okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün323
mod_vvisit_counterDün535
mod_vvisit_counterBu hafta2268
mod_vvisit_counterBu ay7067
mod_vvisit_counterHepsi1847847

Meraklısı İçin Casuslar Kitabı

Casuslukla ilgili birçok film izledim. Beni en çok etkileyeni Matt Demon’un başrol oynadığı “kirli sırlar” filmiydi. Filmdeki iki sahne casusluğun karakteristiğine dair önemli ipuçları veriyordu. Birincisinde casusluğa yeni başlayan bir ajana daha kıdemli ve tecrübeli olanı “henüz insanken bu işten vazgeç” diyordu.İkinci sahnede ise artık işinde iyice uzmanlaşmış ajan (Matt Demon) “sizler savaş çıkarırsınız” diye korkusunu belirten kişiye, “hayır biz savaşların kısa sürmesini sağlarız” diyordu.Birinci sahne casusluğu insanlıktan çıkma ile eşdeğer tutarken, ikincisi savaş/lar/ı kısaltma gibi olağanüstü bir güç atfediyordu. Bu birbirine zıt gibi görünen iki özelliği(ve unuttuğumuz daha bir çok özelliği) de içkin olan casusluk aslında insanlık tarihinin en eski iştigal alanlarından biri olarak kabul edilebilir.

Nizam-ül Mülk Siyasetnamesinde “her tarafa tüccarlar, seyyahlar, sufiler, dervişler ve seyyar satıcılar kılığında casuslar gitmeli ve hadiselerin hiçbir şekilde gizli kalmaması(…) için,işittikleri her şeyi haber vermelidirler.Zira bir çok zaman olmuştur ki valiler,ikta sahipleri ve memurlar ve emirler,isyan ve muhalefete girişmeyi düşünmüşler ,padişahın aleyhine komplo hazırlamışlardır.” diyerek casusluğun ehemmiyetine dikkat çeker. Ancak ne hazindir ki, dönemin siyasi otoritesine bu öneriyi yapan Nizam-ül Mülk, tarihin en spesifik(acaba en karanlık mı demeliyim) casusluk şebekesi haşhaşiler tarafından suikaste maruz kalmaktan kurtulamaz. Sadece Niza-ül Mülk değil, Selçuklu devlet erkanının birçok önemli siması bu örgütün şerrinden nasibini alır.

Siyer kaynaklarından öğrendiğimiz kadarıyla Peygamber Efendimiz de Hendek savaşında casusluk faaliyetine izin vermiş. Müşrik orduları hakkında bilgi toplamak üzere yeni Müslüman olan iki kişiyi görevlendirmiş ve fark edilmemeleri için Müslümanlıklarını gizli tutmalarını emretmiş. Bu kişilerin verdikleri bilgiler savaşın seyrini değiştirmiş ve Müslümanların galip gelmesini sağlamış. Yani casusluk hayır için de kullanılabilen bir faaliyet aynı zamanda…

Murat Yetkin’in bir ayda dokuz baskı yapan, okuması kolay fakat ayrıntı yoğunluğu nedeniyle özel bir dikkat isteyen “meraklısı için casuslar kitabı” isimli eseri, casusluğun yakın tarihine ilişkin önemli bir araştırma/inceleme… İkinci dünya savaşı sonrasında yeniden şekillenen dünya sisteminde, istihbarat şebekelerinin oynadığı rolün hayatiliğini anlamak açısından kitap önemli bilgiler içeriyor. Adına soğuk savaş denilen 1945-1991 arası dönemde Türkiye gibi hem Sovyetlere hem Avrupa’ya hem de Ortadoğu’ya komşu olan bir ülkede neler olup bittiğini ve olup bitenlerin nedenlerini anlamak için istihbarat örgütleri üzerinden yürütülen mücadeleye de kulak kesilmekte fayda var.

NATO şemsiyesi altına girdikten sonra Ortadoğu’da ABD çıkarlarının teminat altına alınması amacıyla yeni bir misyon üstlenen Türkiye’de, istihbarat ağı da bu misyondan nasibini alacaktır elbette. Sovyet etkisini kırmak amacıyla kamuoyunun Anti-Komünist çizgide konumlandırılması bu misyonun en bariz özelliklerindendir.Bir süre ABD istihbaratıyla aynı binayı paylaşacak kadar yakınlaşan Türk istihbaratının, tertiplenen askeri darbeler hakkında siyasi iradeye bilgi vermekten kaçınması,27 Mayıstan 15 temmuza kadar bütün askeri darbelerin ABD’nin ve NATO’nun rızası doğrultusunda yapıldığını gösteriyor.

Kitapta sol’un çökertilme sürecine dair de oldukça önemli bilgiler mevcut. Mahir Kaynak’ın “fakülteli” kod adıyla TKP içerisine nasıl sızdırıldığı, Doğan Avcıoğlu ve Cemal Madanoğlu cuntasının nasıl bertaraf edildiği ayrıntılarıyla anlatılıyor. Dikkat çekici olan ise Sol’un iddia ettiği gibi Kaynak’ın aşırı solcu iken MİT tarafından avlanmadığı, bilakis verilen görev gereği komünist cephe örgütlerine girdiğidir. Bu arada Mahir Kaynak’ın MİT’le irtibatını sağlayan vak’a subayının Beşiktaş’ın efsane başkanı Süleyman Seba olduğunu da yine kitaptan öğreniyoruz. Süleyman Seba 1954-1994 yılları arasında MİT’te görev yapmış. Emekli olduğu sırada MİT’in İstanbul Psikolojik İstihbarat Şube Müdürü’ ymüş.

1991 de Sovyetlerin dağılması sonrasında bağımsızlığını kazanan Türki Cumhuriyetlerde Sovyet etkisinin sürdüğü bugün bile görülebilir. Kitapta Azerbaycan özelinde KGB’nin rolüne ilişkin de önemli bilgiler var. Yıllarca KGB subayı olarak hizmet eden Haydar Aliyev’in Azerbaycan’ın kuruluşunda oynadığı rol, bu ülkenin ne kadar bağımsız olduğunu anlamak isteyenler için yol gösterici olabilir.Kitapta, İkinci dünya savaşı yıllarında CIA tarafından devşirilen Özbekistanlı Ruzi Nazar’ın,Sovyet etkisinin azaltılmasında ve Türkiye’nin ABD yörüngesinde kalmasında oynadığı role ilişkin de çarpıcı tespitler olduğunu belirtelim. Ruzi Nazar’ın Alparslan Türkeş’le yakın dostluğu, 27 Mayıs Darbesi’nin anlaşılması için ipucu verebilir.

Kitabın genel havasından istihbaratçılığın/casusluğun ciddi bir entelektüel çaba gerektirdiğini anlıyoruz. Simitçi, çöpçü, taksi şöförü kılığında Türk sinemasından aşina olduğumuz karakterlerin istihbaratçılığın sadece basit bir boyutuna işaret ettiğini söyleyebiliriz. İşin asıl yüklenicileri akademinin koridorlarını ve kütüphanelerin tozlu raflarını arşınlayanlar…Yani karşımızda entelektüel kalibresi oldukça yüksek kişilerin olduğunu bilmek gerek. Bu bağlamda gazete köşelerinden, meclis kürsülerinden, akademiden, sivil toplumdan,cemaat/tarikat liderlerinden,sinemadan vb. kamuoyu oluşturma kabiliyeti yüksek isimlerin her dönemde istihbarat örgütleri için iyi bir “av” olduğunu hatırda tutmak gerek.

Yazar kadrosunda Arnold Toynbee,Vladimir Nobokov,Bernart Russel gibi etkili simaların olduğu Encounter(Yüzleşme) isimli derginin Doğu Avrupa’da Sovyet karşıtı cepheye entelektüel destek sağladığı için CIA tarafından finanse edildiğini, durumdan çok sonraları haberdar olan yazarların dergiden ayrıldığını hatırlayalım.George Orwell’ın “Hayvan Çiftliği” kitabının da benzer gerekçelerle basılıp yayınlandığını da unutmamak gerek. Türkiye’de anti-komünist cepheye fikri/entelektüel katkı yapar umuduyla Seyyit Kutup’un “İslam’da Sosyal Adalet” kitabının ilk tercümesinin MİT’in inisiyatifiyle gerçekleştiği erbabının malumudur. Suud merkezli Rabıta Örgütü’nün, Neo-Selefi öğretinin Türkiye’de makes bulması için ne tür faaliyetler(özellikle yayıncılık alanında) yürüttüğü hususu ciddi bir çalışmayı hak ediyor. Tayyar Altıkulaç hatıratında(I.Cilt Sayfa:432-436/Ufuk Yay.) Rabıta Örgütü’nün, T.C.Bakanlar kurulu kararıyla,yurt dışında görev yapan diyanet personelinin maaşını ödediğini,hatta Türkiye’de yapılan bazı camilere yardım ettiğini beyan eder.Bu durumu öğrenen dönemin cumhurbaşkanı Kenan Evren’in de ilgili bakanlar kurulu kararını desteklediği notunu düşerek…Bu örgüt hakkında duyargaları en açık olan gazetecinin Uğur Mumcu olduğunu da biz hatırlatalım.

Türkiye’nin serbest piyasa ekonomisine intibakını kolaylaştırmak ve neo-liberal ahlak öğretisinin kamusallaşmasına destek sadedinde basın-yayın-TV alanında neler olduğu hakkında arkeolojik bir kazı yapıldığında karşımıza ciddi bir istihbarat çalışması çıkabilir. Bu bağlamda Türk Henkel, TÜSİAD, TESEV gibi kuruluşlarda yöneticilik yapan Can Paker’in,1990’lı yıllarda kurduğu Henkel Yayınları’ndan çıkan kitaplar, eleştirel bir dikkatle incelenmeyi hak ediyor.(Merak edenler Can Paker’in “Geriye Bakmak Yok” isimli hatıratına bakabilir. Alfa Yay./Sayfa:194-198 ) Aynı yıllarda açılan özel kanalların misyonunu ve sinemanın dilini de teşrih masasına yatırmak gerek.

1990’lı yıllar aynı zamanda Türkiye ilahiyat havzasının “hermenötik” odaklı tartışmalarına şahitlik eder. Bu tartışmalar, ilahiyatların kendi gündemi miydi? Yoksa önlerine atılan bir “yem” miydi? düşünmek gerek. Tarihselci perspektife lojistik destek sağlayan bu tartışmaların yine tercüme eserler etrafında yoğunlaştığı görülebilir. Post-modern literatürün de bu tarihlerde Türkçeye kazandırıldığını ve hermenötiğin bu literatürle dolaylı ilişkisi olduğuna da dikkat çekelim ki yayıncılık faaliyetinin alelusul yürütülen bir faaliyet olmadığı anlaşılsın. Acaba bugün meşgul olduğumuz gündem/ler tercihlerimizin sonucu mu? Yoksa bizi oyalamak için birilerinin önümüze attığı “yem”ler mi? Yani neyi, nasıl ve hangi çerçevede konuşacağımıza biz karar vermiyor olabiliriz. Bu nedenle gündemimizi nasıl belirliyoruz sorusu oldukça önemlidir. 21.yüzyılın ilk çeyreğinin sonuna yaklaştığımız şu günlerde, İslami duyarlılığı yüksek havzaların odaklandığı meselelere bakıldığında, gerçek gündemlerle değil suni/yapay/yüzeysel gündemlerle meşgul oldukları görülebilir. Demek ki aynı delikten bir kez daha ısırılacağız ya da ısırılıyoruz. Şahsi kanaatim odur ki, gündem belirleme yetkisini henüz elimize alamadık. Soğuk Savaş yıllarında anti-komünist mukavemet hattını tahkim etmek için araçsallaştırılan mütedeyyin kesimler şimdiler de, yerlilik/millilik/muhafazakarlık/ milliyetçilik gibi İslam’ın ruhuna yabancı ulus devlet klişelerini tebcil etmekle ve/veya “sosyal yardım projeleri” üreterek seküler/kapitalist/liberal değerler sisteminin gadrine uğrayan kitleleri rehabilite etmekle meşguller. Oysaki asıl gündemimiz laik/seküler/kapitalist değer sisteminin tahakkümünden nasıl kurtulacağımız ve İslami referanslar temelinde bir kamusal alan inşasını (iktisadi,içtimai,siyasi,hukuki tüm boyutlarıyla) nasıl gerçekleştireceğimiz sorusu etrafında şekillenmeli.Bu soruların gündemimizden çıkmış olması, yukarıda sözünü ettiğimiz istihbari çalışmaların başarıya ulaştığına delalet eder. Vaktiyle Peace Corps(barış gönüllüleri) adı altında Napolyon’un Mısır’a yaptığının benzerini Türkiye’ye yapanlar, gündemlerimizi belirleme noktasında zorluk çekmeyeceklerdir. 2002 ve 2007 RAND raporunda İslam Dünyası’nda sivil toplumun ve sufiliğin güçlendirilmesi önerisi vardı.(Merak edenler www.rand.org sitesinden ilgili raporlara ulaşabilir).Türkiye’de dernek çalışmalarının yoğunluk kazanmasının bu tarihten sonrasına denk gelmesi tesadüf müdür? Ve şimdilerde özellikle tarihi diziler aracılığıyla sufiliğin(Mevlana,Yunus Emre ve İbn-i Arabi üzerinden) popüler kılınmaya çalışılması ne anlama geliyor? İslamı manevi bir tatmin vasıtası olarak konumlandırıp, Müslümanları apolitikleştirme projesi bütün hızıyla devam ediyor. Aynı delikten bir daha ısırılmamak için müteyakkız olmak zorundayız.

Yetkin’in bu kitabını Ruzi Nazar’ın ve Kemal Yamak’ın hatıratları ve Kültürel Soğuk Savaş üzerine yazan Frances Stonor Saunders’in “parayı verdi düdüğü çaldı” isimli kitabıyla birlikte okumak daha sahih bir perspektif kazanmanıza yardımcı olabilir.

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız


AddThis
 

Yorum ekle