okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün541
mod_vvisit_counterDün527
mod_vvisit_counterBu hafta1714
mod_vvisit_counterBu ay11945
mod_vvisit_counterHepsi1838954

Derkenar(7)

“Başkasının yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu balyoz zannedermiş” diye bir söz vardır Anadolu’da. Kendisiyle büyülenmiş, bencil ve narsist tavrın/tarzın ve tutumun tasviri bakımından çok önemlidir bu söz. Sadece bireysel olarak değil toplumsal bağlamda da geçerlidir. Taşıdığı bencillik/kibir ve narsist eğilimler nedeniyle kendisi gibi olmayanlarla temas kurma becerisini kaybeden toplumların başına neler gelebileceğine ilişkin bir sonuç çıkarılabilir buradan. Yumruğunun gücünü abartanlar bu abartının neye mal olduğunu anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır. Nitekim Osmanlı modernleşmesi biraz da böyle bir perspektifin sonucudur. Savaş meydanındaki üstünlüğün sağladığı özgüvenle kendi dışındaki dünyaya karşı ilgisini kaybettiği için 16.yüzyıldan itibaren sırasıyla iktisadi, askeri, entelektüel ve siyasi etkisini kaybeden imparatorluğun yaşadığı travmaların acısı hala tazeliğini koruyor. Ancak bu süreçten hem fert hem de toplum olarak ders almış gibi görünmüyoruz. Köylülüğümüz “Yerlilik ve millilik” klişesi altında devam ediyor. Hem de küreselleşmenin neredeyse kemale erdiği bir zamanda. Dışımızdaki dünyada ne olup bittiğinden haberdar olmak bir yana, içeride bile kendisi dışındakilerle temas kurma liyakatini kaybetmiş “gettolardan” müteşekkil bir kitle haline geliyoruz. Her alanda mahkum olduğumuz tek boyutluluk, ufkumuzu daraltıyor ve içe kapanmacı bir yaklaşıma icbar ediyor. Sadece kendisi gibi düşünenlerle konuşmaya alışanlar, başkalarıyla sağlıklı iletişim kuramıyor. En iyi düşüncelerin, en doğru yargıların ve en mükemmel yaklaşım biçiminin kendisine ait olduğunu zannediyor. Bütün bir ömrünü de bu zan ile geçiriyor. Dışarıda ne olup bittiğini önemsemiyor ve yanılabileceğine ihtimal bile vermiyor. Başka yerlerde daha derinlikli ve nitelikli çabaların olabileceğine dair farkındalığa sahip değil. Düşüncesini başka düşüncelerle sınamadığı için kendisini yenileme ihtiyacı hissetmiyor. Çünkü küresel bir vizyona sahip olmak oldukça ciddi bir ilmi/entelektüel çaba gerektiriyor. Bu çabayı gösterecek sabır, sebat, tutarlılık ve cesaretten yoksun olduğu için kolay olanı seçiyor.

Yani kafa konforunun bozulmasını istemiyor. Ait olduğu gettonun üstadından/aydınından/aliminden/entelektüelinden/gazetecisinden başkasını tanımıyor. En sahih bilgilerin ve en muteber yorumların kendi gettosu tarafından temsil edildiğine ikna olmuş.Hakikatin parlaklığının ortaya çıkması için fikirlerin çarpışması gerektiği temel ilkesinden habersiz. Şuan elimizin altında bulunan gerek modern gerekse geleneksel döneme ait bilgi ve yorum birikiminin başka kültür havzalarıyla kurulan temasın sonucu olduğunu bilmiyor. Kendisi gibi düşünmeyenlerle kuracağı temasın zihinsel tekamülüne sağlayacağı katkıdan habersiz. Bu nedenle gettosunda mutlu ve huzurlu.Çünkü sadece orada anlaşılıyor ve alkışlanıyor. Şairin dediği gibi “insanlar hangi tarafa kulak kesiliyorsa diğerine sağır.” Oysaki 2003 yılında, meşhur Irak Tezkeresi mecliste oylanacağı zaman, Türkiye’de İslamcısından liberaline, sağcısından solcusuna her kesim “Irak’ta Savaşa Hayır” başlığı altında ortak tavır alabiliyor, ortak miting düzenleyebiliyor, ortak bir bildirinin altına imza atabiliyordu.Bugün birbirlerini görmeye bile tahammülleri yok…İslamcılar, devletin siyasi mahkumları terbiye etmek amacıyla cezaevleri üzerindeki ceberut elini sorguluyor, ”F tipi hücreye hayır” diyerek ölüm orucu eylemine katılanları ziyaret ediyor, röportajlar yapıyor ve dergilerinde yayınlıyorlardı. (Merak edenler Haksöz Dergisi’nin 2001 tarihli 118.sayısına,2003 tarihli 148.sayısına ve Yürüyüş Dergisi’nin 2001 tarihli 9.sayısına bakabilir.)

Farklı ideolojik tercihleri olmasına rağmen Sezai Karakoç’la Cemal Süreyya aynı sohbet ortamını paylaşabiliyordu. Merhum Ali Şeriati’nin derslerine her kesimden insanlar katılabiliyordu. İbn-i Rüşt’ün ve İbn-i Bacce’nin öğrencilerinin çoğu Müslüman olmayanlardan oluşuyordu. Gazali’nin felsefenin maksadına dair yazdığı eser/ler Batı’da ders kitabı olarak okutuluyordu. Habeşistan muhaciri Cafer(r.a)’in kralın huzurunda, hiçbir komplekse kapılmadan, Hıristiyan ulemaya yaptığı etkileyici konuşma, Kitab-ı Kerim’in muhatabına bahşettiği evrensel vizyonun idrakinde olmasının sonucuydu. Aynı Kitabın mensupları bugün kendi aralarında konuşamaz hale geldiler. Evrensel vizyonun yerini yerli ve milli hassasiyetler veya ulusal çıkarlar alınca “dışarısı” tehdit olarak algılanmaya başlandı. Artık her üstat sadece kendi hizbine/mahallesine/gettosuna hitap ediyor. Anlı şanlı “prof” larımız Edirne’yi ya da Ardahan’ı öte tarafa geçtiklerinde bir anda müktesebatları sıfırlanıyor. Çünkü söylemlerini yerli ve milli hassasiyetlere, ulusal çıkarlara veya etnik-mezhebi klişelere göre inşa etmişler. Küresel bir vizyona sahip değiller. “Ey insanlar“ diyen bir dinin mensubu olmalarına rağmen, ısrarla “sevgili hemşehrilerim” ya da “muhterem Müslümanlar” demeyi sürdürüyorlar. Aziz İslam’ı sadece Türklere özgü bir din olarak anlattıkları için, Misak-ı Milli sınırları dışına çıktıklarında bocalıyorlar. Hatta içeride bile herkese hitap ettiklerini söylemek güç. İslam düşünce geleneğini de ait oldukları kültüre göre yorumlamayı tercih ediyorlar. Buna göre Türkler için en uygun gelenek Hanefi-Maturidilik olarak öne çıkarılıyor. Böyle olunca Kürtlere Şafi-Eş’ari gelenek, Araplara Hanbeli-Selefi gelenek, İranlılara Şii-Caferi gelenek, mağriplilere ise Maliki-Zahiri gelenek kalıyor. Merhum Şeriati insanın dört zindanını yazmıştı. Tarih, toplum, tabiat ve benlik. Bugün yaşasaydı herhalde bunlara bir dört daha eklerdi: yerlilik, millilik, ulus-devlet ve hizipçilik…

 

05/05/2020

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

 

 

 


AddThis