okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün151
mod_vvisit_counterDün867
mod_vvisit_counterBu hafta2191
mod_vvisit_counterBu ay12422
mod_vvisit_counterHepsi1839431

Yeni Türkiye Nedir?Ne Değildir?-I

Bu yazının amacı, özellikle son yıllarda, sıklıkla dile getirilen Yeni Türkiye imgesinin ne olduğu ve ne olmadığı meselesini irdelemektir.Bu vesileyle, hem 21.yüzyıl Türkiye’sinin kurucu paradigmasının ne olduğu ya da olacağı hususu, hem de hassaten 1699 sonrası başlayıp bugüne kadar devam eden modernleşme hamlelerinin nereye doğru evirileceği meselesi ‘’paradigma değişikliği’’ bağlamında tartışılacaktır.Yazının ana eksenini, 18.yüzyılın hemen başından itibaren başlayan ve Tanzimat’la kemale eren, en nihayetinde ise Cumhuriyet’le birlikte radikal bir kültürel dönüşümle taçlanan dönemler teşkil edecektir.Her bir dönemin kendi içinde değerlendirilmesi oldukça teferruatlı ve pek tabi ki zahmetli olacağından,biz temel olarak Osmanlı modernleşmesinin muharrik gücünün ne olduğu,Tanzimat’ın Osmanlı modernleşmesinde neye tekabül ettiği ve Cumhuriyetin kurulma sürecinde Osmanlı modernleşmesinin etkilerinin olup olmadığı sorunsalı üzerinde durmaya çalışacağız.Modernleşmenin sadece araçlar üzerinden gerçekleşen bir olgu olmadığını,modernliği kullanılan eşyaların değişimi üzerinden anlamlandırmanın meseleyi kısırlaştıracağını, dolayısıyla modernleşme derken ‘’yeni bir düşünme biçimini’’ anlamanın daha sağlıklı değerlendirme yapma imkanı sağlayacağının farkında olarak, Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesini ele almak niyetindeyiz.

Çünkü Yeni Türkiye’nin bu tarihsel arka plandan bağımsız olmadığını düşünüyoruz.Bu bakımdan, değerlendirmelerimiz yer yer Türkiye’nin de içinde bulunduğu,Oryantalistlerce Ortadoğu olarak adlandırılan,bu coğrafyanın modernleşme tarihi gibi algılanabilir.Ancak, adına ister eski ister yeni Türkiye diyelim, en nihayetinde Osmanlı ile başlayıp bugüne kadar devam eden bir modernleşme süreci var ve bu süreç Müslüman halkları ‘’zihnen’’sömürgeleştirdi.

Şüphesiz ki, geçmiş-bugün ve gelecek arasında oldukça kuvvetli bağlar vardır. Tarih, sadece olayların sıralanmasını konu alan vakanüvistçe bir yaklaşımın adı değil,aynı zamanda toplumların geçirdiği değişim süreçlerinin anlaşılması için önemli veriler sunan  bir bilim dalıdır.Bu nedenle tarihi, bir övgü ve sövgü malzemesi olarak görmekten ziyade,insanlığın başından geçenleri anlama ve anlamlandırma amacına hizmet eden bir alan olarak görmek gerekir diye düşünüyoruz.Bu çerçevede, bizde Yeni Türkiye’yi anlamaya çalışırken, pek tabi ki tarihe atıfta bulunacağız.Ancak bu atıfları, bir tür tarihsel determinizm saplantısı bağlamında değil,insan(lar)ın ve toplum(lar)ın doğasında içkin sahip olma arzusu,hırs ve tamahkarlık,iyi ve güzel olana meyil,baskı ve zorbalığa karşı çıkma gibi hususiyetlerin ‘’ilerlemenin’’ konusu olamayacağı gerçeğine temas etmek amacıyla yapacağız.Değişimin insan ve zaman üzerinde değil, kullanılan eşya,araç ve gereçler üzerinde olduğuna inanarak, tarih ilminin imkanlarından yararlanmaya gayret edeceğiz.İnsanlığı Avrupa merkezci insan-evren ve tanrı telakkisine ve modern paradigmada içkin ‘’ilerleme’’ mitine ram etmek için, kültürel antropolojinin araçsallaştırıldığı bir dünyada,bizler insanın dünya üzerine gönderildiği ilk günden beri aynı fıtratta olduğuna inanıyoruz.Dolayısıyla şayet bir ilerlemeden söz edilecekse bu, mükerrem bir varlık olarak yaratılan insanın biyolojik yapısında gerçekleşen evrimsel bir ilerleme değil,en fazla kullanılan araç gereçlerin niteliği bağlamında değerlendirilebilir.

İbn-i Haldun’dan mülhem olarak, toplumların ‘’ayakta kalma’’ veya hayatiyetlerini devam ettirme becerisini gösterebilmeleri için ‘’asabiyet’’in gerekliliği ilkesinin, tarihin anlaşılması ve bugünün de anlamlandırılması noktasında önemli bir tespit olduğunu söyleyebiliriz. Asabiyetin, sebep asabiyesi ve nesep asabiyesi olarak ikiye ayrıldığını,nesep asabiyesinin daha çok kabilevi geleneklerin hakim olduğu toplumlarda ‘’kan bağı’’ esaslı olarak cari olduğu,sebep asabiyesinin ise ülkü/mefkure/ideoloji birlikteliği anlamında daha geniş coğrafi ve kültürel birliktelikleri açıklamak için kullanıldığını ifade edelim.Dolayısıyla Yeni Türkiye’nin ‘’sebep asabiyesi’’nin ne olacağı ya da olup olmayacağı  meselesi de gündemimizde olacaktır.Olup olmayacağı diyoruz,çünkü küreselleşme sayesinde bütün kültürel/folklorik/yerel ve ideolojik değerlerde ciddi bir aşınma meydana gelmekte,ulus-devlet çatırdamakta ve aidiyet sorunu yaşayan ‘’melez kimlikler’’ türemektedir.

Öte yandan,tarihi seküler bir okumaya tabi tutmanın,olayları ve olguları sağlıklı analiz edememe tehlikesi barındırdığını ifade etmek isteriz.Tarihin seküler okunması,ilahi iradenin tarihe müdahalesini,mesela peygamberler ve kutsal kitaplar aracılığıyla gerçekleştirilen inkılapları,  görmezden gelmek ve bütün bir tarihi ‘’kutsaldan bağımsızlaştırmak’’ demektir.Allah(c.c), belirli aralıklarla toplumlara peygamber göndermek suretiyle tarihin akışına müdahale etmiştir.Son ilahi mesaj olan Kur’an,Allah(c.c)’ın geçmişte,şimdi ve gelecekte tarihe müdahalesinin nişanesidir.Nitekim bu saikle, son on dört asırdır İslam’ın safında olanlar, insanlığı son ilahi mesajla muştulamak için ciddi çabalar göstermişlerdir/göstermektedirler.İslam’ın Mekke’de tarih sahnesine çıkmasından sonra tarihin akışı değişmiş ve oldukça kısa sayılabilecek bir sürede, tarihçi Nigel Clıff’in ifadesiyle, adeta bir yanardağ püskürmesi gibi İslam, insanlığı içinde bulunduğu zifiri karanlıktan hakikatin pak nuruna ulaştırmıştır.Bundan dolayıdır ki kendisini İslam’a ait addedenler, hakikatin temsilcisi olma sorumluluğuyla bugün ve gelecekte tarihin gidişatında özne olmayı kabul edenlerdir. Müslüman olmayı seçip de tarihin akışında rol almayanlar ya da tarihin nesnesi olmaya rıza gösterenler veya tarihin dışında yaşamayı yeğleyenler, ya mensubu oldukları dinin Allah-insan-evren tasavvurundan haberdar değillerdir ya da haberdar fakat ‘’kanıksamış’’ değillerdir.

Ancak yaklaşık dört asırdır İslam’ın mensupları, tarihin öznesi değil nesnesi durumundadırlar. Yani tarihi inşa eden değil, inşa edilen tarihe maruz kalan durumundadırlar. Bu durum dahi ‘’bir toplum kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe, Allah(c.c) onların durumunu değiştirmez’’ temel ilkesinin tezahürüdür.Demek ki tarihin yapılışında, Allah(c.c)’ın insan ve toplumlar için belirlediği temel yasalar geçerlidir.Şayet bir toplumda zulüm rutinleşmişse,insanın mükerremliği ayaklar altına alınıyorsa,kıst ve adalet kayıpsa,zenginlik belli bir sınıfın uhdesindeyse,ekin ve nesil tahrip edilmişse,ilim sahipleri ıslah ve inzar edici değilse,’’sahih bilgi’’ye ulaşma imkanı ortadan kalkmışsa,gücü elinde bulunduranlar sorumsuz,sorumluluk makamında bulunanlar ise güçsüzse,ilahi şiarlar ayaklar altındaysa o vakit o toplumun felah bulması mümkün değildir.Böyle durumlarda ‘’bela’’lar bir sağanak halinde toplumların üzerine yağar.Ancak o toplumlar,akılları dumura uğradığı ve kalp kıvamları bozulduğu için, bu belaları bir ikram gibi algılamaya başlarlar.Böylece fısk ve fücur,fahşa ve münker,tuğyan ve nifak,şirk ve şikak artar.Böyle durumlarda yine Allah(c.c)’ın değişmez yasaları devreye girer.1-Dahili yıkım:Birlikte yaşamayı mümkün kılan sebep asabiyesi ortadan kalktığı için paragmatik ve oportünist tavır alışların artması neticesinde ortaya çıkar.2-Harici yıkım:Savaş ve sömürü  yoluyla gerçekleşir.Avrupa’nın,Müslüman ilerleyişini bertaraf etmek için gerçekleştirdiği Rönesans,reform ve Aydınlanma süreçleri karşısında cevap üretemeyen Müslümanlar,17.yüzyıl sonrasında Batı’yı taklit eksenli bir tavır alış geliştirerek, bugün içinde bulunduğumuz durumun,zihinsel sömürgeleşme durumunun, oluşmasına etki etmişlerdir.

Aziz İslam’ın ilke ve prensipleri, hangi tarih/zaman kesiti olursa olsun kendisine ram olanları karanlıktan aydınlığa çıkaracak bir perspektif sunmaktadır. Bu nedenle,içinde bulunduğumuz durumu ve tarihi hadiseleri değerlendirirken, son ilahi mesaj olan Kur’an’ın insanların ve toplumların ahvaliyle ilgili olarak beyan ettiği gerçeklikleri görmezden gelmenin doğru olmadığına inanıyoruz.Yeni Türkiye’yi konuştuğumuz  bir vasatta, tarihin son dört asrında neler olup bittiğini kaba hatlarıyla bilmek,bu olup bitenlerin Yeni Türkiye’nin oluşmasında ne tür etkilerinin olduğunu tespit etmek ve şayet bir değişim/dönüşümden bahsedilecekse bunun ‘’yönü’’nün neresi olduğunu anlamak önemlidir.Böylece,gerçekleşen dönüşümün heyecan verici/niteliksel bir dönüşüm mü, yoksa ‘’paradigma içi’’ bir form değişikliği mi olduğunu görmüş olacağız.

Tarihi hadiseleri tek bir sebebe indirgemek çoğu zaman hatalıdır.Özellikle de Oryantalistlerce Ortadoğu olarak adlandırılan bu coğrafyanın tarihi hakkında konuşurken bu hataya düşmemek icap eder.Türkiye, bir yandan bu kadim coğrafyanın parçasıyken, diğer yandan Avrupa hinterlandıyla kurduğu yakın temas sebebiyle,başka bir çok ülkeye nasip olmayan bir stratejik üs konumundadır.Bunun yanında 11.yüzyıldan itibaren Anadolu Coğrafyası’nda ki egemen varlığıyla da hem Bizans/Roma/Isparta medeniyetinin hem de çok kültürlü Mezopotamya Medeniyeti’nin mirası üzerinde oturmaktadır.Selçuklu ve Osmanlı hanedanlarından tevarüs ettiği ilmi/entelektüel/siyasal ve kültürel birikim sayesinde ciddi bir devlet geleneğine sahiptir.Bundan dolayıdır ki, hemen hemen aynı özelliklere sahip İran,Mısır ve Türkiye bu coğrafyada ki mihver devletlerdir.Dolayısıyla yakın ve uzak tarihe atıfta bulunurken ne/ler olmuş sorusunun yanında neden olmuş sorusunu da sormanın elzem olduğuna inanıyoruz.Bunun için Osmanlı’nın ilk toprak kaybını yaşadığı 1699 tarihini,Batı’yı taklit sürecinin başladığı tarih olması münasebetiyle,değerlendirmelerimizin merkezine almayı uygun görüyoruz.Bu tarihin ayırt edici özelliği, Osmanlı’nın ilk defa ‘’ehli salib’’ karşısında toprak kaybı yaşaması ve akabinde Avrupa ile ‘’düşünsel’’ temasın kurulmuş olmasıdır.Bu temas önemlidir.Zira bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmamış ve Osmanlı’nın dağılıp yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulma süreci bu temas sonrasında gerçekleşmiştir.Burada şu sorular sorulabilir:

1-Osmanlı, Avrupa’yla bahsini ettiğimiz teması kurmamış olsaydı dağılmaz mıydı?

2-Osmanlı ne zamana kadar kendisini Avrupa’da ki gelişmelerden uzak tutabilirdi?

Elbette ki, 17.yüzyıl Avrupa’sında ki gelişmelerden Osmanlı’nın kendisini tamamen soyutlaması mümkün değildi. Çünkü Avrupa’yla en yakın temasa sahip imparatorluklardan biriydi. Öte yandan Avrupa’da ki bilimsel çalışmaların amaçlarından biri de,belki de en önemlisi,Osmanlı/Müslüman tehlikesini bertaraf etmekti.Yani Osmanlı,kendisini Avrupa’dan tamamen yalıtmak istese de,o günün şartlarında,bunu gerçekleştirmesi mümkün değildi.Burada Osmanlı-Avrupa arasındaki kaçınılmaz yakınlaşmanın,Osmanlı aleyhine gelişmesinin nedenleri üzerinde durmak gerekecektir.Çünkü bu nedenler bugünde bizi fazlasıyla alakadar etmektedir.Kanaatimizce,Osmanlı özelinde Müslüman halkların, Avrupa merkezli insan-evren-tanrı telakkisinin tesiri altında kalmasının en önemli nedeni ‘’zamanın idrak ve ihtiyacına uygun İslami bilgi üretme’’ çabasının,yani içtihadın, kesintiye uğramış olmasıdır.Tipik bir çağı tanıyamama/İbn-ül Vakt olamama durumunun tezahürü olarak belirginleşen bu durum Osmanlı’nın sonunu getirmiştir.Bu sorun,Yeni Türkiye’yi konuştuğumuz bugünlerde de devam etmektedir.İnancımız odur ki,aziz İslam’ın insan-evren ve Allah tasavvuru,nebevi mirası taşıma sorumluluğuyla mücehhez ulemanın önderliğinde şiarlaştırıldığında ve pratize edildiğinde sadece Müslüman halklar değil, bütün bir insanlık yaşadığı buhranlardan kurtulacaklardır.

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis
 

Yorum ekle