okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün86
mod_vvisit_counterDün535
mod_vvisit_counterBu hafta2031
mod_vvisit_counterBu ay6830
mod_vvisit_counterHepsi1847610

''Vatan''a Dair...

Modernliğin tarihi, 1648’i ulus-devletin temellerinin atıldığı yıl olarak kodlar. Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı mezhep eksenli yüzyıl ve otuz yıl savaşlarının sona erdirilmesi amacıyla imzalanan Westphalya anlaşması, aynı zamanda bir ulusa ait mekanın başka uluslarca kabulünün tescillendiği bir süreci imler.Nitekim bu tarihten sonradır ki Avrupa’nın prenslikleri, egemenlik alanlarındaki toprağın mülkiyetinde hak sahibi olduklarını,başka ulusların iç işlerine karış/a/mayacaklarını,özellikle inanç farklılıklarının bir kavga sebebi sayılmayacağını kabul etmişlerdir.’’Tolerans’’ kavramı da bu sürecin ürünü olarak sözlüklerdeki yerini almıştır.Bizde anlaşıldığının aksine tolerans, tamamen dini içerikli kavgaların sona erdirilmesini sağlamak amacıyla merkezileştiren ve ‘’katlanma’’yı içkin bir kavram dır.Toleranslı olmak,kendisinden nefret edilen bir inanca,düşünceye,tavra ve tarza katlanma anlamını Westphalya sonrasına borçludur.

Bilimin kilise karşısındaki zaferinin sonucu olarak toprağın sekülerleşmesi, ulus-devlete giden yolun en önemli köşe taşlarından biridir.Toprak, tanrının temsilcilerinin elinden çıktığında artık yeni bir ulusun inşası için operasyona hazırdır.Seküler bir mekan üzerinde yaratılacak ulusun en karakteristik özelliği elbette ki tanrının temsilcilerinden ve tabi olarak tanrıdan bağımsızlık olacaktır.Bundan dolayıdır ki ulus-devlet tabiatı icabı sekülerdir.Dinin yerine bilimin,kilisenin yerine üniversitenin ,papazların yerine bilim adamlarının ve vaizlerin yerine gazetecilerin ikame edildiği ulus-devlet türünde mekan, artık klasik dönemde sahip olduğu ‘’doğal’’ lıktan ve ‘’tanrının mülkü’’ olmaktan sıyrılmış, onun yerine rasyonalitenin egemenliğinde yeniden anlamlandırılan bir yer haline gelmiştir.Toplum ve toprak arasında kurulan bu organik ilişki sonraları kültürel ulusçuluğun beslendiği en önemli menba olmuştur.Toprağın, bir yandan tarihi hafızaya vurgu yaparken diğer yandan kültürel ve etnik hafızaya da işaret etmesi onun kutsanmasına giden yolun en önemli araçlarındandır.’’Anavatan’’ kavramsallaştırması böyle bir perspektifin ürünüdür.İlk yurt/ilk mekan veya ‘’ulusun beşiği’’  anlamında anavatan, masalsı ve mitik bir söylemin konusudur aynı zamanda.Hatta anavatan uğruna saçmalık üretmek oldukça tatlı bir eylemdir.Çünkü böylece mekanı/toprağı coğrafi doğallığın bağlamından soyutlayıp bir ulusun kaderini etkileyen ve adeta kutsallık halesiyle halelenmiş mistik bir söylemin konusu haline getirmiş olursunuz.

Sonradan ‘’vatan’’ sahibi olan ulusun tarih söylencesinde anavatanın bu masalsı, yer yer saçma ve mitik tarafı oldukça işlevseldir.Vatan,kendisi için ölünendir.Hatta toprağı vatan yapan şey onun uğruna ölünmesidir.Bundan dolayıdır ki ‘’vatanın’’ ölülere ihtiyacı vardır.Vatan için ölmek en güzel ölüm olarak kabul edilir ve şehitlikle eşdeğerdir.Bu sebepten Fransız ihtilali sonrasında bağımsızlık yani vatanlaşma savaşlarında,ölenler için anıtlar inşa edilmiştir.Vatan şehitleri için anıt dikme geleneği Fransız İhtilali sonrasına rastlar ve bağımsızlık/vatanlaşma savaşı veren tüm ulusları etkiler.Bizde de Çanakkale,Sarıkamış ,15 Temmuz Şehitleri için dikilen anıtlar vatan için ölenlerin sonraki kuşaklar tarafından da hatırlanması ve böylece vatanın mevcudiyetinin garanti altına alınması amacına hizmet etmek için vardırlar.Hatta ‘’önce vatan’’ söylemi de,kendinizi başka uluslardan sınır yardımıyla ayıracağınız bir mekanınız yoksa,özgürlüğünüz de değeriniz de yoktur anlamını içkin olması hasebiyle dikkate değerdir.’’Vatan’’ kavramıyla birlikte, geleneksel dünyada ‘’din içinde’’ yorumlanan mekan,modern dünyada ‘’mekan içinde yorumlanan din’’ şekline dönüşerek ‘’itikat’’ sahası kültür sahasının lehine olacak şekilde daraltılmıştır.Vatan kavramından türeyen ‘’vatandaş’’ise, vatanın(yani uğruna ölünerek kutsanan ‘’sınırlı’’mekanın) mevcudiyetini ilelebet sürdürebilmesi için elinden gelen her şeyi yapan(yapmak zorunda olan) kişiyi ifade eder.Dolayısıyla her vatandaş askerdir.Şayet bu vazifesini aksatıyorsa makbul vatandaş değildir.

Ancak ilginçtir ki vatan kavramı Osmanlı entelijansiyasının gündemini 19.yüzyılda meşgul etmeye başlar.Yani imparatorluğun yavaş yavaş çökmeye başladığı dönemde.Denebilir ki ’’Sınırların’’ daralması ve küçülmesiyle vatanlaşma arasında yakın bir ilişki vardır.İmparatorluktan ulusa geçiş süreci sadece etnik ve kültürel bir homojenleşmeyi değil aynı zamanda bir sınır daralmasını da içermektedir.Zaten vatanı ortaya çıkaran da bu ‘’daralma’’dır.

’’Sınırları’’ belli bir mekanda belli bir etnik kimliğin ‘’mutlak denetimi’’ ve ‘’yaratılması’’ üzerine kurulan ulus-devlet, kendisini ‘’dışarıdan’’ korumak için kutsal vatan mitini icat etme ihtiyacı duymuştur.Bu ihtiyacı karşılamak için coğrafya ve tarih ilminin araçsallaştırılması gerekiyordu ki çok geçmeden bu da gerçekleşmiştir.Artık her ulus-devlet mukim olduğu mekanın mukaddesliğine ‘’vatandaşlarını’’ ikna etmek için,araçsallaştırdığı coğrafyanın ve tarihin argümanlarını kullanmaya başlamıştır.Bu realite Osmanlı’da vatan kavramının neden 19.yüzyılda gündeme geldiğini de açıklar.Bu yüzyıl artık Osmanlı havzasında da ulus temelli ayrışmaların ortaya çıktığı zaman dilimidir ki imparatorluk entelijansiyası bu ayrışmaların önüne geçebilmek için mekanın kutsiyetine vurgu yapan vatan kavramının gölgesine sığınmak zorunda kalmıştır.Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında bu kavramın rolü hayatidir.’’Önce vatan’’ klişesi bugün dahi oldukça işlevseldir.’’Söz konusu vatansa gerisi teferruattır’’ şeklinde,özellikle politik ve askeri aktörlerin gürlemelri, içine sıkışılmış sınırları kutsamanın yanında ‘’sınır dışı’’nın bizden ayrı oluşunu kabul etmişliğin de,zımnen,beyanıdır.Ulus-devlet, muhatabını sadece bir sınıra mahkum etmekle kalmıyor aynı zamanda sınır dışının bizim için ne ifade ettiğini anlamamıza yardımcı oluyor.Türkiye de yıllarca ‘’üç tarafı denizlerle dört tarafı düşmanlarla çevrili mukaddes vatan’’vurgusunun yapılmasının en önemli gerekçelerinden biri de budur.Şimdilerde yakın çevremizde gerçekleşen hadiseleri yorumlarken bu meşhur klişenin ne kadar tesirli olduğunu görmek mümkün.

Geleneksel dünyada mekan genelde mülk olarak tanımlanıyordu. Coğrafya ve siyaset modern dönemde olduğu gibi birinin diğerini araçsallaştırdığı alanlar değil, daha çok başka milletlerin yaşam biçiminin ve kültürünün tanınması/bilinmesi amacına matuf olarak işbirliği halindeydi.Westphalya, mekanı sınır ve aidiyet üzerinden tanımlayan yolu açarak esasında bir anlamda geleneksel dünyanın mekanla/toprakla kurduğu ilişkinin değişmesine de öncülük etmiş oldu.’’Sınır’’olgusuyla beraber artık içine girilmesi izne tabi olan ‘’vatanlar’’ ortaya çıktı ki bu durum geleneksel dünyanın  yabancısı olduğu bir durumdur.Örneğin Westphalya öncesi Avrupa’sında mukim biri Osmanlı egemenliğindeki bir yere seyahat ettiğinde kendisine sorulan nereden geliyorsun sorusuna ‘’christendom/Hıristiyanların yaşadığı bölgeden cevabını verirdi.Yani geleneksel dünyada mekan ya dini aidiyet üzerinden ya da Osmanlı da olduğu üzere bir ailenin mülkü olarak adlandırılırdı.Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğu egemenlik sahasını tanımlamak için ‘’memalik-i Ali Osmani’’ veya ‘’memalik-i Şahane’’ ya da ‘’mülk-ü Ali Osmani’’ ifadelerinden birini kullanırdı ve buraları dar-ül İslam olarak,yani yine dini bir içerikle,kabul ederdi.Vatan kavramı 19.yüzyıla kadar Osmanlı’nın gündeminde yoktu.

Binaenaleyh ulus-devletleşme süreci en çok bünyesinde farklı etnik kimlikleri barındıran imparatorlukları etkiledi.19.yüzyıla gelindiğinde dönemin bütün büyük imparatorlukları, tabi bu arada Osmanlı, bu süreçten nasibini aldı.Birinci cihan harbiyle birlikte artık dünya üzerinde imparatorluk,klasik anlamıyla, kalmamıştı. Bu savaş Osmanlı İmparatorluğunu,Rus Çarlığını,Alman  ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu ortadan kaldırdı.Sadece Osmanlı hinterlandında yirmiden fazla devlet türedi.Bu devletlerin ortaya çıkmasında etnisite,mezhep,meşrep ve aşiret/kabile gibi olgular rol oynadı.Bugünlerde sıklıkla dile getirilen Sykes-Picot anlaşması ,esasında ,oryantalistlerce Ortadoğu olarak adlandırılan bu coğrafyanın ulus-devletlere bölünmesini temin eden bir anlaşmadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu parçalanma sürecinde verdiği İstiklal Harbiyle kendi kaderine sahip çıkma iradesi göstererek başlangıçta bir İslam Devleti olarak kuruldu.Yeni kurulan devlet 1921 anayasasında kendisini tanımlarken ‘’devletin dini din-i İslamdır’’ demek suretiyle bir İslam devleti olduğunu tescil etti.Ancak bu madde 1924 anayasasından çıkarıldı.Çünkü aynı tarihte hilafet kurumu ilga edilmişti.Dönemin devlet aklı hem hilafeti ilga edip hem de İslam devleti olarak kalınamayacağına inanıyordu.İslam’ın ilke ve şiarlarıyla verilen mücadele ve kazanılan zafer yeni bir ulus yaratma amacına matuf olarak araçsallaştırıldı.İmparatorluğun bünyesinden tevarüs edilen farklı etnik gruplar, gerek mübadele gerekse tehcir yoluyla ‘’sınır dışı ‘’ edildi.Başka diyarlarda yaşayan ''soydaş''lar ise ''sınır içine'' alınarak ‘’Türk’’kimliği merkezli bir ulus-devlet ihdas edilmeye çalışıldı.Hatta Lozan’da Musul,Kerkük,Süleymaniye ve Erbil gibi şehirlerden Kürt yoğunluklu yerler oldukları için vazgeçildi.Dönemin Türkiye’sine vaziyet edenler, zaten yeterince Kürt nüfusa ev sahipliği yaptıklarını, daha fazlasının ‘’sorun’’ teşkil edeceğini düşünüyorlardı.Bugün dahi Kürt ve sorun kelimelerinin yan yana anılmasının sebebi bu tarihi arka plandır esasında.’’Sınır içini’’etnik ve kültürel olarak homojenleştirme amacı taşıyan ulusçuluğun, kendi dışındaki bir etnik grubu/ulusu ‘’sorun’’ olarak görmesi yaslandığı değerler sisteminin tabi sonucuydu.Ancak şaşırtıcı olan,Avrupa merkezli ve Hıristiyanlık içi mücadelenin ürünü olarak ortaya çıkan ‘’ seküler mekan’’ algısının kendisini İslam’a nispet edenler tarafından da içselleştirilmesiydi.Mü'min kimliğin amorflaşmasına sebep olan bu içselleştirme,kendisine karargah olarak Türk-İslam sentezini seçti.Nitekim bugün bu sentez tarafından esir alınmış bir kültürel ortamı teneffüs ediyoruz.Vesselam...   

 

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis
 

Yorum ekle