okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün374
mod_vvisit_counterDün535
mod_vvisit_counterBu hafta2319
mod_vvisit_counterBu ay7118
mod_vvisit_counterHepsi1847898

Yahya Kemal,Hayatı ve Fikirleri

Yahya Kemal 2 Aralık 1884'te Üsküp'te doğmuştur. Babası Nişli İbrahim Naci Bey, annesi Leskofçalı İsmail Paşazade Bey'in kızı Nakiye Hanımdır. Asıl adı Ahmet Agah'tır. İlk tahsiline Üsküp'teki Yeni Mektep'te başlamıştır (1889), daha sonra Mektep-i Edeb'e girer (1892), orta öğrenimine Üsküp İdadisi'nde başlar (1895). Selanik'e taşınırlar ve Selanik İdadisi'ne devam eder (1897). Aynı yıl annesinin ölümü üzerine Üsküp'e dönerler. Yahya Kemal, üvey annesi ve babası arasındaki geçimsizlikten dolayı istanbul'a gönderilir (1902). Yıl ortası olduğu için İstanbul'da bir okula kayıt olamaz ve boşta kaldığı bu sürede devrin siyasi akımlarına yaklaşır.

Üsküp'te Ragıb Efendi ile tanışır. Bu zat ona tarihi ve Jöntürkler'i anlatır. İstanbul'da da hayatının rotasını Paris'e çevirecek olan Şekip Bey ile tanışır. Şekip Bey ordudan atılıp Paris'e kaçmış bir Jöntürk'tür. Avrupalı filozofların fikirlerinden ve Paris'ten hayranlıkla söz eder. Ona göre en büyük medeniyet Avrupa medeniyetidir, müslümanlığa ve Türklüğe düşmani hislerle yaklaşır. Bir gencin yapması gereken tek iş, bir yolunu bulup Paris'e kaçmak olmalıdır. Şekip Bey'in Yahya Kemal'in hayatındaki yeri bu bakımdan mühimdir.

İmparatorluk çöküşe doğru hızla yol alırken alafranga neslin bütün çocukları gibi, geleceğin büyük şairi Yahya Kemal de garip bir Paris sevdasına yakalanır. Temmuz 1903'te Paris'e kaçar. Bir müddet tahsilden uzak olarak Jöntürkler arasında yaşar. Fransızcasını ilerletmek için Meaux Koleji'ne gider, Paris'te Sciences Politiques'in Dış Siyaset şubesinde eğitime başlar. Bu yılları tarih merakının, tarih şuuruna dönüşmesi açısından önemli olacaktır. Bu sırada siyasi ve edebi çevrelere girer, devrin bir kısım yazar ve politikacılarını tanır ve böylece hareketli hayatı başlamış olur.

Yahya Kemal birçok avrupa ülkesinde bulunur. Daha sonra herhangi bir diploma sahibi olmadan fakat zengin bir sanat ve tarih kültürüyle İstanbul'a döner (1912). Daru'ş-şafaka Mektebi'nde, Medrestu'l-vâizîn'de, Heybeliada Bahriye Mektebi'nde ve Daru'l-funûn'un edebiyat şubesinde Tarih, Medeniyet Tarihi, Garp Edebiyatı ve Türk Edebiyatı dersleri verir. Lozan Barış Müzakereleri'ne müşavir delege olarak katılır (1922). Yurda döndüğünde II. Dönem Urfa mebusu olarak TBMM'ye girer. Varşova, Madrid, Lizbon gibi şehirlerde orta elçi vazifesinde bulunmuştur.

1933'te memlekete döner. Aynı yıl Yozgat Mebusu olarak tekrar TBMM'ye girer. Ardından Tekirdağ ve İstanbul mebusluğu yapar. Yahya Kemal Pakistan'ın ilk Türk Büyükelçisi olmuştur (1947). 1949'da emekli olup yurda döner. Sık sık sağlığı bozulan Yahya Kemal, bu tarihten sonra Paris'e gider fakat iyileşemez. 1 Kasım 1958'de Cerrahpaşa Hastanesi'nde vefat eder. Mezarı Rumeli Hisarı Kabristanı'nda bulunur.

Yahya Kemal'in şiire karşı ilgisi henüz Üsküp İdadisi'nde okuduğu yıllarda başlar. Bu yıllarda Abdülhak Hamid, Muallim Naci, Ziya Paşa gibi isimlere ilgi duyar ve divanları okumaya başlar. Hatta Esrar mahlası ile şiirler yazar. Paris'e gitmeden evvel Cenap Şehabettin'i ve Servet-i Fünûn'un genç şairlerini tanır, çeşitli edebiyat ve musiki meclislerinde bulunur. Bu yıllarda İrtika ve Ma'lûmat dergilerinde Agâh Kemal imzası ile şiirleri bulunur.

Yahya Kemal'in gerek sanat ve Edebiyat gerekse tarih görüşlerinin teşekkülünde Paris'te geçirdiği dokuz yılın büyük rolü olmuştur. Bu yıllarda birçok düşünce akımına ait edebi eseri inceleme fırsatı bulmuştur. Fransızlar'ın tarihi, edebiyata nasıl aksettirdiklerini incelemiştir. Albert Sorel ve Camille Julien'i takip etmiş, evlerindeki sohbetlere katılmıştır. Böylece Servet-i Fünûn şiirinden uzaklaşmış, yeni ve sade bir şiir dili kurmak istemiştir. Ona göre Divan şiiri yeniden diriltilmeli, ondan saf ve pürüzsüz mısralar elde edilmeliydi.

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ifadesiyle; "O bizim ilk ve hakiki edibimizdir", onu büyük kılan unsurların yanına onun tarih anlayışını da koymak gerekir. Yahya Kemal'in tarih anlayışı için de bir çıkış yolu vardır. Bu konuda Paris'te, hocasının sözü ona yeni bir ufuk açar; "Fransa toprağı, bin yılda Fransız milletini yarattı". Yahya Kemal; "Bu cümle benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dair dağınık düşüncelerimi birden bire yeni bir istikamete sevketti" der ve sürdürür; "... çünki bu cümle kafama birdenbire yeni bir ufuk açmıştı. Artık milletimize dair fikirlerim bu cümlenin ilham ettiği noktada birleşiyordu".

Albert Sorel Yahya Kemal'e bir gün; "Bilir misiniz ki henüz iki şey tamamıyla keşfedilmiş değildir: Coğrafya'da Kutup ve Tarih'te Türk" der. Bu ifadeler şair üzerinde büyük tesir uyandırır, mukayese yoluyla kendi tarihimiz üzerinde düşünmeye başlar. Rum ve Bulgar milliyetçilerinin Avrupa'daki faaliyetlerinin asıl hedefinin II. Abdülhamid'i yıkmaktan ziyade devleti parçalamak olduğunu hatta Jöntürkler'in de bilerek veya bilmeyerek onların emellerine hizmet ettiklerini fark eden Yahya Kemal'in kafasında "Birileri yıkmak istediğine göre demek ki bir vakıa var; bu nasıl millettir? Mazisi nedir?" şeklinde sorular belirir. Bu noktadan itibaren artık Yahya Kemal'de şuurlu ve metodlu bir biçimde Türk tarihine yönelme olur.

Ziya Gökalp gibi ırkî değerlere yönelmek yerine o, milli tarih kavramını nihaî vatan edinilen topraklar üzerinde başlatmış olur. Türklerin Anadolu'ya gelişinden sonraki yeni medeniyeti ve bu medeniyeti meydana getiren unsurları tanımak ister. Bu duygularla Türkiye'ye döner ve Türk Klasik Devri'nin sesiyle örnekler vermeye başlar. Eski Şiirin Rüzgarıyle kitabındaki şiirlerin büyük bir kısmı bu yılların arayışıdır. Peyam-ı Edebî, İleri, Tevhîd-i efkâr, Pâyitaht, Yarın gazetelerinde tarih ve edebiyata dair makaleler yayımlar. Milli Mücadele hareketini bu gazetelerde ve Dergâh Mecmuâsı'nda çıkan yazılarıyla destekler. Bu yazıları Edebiyata Dair ve Eğil Dağlar adlı eserlerde bulunmaktadır.

Milli tarihin başlangıcı, Yahya Kemal'e göre 1071 Malazgirt Savaşıdır. Gerek şiirlerinin gerekse nesirlerinin muhtevasındaki temel fikir Türk milletini vücuda getiren kıymetlerin, bin yıllık bir zaman içinde vatan toprağında kan, ter ve gözyaşı ile yoğrulmasından doğuşudur, coğrafya ırkı şekillendirmiştir. Kadın ve aşk temalı şiirlerinde dahi milli sanat ve milli değerler iç içe yer alır.

Peki neden Türk tarihini 1071'den başlatır? Bizat kendi sözleri ile bu hususu şu şekilde açıklar: "Bir milletin teşekkülünde en büyük rolü oynayan vatan toprağı imiş. Benimsenilen yeni vatan er ya da geç yeni bir vatan meydana getirirmiş" ancak bu sözleri ile Türk tarihinin bundan evvelki kısmını yok saymaz. Malazgirt'e kadar ve ondan sonrası olmak üzere olmak üzere ikiye ayırır, mühim olan ise ikincisidir. Çünkü bu tarih eski Orta Asya topraklarından ayrı ve yeni bir vatanda, yeni bir coğrafya kaderinde meydana gelmiştir. Yeni tarihte başta Türklük, İslam imanı ve vatan coğrafyası olmak üzere Türkiye Türklüğünü meydana getiren daha nice unsur bulunmaktadır.

Yahya Kemal'in kendine özgü bir tarih metodolojisinden de söz edilebilir. Ona göre; "Tarih bir mevhumedir. Bu mevhumeyi bazı insanlar hayallerinde mücessem görürler; ondan bazen nefret ederler, bazen de hayranlıkla bahsederler. O mücessem gördükleri şey ise, geçmiş saatlerin, günlerin, haftaların, yılların yığıntısından başka bir şey değildir". Bu bağlamda tarihte ferdin rolüne önem veren Yahya Kemal; "Michelet'in 'Tarih kaza ve kaderden ibarettir' sözü hiçbir memlekette bizde olduğu kadar bariz değildir" der ve buna Türk tarihinden örnekler verir.

Fetih, Yavuz Sultan Selim, Süleymaniye, Itrî, Yıldırım Bayezid, İstanbul, Lale Devri onda çok önemlidir fakat Fatih, Mimar Sinan gibi adlara şiirlerinde rastlanmaz, "Zafer Mabedi'nin Mimarı", "İstanbul'u Fetheden Bir Yeniçeri" olarak geçer. Kanunî Sultan Süleyman'a ise hiç değinmez. Milli mücadele yıllarına ait ise, daha çok harp edebiyatı kapsamına dahil edilebilecek, mensur eserleri vardır.

Yahya Kemal'in hayat ve inanç karşısındaki davranışı bir asır aydınının ruh ve fikir dünyasını aksettirir. Onun İslami ve tarihi duygularının kaynağı Üsküp yıllarıdır. Ona göre Üsküp "Şardağı'nda Bursa'nın devamıdır". Nihad Sami Banarlı'ya göre de Yahya Kemal'de tarih sevgisi daha çok Üsküp yıllarında başlamıştır, henüz sekiz dokuz yaşlarında iken Hüseyin adlı Lalası ona Battal Gazi Destanı'nı okur, Serhad türkülerini söylerdi.

Annesi de gelenekten gelen bilgilerle ve kadın hassasiyetiyle onda ilk dini duyguları uyandırır, henüz mektebe başlamamış olan çocuğuna; "Oğlum dünyada iki insanı sev... Bir Peygamber Efendimiz bir de Sultan Murad Efendimizi sev" diyen annesi böylece ilk dini ve milli terbiyeyi Yahya Kemal'e vermiş olur. Nakiye Hanım ona bildiği ilahileri öğretir, müslüman-Osmanlı geleneği ile büyütmek ister. Bu atmosferde bir ara Üsküp'teki Rufâî tekkesine devam eder. Bu yıllara ait düşüncelerini Kaybolan Şehir adlı eserde bulmak mümkündür.

Yahya Kemal'in hatıralarından, Selanik ve İstanbul'daki siyasi meselelere ilgisi arttıkça dini hatta milli duygularının zayıfladığı sezilir. Selanik'te Mizancı Murad ve Namık Kemal gibi isimlerden etkilenerek kısmen vatan sevgisi ve daha çok komitacılık ve isyan duyguları uyanır, yasaklı yayınları merakla okur. İstanbul'a gelince, batı medeniyeti ve özellikle Fransa hakkında işittikleri onu süratle kendi milletinden ve memleketinden soğutur.

Bundan sonra Avrupa'yı nurlu bir cihan gibi görür ve doğulunun ahlakından nefret eder. "Paris hayalimin üzerinde bir yıldız gibi parlıyordu" der. Bu yıllarda dine karşı şiddetli bir tepki duyduğunu bunun Paris'te daha da arttığını hatıralarında yazar. Fakat Kazım Yetiş'in aktardığına göre, bu yıllarda "Üsküp'te İsa Bey Camii'nde okunan ezan beynimde uğulduyordu" demesi de gözden kaçırılmamalıdır.

Paris'te, öğrenciliğinin de pek iyi olmadığı yıllarda Jöntürkler ve İttihatçılar'a karışır. Aslında onu Paris'e çeken nedenlerden biri de Jöntürk hareketidir fakat gidince durum degişmiştir çünkü oradaki aydınlar Kanun-u Esâsî ile hiç ilgilenmemektedirler hatta Abdulhamid'e neden düşmanlık ettiklerini dahi açıklayamazlar. Yahya Kemal'in bunlardan kopuşu Paris'teki hayatının üçüncü yılından itibaren, Fransız milli tarih felsefesine ilgi duymasıyla başlar. Bu arayışları onda kaybettiği dini duyguların yerini, milli tarihimiz ve değerlerimizle doldurma gayretini doğurur.

Yahya Kemal II. Meşrutiyet'in ilanından birkaç yıl sonra geldiği İstanbul'da memleket için sunulan birçok ideoloji reçetesi ile karşılaşır. Bu yıllarda bir kısım Fransız fikir adamının etkisiyle bir müddet Yakup Kadri ile beraber Nev-Yunânîlik fikrine dahil olur. Nasıl vaktiyle İran kültür ve medeniyeti çerçevesinde idiysek, şimdi de Akdeniz havzası içinde bir Greko-Romen medeniyeti ortak kültürümüzün kaynağını teşkil edebilirdi.

Yahya Kemal'de kısa süren bu bocalama Balkan ve I. Dünya Savaşları'nın acı gerçeğiyle sona erer. "Yol Düşüncesi" adlı şiiri Akdeniz medeniyeti hülyasından vatan gerçeğine dönüşün bir ifadesidir. Gençlik hevesi olarak kabul edebileceğimiz Nev-Yunânîlik'ten Cemil Meriç şöyle söz ediyor: "İstiğfar ederek tez zamanda asıl sesini bulmuştur, başka bir kelimeyle, kendisi olmuştur..." der. Bergama Heykeltıraşları adlı şiirindeki şu mısra onun Nev-Yunânîlik'e son verdiğini gösterir: "Gördük ki yeryüzünde ilahlar gezinmiyor".

Bu devrede tarih hocalığı vesilesiyle Selçuklu ve Osmanlı tarihlerine eğilir ve birçok milli ve dini duyguyu yeniden kazanır. 1921-22 yıllarında yazdığı "Topkapı Sarayı'nda", "Ezansız Semtler", "Bir Rüyada Gördüğümüz Eyüp" gibi yazıları milletin müslümanlığa bağlılığını tarih, örf, mimari, musiki v.b. bin yıllık kültürün perspektifinden gösterir. Şiirleri arasında en çok önem verdiği; "Süleymaniye'de Bayram Sabahı" başta olmak üzere birçok şiiri Yahya Kemal'in dini duygularını derin bir biçimde aksettirir.

Yahya Kemal Avrupa'dan döndüğünde eski-yeni çatışması vardı. Coğrafya açısından ise ülke toprak kaybettiği gibi geri kalan Anadolu'da birlikte yaşama gücü de gittikçe zayıflamaktaydı. Bu manzara dil, tarih ve coğrafya bağlamında bir bağlayıcıya ihtiyaç duyulduğunu göstermekteydi. İşte Yahya Kemal bu unsurların hepsinde de zihniyet olarak, eskiyi yeniye bağlayan, Banarlı'nın ifadesi ile "Bağlayıcı kudret" olacaktır.

Yahya Kemal İstanbul'a geldiği ilk günlerde Doktor Nazım vasıtasıyla tanıştığı Ziya Gökalp'e "Vatanımızın o zamanki sınırları içinde bir Türklüğe razı olduğunu, Türk tarihinin 1071 sonrası ile ilgilendiğini, bin yıl evvelini kable't-tarih kabul ettiğini, bir Osmanlı Türklüğü arzu ettiğini" net bir biçimde söyler.

Turan fikrine inanan Ziya Gökalp, şairin Osmanlı tarih ve kültürüne düşkünlüğünü ima ederek şu beyiti söyler: "Hârâbîsin harâbâtî değilsin/ Gözün mâzîdedir âtî değilsin". Yahya Kemal ise bu eleştiriye "Ne hârâbî ne hârâbâtîyim/ Kökü mâzîde olan âtîyim" mısraları ile karşılık verir. Burada ikinci mısra bilhassa mühimdir; M. Şekip Tunç'un Bergson'dan naklettiği "Mâzîyi hıfz, istikbâli istibsâr" düşüncesi ile örtüşmektedir.

Dergah Mecmuası'nı çıkaranları derinden etkileyen Bergson felsefesi, mecmuaya asıl şahsiyetini kazandırır. Bu düşünce Yahya Kemal'i doğrudan değil de dolaylı olarak etkilemiştir. Derginin ilk yıllarında Bergson felsefesine dayanan bir doğu rönesansı savunulmaktadır. Yahya Kemal'in anladığı doğu rönesansı medeniyetimizin ölü taraflarıyla değil, bir zamanlar ona hayatiyet kazandıran ruhuyla dirilmesi ve yepyeni bir hayat hamlesiyle çağını kucaklaması demekti. Kısaca; bu diriliş ne geçmişin tekrarı ne de inkarıydı: bir "imtidad"dı. İmtidad Yahya Kemal'in lügatinde sürekli bir değişme içinde, hüviyetimizin aslına ulaşması manasına geliyordu.

Yahya Kemal'in Türkiye'nin düşünce hayatına getirdiği yeniliğin, modernleşmeden vazgeçmeden ama kendine de yabancılaşmadan, kendi tarihi ve bugününü değerli kılma çabası olduğu söylenebilir. Böylece batılılaşmayı içini boşaltıp bir yönteme indirgemez. Tanpınar Yahya Kemal'de Racine ve Verlaine Bâkî ile, Şeyh Galib Baudelaire ile kol kola yürür diyerek Yahya Kemal'in batı ile biz arasında karşılılı alışveriş olması gerektiğini belirterek, onun batı ile ilişki biçimimize yeni bir boyut eklemiş olduğu yorumunu yapar.

Yahya Kemal'in duygu ve düşünce dünyasında geniş yer tutan unsurlardan birisi de musikidir. Çünkü ona göre milleti millet yapan değerler arasında musikinin önemli bir yeri vardır. Musiki, milleti en iyi ifade sanat olup, tıpkı din ve dil gibi birleştirici ve toplayıcıdır.

Yahya Kemal'in dine bakışı ise Tanpınar'a göre şöyledir: "O, metafizik ve dini azap ve endişelerin adamı değildi. Sadece o, ölüm düşüncesinin kovaladığı bir adamdı. Bunun dışında zaman zaman bir vecdin adamı oluyordu. Hülâsâ, dinde bütün bir hayat seviye ve tarzının getirdiği farklarla ayrılmış olduğu bir insanlığa yaklaşmaının en asil ve sağlam çaresini buluyordu".

Yahya Kemal hakkında Deizm tartışmaları yapılmıştır. Kazım Yetiş bu konuda; "Dokuz yüz senelik bir edebiyat var, yani şairlerimizin hepsi dini ondan daha iyi biliyorlar belki ama hiçbiri ezanı bu kadar güzel anlatamamıştır. Onun İslam'a saygısı vardır, İslam'ı milli varlığımızın bir parçası olarak görür, bu durumda Deist olması mümkün değildir" der.

Ezansız Semtler'de şu ifadeler yer alır: "Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minâreler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar müslümanlığın çocukluk rü'yasını nasıl görürler?...", "... Dinsizliğin, kayıtsızlığın aksülâmeli başladı bile. Çocukluktan beri diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rucû hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamamıyla iltica edeceğimiz zaman da bizi birden tanıyamayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı, çok uzak düştük.", "... Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyü­dük. O mübarek muhitden çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!" Sadece bu cümleler dahi onun iç dünyasına ışık tutmaya yeterli olabilir.

 

Ve Bir Şiir

 

İftardan önce gittim Atik-Valde semtine,

Kaç def'a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine, Sessizdiler.

Fakat Ramazan mâneviyyeti Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti;

Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler,

Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer;

Bakkalda bekleşen fikarâ kızcağızları

Az çok yakında sezdiriyor top ve iftarı.

Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün;

Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün.

Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,

Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri.

Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!

Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş'esiz.

Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı

Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı.

Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime;

Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime;

"Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür;

Mâdem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür!

Yahya Kemal

 

Mervenur TUNÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

KAYNAKÇA

OKAY, M. O. (2013). Yahya Kemâl Beyatlı. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 43, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı

BANARLI N. S. (1997). Yahya Kemal Yaşarken. İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları

ÇAKIR, Ö. (2008). Yahya Kemâl'de Tarih ve Şiir. Çankırı Karatekin Üniversitesi SBE Dergisi, 2: 125-150

TUNÇ, G. (2009). Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Poetikalarının Değerlendirilmesi. Karadeniz Araştırmaları, c. 6, sayı 21, s. 95-111

YILDIRIM, E. (2013). Türk Kimliğinin "Nev-Yunani" ve "Akdenizli Formülasyonu": Yahya Kemal Beyatlı ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, c. 6, sayı 26, s. 624-642

ÇELİK S. (2008). Prof. Dr. Kazım Yetiş İle Yahya Kemal'e Dair Bilinmeyenler. Sayı. 13, s. 3-16

Yahya Kemal BEYATLI, Ezansız Semtler

 


AddThis
 

Yorum ekle