okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün431
mod_vvisit_counterDün535
mod_vvisit_counterBu hafta2376
mod_vvisit_counterBu ay7175
mod_vvisit_counterHepsi1847955

"Dar-ül İslam"dan "Vatan"a: Mekanın İdeolojik İçeriğine Dair

Bilinen insanlık tarihi,insan-mekan ilişkisinin mahiyeti ve keyfiyeti hakkında oldukça zengin bir tecrübeye sahiptir. Bir “yer”de mukim olmak her zaman için insanın en temel ihtiyaçlarından biri olmuştur. İkamet ettiği yer üzerinde tasarrufta bulunmak ve buraları kollayıp gözetmek/bayındır kılmak insana has özellikler arasındadır.Çeşitli sebeplerle yaşanan göçebelik, hem bugün hem de geçmişte, bir gerçeklik olarak kabul görmüş. Ancak bir medeniyet inşa etmek ve bu medeniyetin sürekliliğini sağlamak için yerleşik hayata geçmek gerekmiştir. Göçebeler,ya da İbn-i Haldun’un deyimiyle bedeviler, tarihin seyrinin değişmesinde anahtar rol oynamış fakat en nihayetinde yerleşik hayata geçerek yıktıkları uygarlıkların üzerinde,o uygarlığın mirasından da istifade ederek,yeni bir uygarlık inşa etmişlerdir.Moğollar ya da Germenler özelinde görüleceği üzere yıkmak için geldiği medeniyetin referans sistemine bağlanarak yeni bir sürecin başlamasına öncülük eden bedeviler de olmuştur.Mekanı/toprağı kendi inanç/itikat/ideolojik perspektifine göre dizayn etmek tarih boyunca görülebilecek uygulamalardandır.Denebilir ki,bir mekanın dizaynına bakılarak orada mukim insanların ideolojik/itikadi yönelimleriyle alakalı tahminde bulunulabilir.Farabi’nin “fazilet/li şehri(üstün ülke)” çözümlemesinde dikkat çektiği üzere şehirlerin konumlanış biçimleri, mimarisi ve yönetimi o şehrin karakteristik özelliği hakkında bilgi verir.Demek ki bir mekana rengini veren üzerinde yaşayanlardır. Meşrutiyet yılları içinde güçlenen Türkçülük hareketine fikri katkı sunan Ziya Gökalp’in “şeref’ül mekan bi’l mekin(mekanın şerefi oturandandır)” klişesi bu bağlamda değerlendirilebilir.

Dar-ül İslam’dan Vatan’a geçiş sürecini ele almaya çalışacağımız bu yazıda,mekanın yüklendiği içeriğe vurgu yaparak bu içeriğin tarihsel süreç içerisinde geçirdiği değişimi anlamaya çalışmak niyetindeyiz. Nitekim her iki kavram da ideolojik bir muhtevaya sahip ve muhatabını bu muhtevaya uygun bir düşünme biçimine ikna etme çabası içerisinde. Her kavramın belli bir tarih/zaman kesitinde ortaya çıktığı ve ilgili tarih/zaman kesitinde içkin olan iktisadi, içtimai, siyasi, hukuki,bilimsel,felsefi v.b bağlamı bünyesinde barındırdığı gerçeği hatırda tutmakta fayda var. Böylece daha sahih bir perspektifin mümessili olabiliriz.Bununla birlikte kavramların anlam genişlemesi ve daralmasına maruz kalabileceğini de unutmamak gerekir. Ancak her halükarda,kavram/lar/ın ilk ortaya çıktığı dönemin izlerini takip etmenin anlam genişlemesi ya da daralması sürecinin mahiyetini anlamak açısından daha isabetli olacaktır kanaatindeyim.Çünkü her iki kavram da mekanla kurulan ilişkinin niteliğiyle ilgili bir ideolojik içeriğe sahiptir.

Vatan sözcüğü Şemsettin Sami’nin Kamus-i Türki’sinde “bir kimsenin doğup büyüdüğü veya yaşadığı memleket/yurt” olarak tanımlanmış. Benzer tanım Mehmet Doğan’ın Türkçe sözlüğünde de mevcut. Türk Dil Kurumu ise sözcüğün karşılığı olarak “yurt” kelimesini tercih etmiş.İSAM tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisi’nin “vatan” maddesinde “kişinin doğduğu, yerleştiği,barındığı veya yaşadığı yer” anlamı verilmiş. Arap dilinde benzer içeriğe sahip sözcükler arasında “belde” ve “diyar” zikredilebilir.Ünlü dilbilimci Rağıb El-İsfehani Müfredatında “b-l-d” kökünden türeyen belde sözcüğü için “yerleşenleri tarafından bayındır hale getirilip sınırları belirlenmiş olan yerleşim birimi” ifadesini kullanır.Aziz Kur’an’ın Mekke’yi kastederek “Yemin olsun bu şehre(90/Beled 1)” beyanına dikkat çeker .Yine Arapçada yaygın olarak kullanılan dar(çoğulu diyar) sözcüğü de bu bağlamda değerlendirilebilir.İsfehani’ nin bu sözcük için seçtiği anlam “şehir,bölge ve dünyaya dar denir” ifadesinde saklıdır.Dar-us selam(esenlik yurdu),dar-ul ahiret(ahiret yurdu),dar-ül fısk(cehennem) gibi örneklerle sözcüğün anlam dairesine işaret eder.Demek ki yurt/vatan/dar/belde gibi sözcükler anlam içeriği bakımından birbirlerine yakındırlar. Bu tanımlarda dikkat çeken husus insan-mekan ilişkisinin ontolojik karakteridir.Bu bağlamda insanın doğup-büyüdüğü yer/ler/e karşı beslediği sevgi ve özlemin fıtri olduğu söylenebilir.Bu yerlere tecavüz edildiğinde doğal bir refleks olarak savunmaya geçer.Hatta yurdundan/beldesinden/diyarından çıkarılmak üzere yapılan tüm saldırılara karşı koymayı yüce insani değerler arasında sayar. Evinin işgal edilmesinde göstereceği tepkinin aynısını gösterir. Belde/yurt/diyar bir bakıma toplumların evi gibidir. Belli bir mekan üzerinde biriken hatıralar oraya olan aidiyeti güçlü kılar.

Modernliğin tarihi, 1648’i ulus-devletin temellerinin atıldığı yıl olarak kodlar. Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı mezhep eksenli yüzyıl ve otuz yıl savaşlarının sona erdirilmesi amacıyla imzalanan Westfalya anlaşması, aynı zamanda bir ulusa ait mekanın başka uluslarca kabulünün tescillendiği bir süreci imler. Mekan-ulus ilişkisinin mahiyeti açısından son derece kritik bir eşiktir Westfalya…Nitekim bu tarihten sonradır ki Avrupa’nın prenslikleri, egemenlik alanlarındaki toprağın mülkiyetinde hak sahibi olduklarını,başka ulusların iç işlerine karış/a/mayacaklarını,özellikle inanç farklılıklarının bir kavga sebebi sayılmayacağını kabul etmişlerdir.’’Tolerans’’ kavramı da bu sürecin ürünü olarak sözlüklerdeki yerini almıştır.Bizde anlaşıldığının aksine tolerans,dini içerikli kavgaların sona erdirilmesini sağlamak amacıyla merkezileştirilen ve ‘’katlanmayı’’ da içkin bir kavramdır.Toleranslı olmak,kendisinden nefret edilen bir inanca,düşünceye,tavra ve tarza katlanma anlamını Westfalya sonrasına borçludur.Birbirleriyle çatışan dini mezheplerin öğretileri arasında en küçük ortak paydayı bulma çabası olarak meşruiyetini tahkim eden sekülerlik te bu bağlamın etkisindedir.Aynı kavram ailesinin üyeleri olarak tebarüz eden sekülerlik ve tolerans, ulus devlet/ler/in mekana yükledikleri ideolojik içerikle ilişkili olarak okunabilir. 1646’nın sonuna doğru,dönemin en büyük feodal gücü olan kilisenin elindeki toprakların Lutherci ve Kalvinist prenslerin eline geçmesiyle tartışılmaya başlanan “mülkün sekülerleşmesi”, mekana dair yeni bir perspektifin doğuşunu işaret ediyor olmasından dolayı dikkat çekicidir.Mülkün/mekanın kutsal adamların elinden çıkması, doğal olarak, o mülk üzerinde kutsalın(yani Tanrı buyruğunun)belirleyici ve tayin edici olmadığı anlamına gelecektir.

Bilimin kilise karşısındaki zaferinin sonucu olarak toprağın sekülerleşmesi, ulus-devlete giden yolun en önemli köşe taşlarından biridir. Toprak, tanrının temsilcilerinin elinden çıkar çıkmaz yeni bir muhtevaya kavuşacaktır. Bu muhteva ulusun mekanla özdeşleşmesi ya da mekana ait bir ulusun yaratılması şeklinde tezahür edecektir.Homojen kültürel kimliğin inşası böylece mümkün hale gelecektir. Seküler mekan üzerinde yaratılan ulusun ilk işi tanrının temsilcilerinin(yani tanrı buyruğunun) belirleyici ve tayin edici olamayacağı bir sosyal ve siyasal konsept üzerinde mutabakat sağlamak olacaktır.Bundan dolayıdır ki ulus-devlet tabiatı icabı sekülerdir.Din yalnızca ulusun manevi tatminini sağlayan mistik bir olgu olarak değerlidir.Hakikat,bilim aracılığıyla tabiattan sökülüp alınacaktır.Yani dinin vazettiği hakikate ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla bir zamanlar hakikati elinde tuttuğunu iddia eden ve bu nedenle olağanüstü yetkilere sahip olan kilisenin yerini üniversiteler alacaktır.İnsanların ahiret saadetini temin ettiğine inanılan papazların yerini ise,dünya cennetinin inşa edicileri olarak bilim adamları alacaktır. Ve en nihayetinde üniversiteler aracılığıyla üretilen modern bilginin kamusal alandaki vaizleri ise gazeteciler ve akademisyenler olacaktır. Ulus-devlet türünde mekan, artık klasik dönemde sahip olduğu ‘’doğal’’ lıktan ve ‘’tanrının mülkü’’ olmaktan sıyrılmış, onun yerine rasyonalitenin egemenliğinde yeniden anlamlandırılan bir “yer” haline gelmiştir. Ulus yaratma amacına matuf olarak toplum ve toprak arasında kurulan kutsaldan arındırılmış bağın ürettiği seküler ulus devlet, kendine özgü kutsallar icat etmekte gecikmeyecektir.Sınır,bayrak,anıt,kurtuluş törenleri ve marşları,kurtarıcı önderler,milli bayramlar,ulusal kahramanlar gibi…

Toprağın, bir yandan tarihi hafızaya vurgu yaparken diğer yandan kültürel ve etnik hafızaya da işaret etmesi onun kutsanmasına giden yolun en önemli araçlarındandır.’’Anavatan’’ kavramsallaştırması böyle bir perspektifin ürünüdür.İlk yurt/ilk mekan veya ulusun beşiği anlamında anavatan, masalsı ve mitik bir söylemin konusudur aynı zamanda.Hatta anavatanın yüceliğini meşrulaştırmak amacıyla hurafelerden bile istifade edilebilir. Destanlar/masallar, ulusların tarihsel yolculuklarını efsanevi karakterler eşliğinde işleyerek gerekli manevi motivasyonu sağlayan hurafeler olarak öne çıkarlar.Bu hurafeler manevi motivasyon sağlarken aynı zamanda ilgili ulusun mekanla kurduğu ilişkinin mahiyetine dair de bir hafıza işlevi görür.Böylece mekanı/toprağı coğrafi doğallığın bağlamından soyutlayıp,mistik bir söylemin konusu haline getirerek ulusun inşasında etkili bir unsur olarak kodlamak mümkün olur.Coğrafya ilminin araçsallaştırılması böyle bir perspektifin sonucudur esasında.İnsanın yaşadığı yeri/mekanı tanıması amacına hizmet eden/etmesi gereken coğrafya ilmi,bilimin aydınlanma mutlakiyetçiliğinin misyonerliğini yapmaya başlamasıyla birlikte, mekana ideolojik gömlek giydirmek amacıyla araçsallaştırılmış,binaenaleyh bir yandan ulusal bilincin mekanla özdeşleşmesini ve mekanı kutsamasını temin ederken diğer yandan tanrının emaneti olan mekanı ulusun “mülkü” olarak kodlamıştır. Bu kodlama “anavatan” söyleminin inşasında hayati bir rol oynayacaktır.

Sonradan ‘’vatan’’ sahibi olan ulusun tarih söylencesinde anavatanın masalsı, yer yer saçma ve mitik tarafı oldukça işlevseldir. Vatan, kendisi için ölünendir. Hatta toprağı vatan yapan şey uğruna ölünmesidir. Bundan dolayıdır ki ‘’vatanın’’ mevcudiyetini korumak için uğruna ölmek şarttır. Vatan için ölmek, en güzel ölüm olarak kabul edilir ve şehitlikle eşdeğerdir. Fransız İhtilali sonrasında cereyan eden bağımsızlık (yani vatanlaşma) savaşlarında,ölenler için anıtların inşa edilmesi ulusal bilincin kavileştirilmesi amacına matuf olarak değerlendirilebilir.Vatan şehitleri için anıt dikme geleneği,Fransız İhtilali sonrasına rastlar ve bağımsızlık/vatanlaşma savaşı veren tüm ulusları etkiler.Bizde de Çanakkale,Sarıkamış ,15 Temmuz Şehitleri için dikilen anıtlar,vatan için ölenlerin sonraki kuşaklar tarafından da hatırlanması ve böylece vatanın mevcudiyetinin ve bekasının garanti altına alınması amacına hizmet etmek için vardırlar. Hatta ‘’önce vatan’’ söylemi de, kendinizi başka uluslardan sınır yardımıyla ayıracağınız bir mekanınız yoksa,özgürlüğünüz ve değeriniz de yoktur anlamını içkin olması hasebiyle dikkate değerdir.”Önce Vatan” klişesi bir yandan uğruna ölünerek kutsanan seküler mekanı merkezileştirerek ferdiyet/şahsiyet eksenli bir duruşu olumsuzlarken, diğer yandan itikadi bir varoluşun öznesi olmayı dışlar.”Vatan sana canım feda”,”söz konusu vatansa gerisi teferruattır”,”vatan sevgisi imandandır” gibi ulus-devlet klişeleri de en nihayetinde dinin kutsallarından arındırılan modern bireye ulusal kutsallar zerketme çabasıdır. Ulus-devlet öncesi dönemde Müslüman toplumların anıt dikmek gibi bir geleneklerinin olmayışı manidardır. Anıtın yerine “türbe” inşa etmesi bu bağlamda mekana ve ölüme yüklenen anlam açısından dikkat çekicidir. Türbenin “kişiye” özel olması ve bu kişinin de etnik/ulusal kimliğinden ziyade “itikadi” kimliğinin öne çıkarılması, modern paradigmadan beslenen ulus devletin Müslüman muhayyilesinde meydana getirdiği tahribatı anlamak açısından mühimdir. İnancın merkezi rol oynadığı bir bilinçlilik halinden ulusal menfaatlerin belirleyici olduğu “vatanlaşma” sürecine geçişte türbelerin yerini anıtların alması önemli bir tarihsel eşiği işaret eder.

Türbe kültürü aynı zamanda hicret olgusunu da içkindir. Aziz Kur’an’ın birkaç yerde dikkat çektiği iman-hicret-cihat hiyerarşisinin hayatiyetini, ulus-devlet paradigmasına meftun olan bir zihnin asla anlayamayacağını söylemek sanırım abartı olmaz. Türbelerde medfun olan tüm zatlar “anavatanlarından” hicret etmişlerdir. Örneğin İstanbul’un sembol türbelerinden olan Eyüp Sultan Türbesi, Hicaz Yarımadası’nda doğmuş olan bir Müslüman’ın sırf itikadı uğruna katlandığı çileli yolculuğu sembolize eder.Mekanın Allah’ın mülkü ve emaneti olduğu bilincini içselleştiren Müslüman bilincin “İ’lay-ı Kelimetullah” uğruna,yeri geldiğinde, doğup büyüdüğü toprakları terk edebileceği gerçeğini bu semboller aracılığıyla müşahede etmek mümkündür. Kaldı ki Peygamber(s.a.v) de itikadı gereği hicret etmiş ve sonraları geri dönme imkanı olmasına rağmen, Medine’de kalmayı ve ölmeyi tercih etmiştir. Bu bağlamda, mekana ideolojik gömlek giydirerek onu ulusal bilincin inşasında araçsallaştıran modern ulus-devlet aklının “hicret” olgusuna yabancı olduğunu hatta hicreti “vatana ihanet” olarak değerlendirebileceğini söylemek mümkündür. Oysa ki hicret, Müslümanların tarihi açısından hayati öneme sahiptir. Hatta tarihin başlangıç noktası kabul edilir. Çünkü İslam’ın Mekke site devletinin ceberut ve mütehakkim ikliminden çıkarak, adeta dört bir yanı çevrilmiş su birikintisinin akıntı imkanı bulması gibi,Medine de hukuki ve siyasal bütünlüğünü inşa etmesi hicretle mümkün olmuştur. Sonrasında ise tarihin seyri değişmiş ve İslam, 7.yüzyılda tarihin en hızlı küreselleşmesini gerçekleştirerek yüzyıllık bir zaman diliminde Maveraünnehir’den İber Yarımada’sına, Mağripten Endonezya’ya kadar yayılmış ve dönemin bütün süper güçleriyle hiçbir komplekse kapılmadan yüzleşmiştir.Denebilir ki hicret olmasaydı İslam, Mekke’nin dışına çıkamayacaktı. Dolayısıyla Hicretin Müslümanların tarihi açısından oynadığı rolün büyüklüğü idrak edilmeden, ulus-devlet paradigmasının Müslüman muhayyilesinde açtığı derin yaraların tedavi edilmesi mümkün değildir.

’’Vatan’’ kavramının literatüre girmesiyle birlikte mekan algısında ciddi bir değişim yaşanmıştır. Geleneksel dünyada ‘’din tarafından yorumlanan mekanın” yerini, ‘’mekan tarafından yorumlanan din” almıştır. Böylece ‘’itikat’’ sahası kültür sahasının lehine olacak şekilde daraltılmıştır. Hiyerarşik olarak kültürün itikadın üzerine çıkması esasında bütün bir hayat tasavvurunun değişmesini de beraberinde getirecektir. Önceleri kültürün değişken (bozulmaya müsait) doğasını itikat zaviyesinden değerlendirme imkanına sahip olan Müslüman bilinç, artık değişken olan kültürü merkeze alarak itikadını kültür kodlarına uygun olarak şekillendirme ihtiyacı hissetmiştir. Böylece hem evrensel/cihanşumül perspektifini kaybetmiş hem de ümmet bilinci dumura uğramıştır. Ulus devlet/ler, kültürü İslami aidiyetin üstünde gördüğü için, ulusal bilincin inşasında İslam öncesine referans vererek tarihin kadim uluslarından biri olduğuna dair veri üretme çabasındadır. Bunun için de antropoloji ve arkeoloji disiplinlerini yardıma çağırır. Amaç itikadi referanslarla düşünme ameliyesini tahrip ederek,kültürel kimliğin kodlarına/klişelerine uygun bir düşünme biçimini inşa etmektir.Cumhuriyet modernleşmesinin radikal adımlarından olan takvim değişikliğini bu çerçevede değerlendirmek mümkündür diye düşünüyorum. Hicreti merkeze alarak mekanı/toprağı Allah’ın mülkü ve emaneti olarak tanımlayan ve böylece itikadi bir varoluşun öznesi olmayı salık veren İslam’ın ruhuna uygun düşünmek yerine, ulusal bilincin inşasında rol oynayan lineer(doğrusal) tarih/zaman tasavvuru tercih edilmiştir. Antropoloji disiplini tarafından desteklenen lineer tarih tasavvuru, ulusların kökenlerine dair veri toplayarak ulusal bilincin oluşmasına katkı sağlamıştır. Nitekim gerek “Güneş Dil Teorisi” gerekse “Türk Tarih Tezi” bu bağlamdan bağımsız değildir.

Vatan kavramından türeyen ‘’vatandaş’’ ise, vatanın(yani uğruna ölünerek kutsanan ‘’sınırlı’’mekanın) mevcudiyetini ilelebet sürdürebilmesi için elinden gelen her şeyi yapan/yapmak zorunda olan kişiyi ifade eder. Ulus devletlerin anayasaları vatandaşı devletin sadık mümini olarak tavsif eder. Devletin çıkarları her zaman vatandaşın çıkarlarının üzerindedir. Devlet adeta tanrı gibi konumlandırıldığı için,mutlak kontrol ve denetimi sağlamakla görevli addedilir. Bunun için de, nasıl ki tanrı tüm kullarının her şeyine vakıf ise, devlette her şeyi bilmeli ve görmelidir. Çünkü kontrol için bilmek şarttır. Bu nedenle ulus devlet boşluktan, yani denetim ve kontrol dışı alanlardan, nefret eder. Mutlak iman ve sadakat ister. Şerik kabul etmez. Gerektiğinde, kendisi için, vatandaşlarının canını vermesini isteyebilir. Dolayısıyla her vatandaş, aynı zamanda, bir askerdir. Şayet bu vazifesini aksatıyorsa makbul vatandaş değildir. Vatandaşın her an ölüme hazır bir nefer olması için endoktrine edilmesi gerekir. Bu görevi de okullar ve enformasyon araçları üstlenirler. Okullar ve enformasyon araçları bir yandan ulusal bilincin tahkim edilmesinde rol alırken diğer yandan da “sınır dışının” kötücül unsurlarla dolu olduğu algısını oluşturarak “yok olma korkusunu” beslerler. Böylece ulus devlet tanrısı, sınırlı seküler mekan olan vatan üzerinde yaşayan tüm vatandaşlarını her türlü kötülükten koruyan “kadir-i mutlak” bir güç olarak öne çıkar.

Vatan kavramı Osmanlı entelijansiyasının gündemini 19.yüzyılda meşgul etmeye başlar. Yani imparatorluğun yavaş yavaş çökmeye başladığı dönemde. Denebilir ki ’’Sınırların’’ daralması ve küçülmesiyle vatanlaşma arasında yakın bir ilişki vardır.İmparatorluktan ulusa geçiş süreci sadece etnik ve kültürel bir homojenleşmeyi değil aynı zamanda bir sınır daralmasını da içermektedir.Zaten vatanı ortaya çıkaran da bu daralmadır.’’Sınırları’’ belli bir mekanda bir etnik kimliğin ‘’mutlak denetimi’’ ve ‘’yaratılması’’ üzerine kurulan ulus-devlet,kendisini ‘’dışarıdan’’ korumak için kutsal vatan mitini icat etme ihtiyacı duymuştur.Bu ihtiyacı karşılamak için coğrafya ve tarih ilminin araçsallaştırılması gerekiyordu ki çok geçmeden bu da gerçekleşmiştir.Artık her ulus-devlet mukim olduğu mekanın mukaddesliğine ‘’vatandaşlarını’’ ikna etmek için araçsallaştırdığı coğrafyanın ve tarihin argümanlarını kullanmaya başlamıştır.Bu realite Osmanlı’da vatan kavramının neden 19.yüzyılda gündeme geldiğini de açıklar.Bu yüzyıl artık Osmanlı havzasında da ulus temelli ayrışmaların ortaya çıktığı zaman dilimidir ki imparatorluk entelijansiyası mekanın kutsiyetini ifade için vatan kavramının gölgesine sığınmak zorunda kalmıştır.Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında bu kavramın rolü hayatidir.’’Önce vatan’’ klişesi bugün dahi oldukça işlevseldir.’’Söz konusu vatansa gerisi teferruattır’’ şeklinde,özellikle politik aktörler tarafından dillendirilen kanaatler, içine sıkışılmış sınırları kutsamanın yanında ‘’sınır dışı’’nın bizden ayrı oluşunu kabul etmişliğin de,zımnen,beyanıdır.Ulus-devlet, muhatabını sadece bir sınıra mahkum etmekle kalmıyor aynı zamanda sınır dışının bizim için ne ifade ettiğini anlamamıza da yardımcı oluyor.Türkiye de yıllarca ‘’üç tarafı denizlerle dört tarafı düşmanlarla çevrili mukaddes vatan’’vurgusunun yapılmasının en önemli gerekçelerinden biri de budur.Şimdilerde yakın çevremizde gerçekleşen hadiseleri yorumlarken bu meşhur klişenin ne kadar tesirli olduğunu görmek mümkün…

Geleneksel dünyada mekan genelde mülk olarak tanımlanıyordu. Coğrafya ve siyaset modern dönemde olduğu gibi birinin diğerini araçsallaştırdığı alanlar değil, daha çok başka milletlerin yaşam biçiminin ve kültürünün tanınması/bilinmesi amacına matuf olarak işbirliği halindeydi. Westfalya süreci, mekanı sınır ve aidiyet üzerinden tanımlayan yolu açarak esasında bir anlamda geleneksel dünyanın mekanla/toprakla kurduğu ilişkinin değişmesine de öncülük etmiş oldu.’’Sınır’’olgusuyla beraber artık içine girilmesi izne tabi olan ‘’vatanlar’’ ortaya çıktı ki bu durum geleneksel dünyanın yabancı olduğu bir durumdur.Örneğin Westphalya öncesi Avrupa’sında mukim biri Osmanlı egemenliğindeki bir yere seyahat ettiğinde kendisine sorulan “nereden geliyorsun?” sorusuna ‘’christendom/Hıristiyanların yaşadığı bölgeden” cevabını verirdi.Yani geleneksel dünyada mekan, ya dini aidiyet üzerinden ya da Osmanlı da olduğu üzere bir ailenin mülkü olarak adlandırılırdı.Bilindiği üzere Osmanlı İmparatorluğu egemenlik sahasını tanımlamak için ‘’memalik-i Ali Osmani’’ veya ‘’memalik-i Şahane’’ ya da ‘’mülk-ü Ali Osmani’’ ifadelerinden birini kullanırdı ve buraları dar-ül İslam olarak,yani İslam’ın ilke ve prensiplerinin cari olduğu yer olarak kabul ederdi.Dar-ül İslam adlandırmasının itikadi bağlama taalluk ettiğinde şüphe yoktur.İktisadi,içtimai,siyasi,hukuki v.b alanlarda İslam’ın emrettiği ilişki biçimlerinin meriyette olup olmadığına bakılarak yapılan bir tanımlamadır dar-ül İslam. Mefhumun muhalifinden giderek söyleyecek olursak “dar-ül harb” İslama muğayir bir hayat tarzının ve ilişki biçimlerinin yürürlükte olduğu yeri tanımlar ve bu durumda Müslüman toplumun duruma müdahil olmak gibi bir sorumluluğu vardır.

Binaenaleyh ulus-devletleşme süreci en çok bünyesinde farklı etnik kimlikleri barındıran imparatorlukları etkiledi.19.yüzyıla gelindiğinde Osmanlı’nın da aralarında bulunduğu dönemin bütün büyük imparatorlukları bu süreçten nasibini aldı. Birinci cihan harbiyle birlikte artık dünya üzerinde imparatorluk, klasik anlamıyla, kalmamıştı. Bu savaş Osmanlı İmparatorluğunu, Rus Çarlığını,Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu ortadan kaldırdı.Sadece Osmanlı hinterlandında yirmiden fazla devlet türedi.Bu devletlerin ortaya çıkmasında etnisite,mezhep,meşrep ve aşiret/kabile gibi olgular rol oynadı.Bugünlerde sıklıkla dile getirilen Sykes-picot anlaşması ,esasında ,oryantalistlerce Ortadoğu olarak adlandırılan bu coğrafyanın ulus-devletlere bölünmesini temin eden bir anlaşmadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti de bu parçalanma sürecinde verdiği İstiklal Harbiyle kendi kaderine sahip çıkma iradesi göstererek başlangıçta bir İslam Devleti olarak kuruldu. Yeni kurulan devlet 1921 anayasasında kendisini tanımlarken ‘’devletin dini din-i İslamdır’’ demek suretiyle bir İslam devleti olduğunu tescil etti. Ancak bu madde 1924 anayasasından çıkarıldı.Çünkü aynı tarihte hilafet kurumu ilga edilmişti.Hilafetin ilgası bu devletin bir İslam devleti olmadığının tesciliydi.İslam’ın ilke ve şiarlarıyla verilen mücadele ve kazanılan zafer, yeni bir ulus yaratma amacıyla asli mecrasından saptırıldı.İmparatorluğun bünyesinden tevarüs edilen farklı etnik gruplar, gerek mübadele gerekse tehcir yoluyla ‘’sınır dışı ‘’ edildi.Başka diyarlarda yaşayan soydaşlar ise sınır içine alınarak ‘’Türk’’kimliği merkezli bir ulus-devlet ihdas edilmeye çalışıldı.Hatta Lozan’da Musul,Kerkük,Süleymaniye ve Erbil gibi şehirlerden Kürt yoğunluklu yerler oldukları için vazgeçildi.Dönemin Türkiye’sine vaziyet edenler, zaten yeterince Kürt nüfusa ev sahipliği yaptıklarını, daha fazlasının ‘’sorun’’ teşkil edeceğini düşünüyorlardı.Bugün dahi Kürt ve sorun kelimelerinin yan yana anılmasının sebebi bu tarihi arka plandır esasında.’’Sınır içini’’etnik ve kültürel olarak homojenleştirme amacı taşıyan ulusçuluğun,kendi dışındaki bir etnik grubu/ulusu ‘’sorun’’ olarak görmesi yaslandığı değerler sisteminin tabi sonucuydu.Ancak şaşırtıcı olan,Hıristiyanlık içi mücadelenin ürünü olarak ortaya çıkan ‘’ seküler mekan’’ algısının, kendisini İslam’a nispet edenler tarafından da içselleştirilmesiydi.Dar-ül İslam yerine vatanı öne çıkarmaya devam ettiğimiz sürece ulus devlet realizmiyle gerçek anlamda hesaplaşamayacağız.

 

 

Kamil ERGENÇ

NOT: Bu yazı'm Enderun Eğitim Yazıları Dergisi'nin 12.sayısında (Mart-2020) aynı başlıkla yayınlanmıştır.

 

Kaynakça

1-Kamus-ı Türki/Şemsettin Sami/İstanbul-1985

2-Türkçe Sözlük/Mehmet Doğan/Bahar Yay./İstanbul-1996

3-Türk Dil Kurumu Sözlüğü/tdk.org

4-Müfredat(Kur’an Istılahları Sözlüğü)/Rağıb El-İsfehani/Müretcimler: Doç.Dr.Abdülbaki Güneş-Yrd.Doç.Dr.Mehmet Yolcu/Çıra Yay./2006-İstanbul

5-Memalik-i Şahane’den Vatan’a/Sezgi Durgun/İletişim Yay./İstanbul-2011

6-Her Hicret Bir İnkılaptır/Ali Şeriati/Çev.Hasan Elmas/İhtar Yay./3.Baskı/İstanbul-1998

7-Modern Ulus Devlet/Ali Bulaç/İz Yay./2.Baskı/İstanbul-1995

8-Cereyanlar/Tanı Bora/İletişim Yay./3.baskı/İstanbul-2017

9-Yeni Bir Anlam Arayışı/Abdurrahman Arslan/Bilge Adamlar Yay./İstanbul-2013

10-Paradigmanın İflası/Fikret Başkaya/Özgür Ünv.yay./İstanbul-2009

11-Kavramlar Tarihi(Politik ve Sosyal Dilin Semantiği ve Pragmatiği Üzerine Araştırmalar)/Reınhart Koselleck/Çev.Atilla Dirim/İletişim Yay./İstanbul-2009

12-Üstün Ülke (El-Medinet-ül Fazıla)/Farabi/Çev.Dr.Seyfi Say/Kurtuba Yay./İstanbul-2015

13-Meşrutiyetten Cumhuriyete Din ve Siyaset/Dücane Cündioğlu/Kaknüs Yay./İstanbul-2005

14-Türkiye’de Din ve Siyaset/Şerif Mardin/Der.Mümtazer Türköne/Tuncay Önder/İletişim Yay./19.Baskı/İstanbul-2015

15-Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi(Metinler-Kişiler)/İsmail Kara/Dergah Yay./2.Baskı/İstanbul-2014

16-Hz.Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti/Celaleddin Vatandaş/Pınar Yay./4.Baskı/İstanbul-2007

17-Ulus-Devlet ve Coğrafyanın İnşası/Alaettin Özdoğan/Yüksek Lisans Tezi/Ankara Ünv.Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı/2003/ Erişim:Ulusal Tez Merkezi


AddThis
 

Yorum ekle