazlarıyla maruf olanların çoğalmasını bu bağlamda değerlendirmek mümkün.Kamuoyunu ziyadesiyle etkileme kapasitesine sahip olması bakımından ayrıcalıklı konuma sahip olan siyasal alanın,insanı “homo economicus” katında sabitleyen perspektif tarafından etki altına alınabiliyor olması (herhalde) Türkiye’nin en büyük talihsizliklerinden biri… Fakat şaşırmıyoruz!Çünkü yaklaşık yetmiş yıldır (NATO aracılığıyla) Amerikan müesses nizamının rehberliğinde şekillenen akademik/siyasi/iktisadi havzalar aracılığıyla halkımız bir yandan sindirilirken diğer yandan azdırıldı… Kapitalin kutsallığına,belirleyiciliğine iman eden sağ ve sol ideolojilerin tasallutu altında kalmanın sancılarını daha uzun yıllar çekeceğiz gibi görünüyor. “Karnı tok köle” olmayı özgürlüğün acı dolu ve riskli doğasına tercih etmenin daha efdal olduğunu öğütleyenler,köşe başlarını tutmuş vaziyette.

 

Anlam ve Varlık Boyutuyla İnsan

Prof. Dr. Gürbüz Deniz  

DİB Yayınları – 2015

120 sayfa

 

Dört bölümden oluşan, hacmi küçük, ama konusu büyük olan bu kitap, insan varlığını vahyin ışığında, felsefi bir derinlikle ele alırken, fıtratın saflığı ve vicdanın sağduyusunu, duru ve anlaşılır bir dille muhatabına ulaştırma çabasından da geri durmuyor.

Birinci Bölüm: İnsan ve Anlam Boyutları

Alemde her şeyin İnsan için yaratıldığı vurgusu ile konuya giriş yapıldıktan sonra, kelimenin iki kök manası, ünsiyet/ yakınlık kurma ve nisyan/ unutma anlamları üzerinde durulurken, sözcüğün insanın iki farklı, kısmen de zıt yönüne işaret etmesinin altı çiziliyor.

Ünsiyet; yani hemcinsleri ve kainatla uyumlu olma haliyle, nisyan; yani unutan, uzaklaşan, kavga edip kan döken bir varlık olarak insan…

Yazar, Gazali'nin, "İnsan, düşünen ve ölen bir canlıdan ibarettir" tanımından hareketle bir dünya tasavvuru çizerek, özellikle modernitenin ölümden kaçmak, ebedi yaşamak arzusu ve cenneti bu dünyada var kılmak gayesiyle yeryüzünü cehenneme çevirmeleri arasındaki yakın ilişkiye değinide bulunuyor. Ölüm ve hayatın iç içe olmasıyla ancak dengenin sağlanabileceğini, Hz. Adem'den bu yana içimize yerleştirilen sonsuz yaşama arzusunun ahirette gerçekleşeceğini, sağlıklı bir çözümün bu düşünme tarzı ile hayat bulacağını belirtiyor.

Ben idraki ve anlamının bilmek ile olacağını, kendini bilenin, alemi ve Allah'ı bilebileceğini, bunun bir dini gerektireceğini, bir dinin üstünlüğünü belirleyen ölçünün ise, insanlığın kabiliyetlerinin tamamına ve çoğunluğuna anlamlı hitap edebilme yeteneği olduğu belirtiliyor.

Doğarken oldukça aciz olan insan, Allah'ın verdiği yetenekleri aktif hale getirmek suretiyle, yaratılmışlar arasında en güçlü hale gelebilmektedir.

İnsan, insanlık ve insaniyet kavramları; ilki fert olarak insan, yani şahsına münhasır kişiyi, ikincisi tümel anlamıyla bir soyutlama olup Hz. Adem'den son insana kadar tüm insan bireylerinin alt ve üst varoluş sınırlarını belirler. Bu durumda ferdin insanlığı bilmesi demek haddini bilmesidir. İslam’da istişarenin kaynağı ve önemi bu insanlıktan pay alma idealinde yatar. İnsaniyet ise hem insanlık hem de insan bireyinin yalnızca ahlakiliğini ifade etmede anlam bulur tespitleriyle yazarımız bütüncül bir anlam zinciri sunuyor.

 

Bütün Yönleriyle Seyyid Kutub

 

Yazar: Prof.Dr.İbrahim Sarmış

Yayınevi : Fecr Yayınları Ekim 2018

552 sayfa

Tanıtacağımız kitapta İslam dünyasının son dönemlerde yetiştirdiği en büyük alim, mütefekkir ve dava adamlarından olan Seyyid Kutub, tüm yönleri ile kapsamlı bir şekilde, yazarımız İbrahim Sarmış tarafından ele alınmaya çalışılmıştır.

Birinci Bölüm:

Bu bölümde Kutub'un içine doğduğu zaman dilimindeki Mısır'ın siyasi, sosyal ve kültürel durumu çok özet olarak dile getirilirken, ülkenin İngiliz emperyalizminin etkisi altında Krallık yönetimindeki kötü yönetimine ve bu süreçte ki bir takım sosyal, milliyetçi ve siyasi hareketliliklere değiniliyor. Müslüman kardeşler teşkilatının kurulması, siyonist işgal devletinin ortaya çıkması ve Hür Subaylar Darbesi’yle krallığın sona ermesi birer cümle ile zikrediliyor. Aynı dönemdeki eğitim ve kültürel alanda öze dönüş ve eğitimin ıslahı girişimlerindeki başta Muhammed Abduh olmak üzere bir takım alim ve düşünürlerin isimleri kayda geçiriliyor.

İkinci bölüm:

Kutub'un hayatının ve eğitim sürecinin anlatıldığı bu kısımda, Mısır'ın güneyinde bulunan Asyut'a bağlı, bir köyde doğan Kutub'un, dindar bir ailedeki çocukluk dönemi ve Kuran'ı hıfzetme süreci anlatılıyor.

İlkokuldan sonra eğitim için Kahire'ye giden Kutub öğretmen okulunu bitirdikten sonra iki yıllık bir öğretmenlik yapıp sonrasında Kahire Üniversite Daru-l Ulum fakültesine girip eğitimini tamamlar.

Üniversite sonrası gazetelerde yazı yazmaya başlamışken Dimyat'a ortaokul öğretmeni olarak atanır.

Daha sonra milli eğitim bakanlığında göreve başlar buradaki görevini sürdürüken Amerika'ya araştırmacı olarak gönderilir.

Kutub daha öğrencilik yıllarında düşünce hayatı ile yakın bir temasta bulunma imkanı elde etmiştir. Edebiyata büyük bir ilgi duymaktadır. Bu dönemde kendi ifadesi ile müridi olacağı kişi Abbas Mahmud El-Akkad'dır. Uzun süre edebiyat üzerine Akkad ekolü çizgisinde yazılar yazar ve onu muhafazakar muhaliflerine karşı şiddetle savunur.