okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün423
mod_vvisit_counterDün441
mod_vvisit_counterBu hafta1833
mod_vvisit_counterBu ay6632
mod_vvisit_counterHepsi1847412

Yeryüzünün Lanetlileri Avrupa'yı Taşralaştırabilecek(mi)?

Yazımın başlığını Fransız sömürüsüne karşı sömürgesizleşme mücadelesinin öncü isimlerinden olan Martinikli psikolog Frantz Fanon ile Avrupa’yı taşralaştırma önerisiyle dikkatlerimizi celbeden Hintli entelektüel Dıpesh Chakrabarty’ den ilham alarak koydum. Fransa’nın İslam’ın değerlerine yönelik saldırısının ardından yaşananlar ve bu saldırıdan çok önce(bilhassa Arap Baharı olarak bilinen süreçte) genel olarak Avrupa’nın takındığı tavır ve bu tavrın sonuçları bağlamında bu başlığın uygun olacağını düşündüm. Mustazaf halkların tiranlıklar karşısındaki duruşu ve direnişi modern tarihyazımının beyaz adamı kayıran yaklaşımına ciddi bir reddiye anlamına geliyordu. Edilgen, pısırık, itaatkar ve duygularının esiri olarak tesmiye edilen Doğulu(Müslüman) toplumların, batı aklıyla efsunlanmış totaliter rejimler karşısında özgürlük-onur-adalet arayışı bağlamında gerçekleştirdikleri eylemlerin bilerek ve isteyerek görmezden gelinmesi sıradan bir olay olarak değerlendirilemez. Gerçek devrimi sadece Batı aklından ilham alanların yapacağına inanan Avrupamerkezci yaklaşım, taktik ve stratejik gerekçelerle Müslüman halkların isyanına kayıtsız kalmayı tercih etti.Fakat küreselleşme realitesinin dünyayı küçük bir köy haline getirdiği bir vasatta bu kayıtsızlığın çokta fazla bir anlamı olmadı. Bilakis Batı aklının insanlık ailesine armağanı olarak kabul edilen ( ki bu kabul bile oldukça kibirli bir perspektifin sonucudur) ve evrenselleştirilen demokrasi-özgürlükler-eşitlik- sivil toplum gibi olguların aslında evrensel olmadığı (yani sadece beyaz adamın çıkarlarını korumakla amacıyla öne çıkarıldığı) anlaşıldı. Bunları söylerken Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabına Sartre tarafından yazılan önsözde dile getirilen “yerliler ideallerimize sadık olmadığımızı söylüyorlar. Demek ki ideallerimize onlar da inanıyorlar”(1) iddiasını sahipleniyor değilim elbette. Beyaz adamın ideallerine saygı göstermek zorunda değiliz. Bu idealleri sahiplenmek zorunda da değiliz. Vatandaşı olduğu ülkenin Cezayir’de işlediği cürümlere yakinen tanıklık eden Sartre “Tatlı dil şiddetin izlerini silemez. Sömürgeleştirilen ancak sömürgeciyi silahla sürüp atarak sömürge nevrozundan kurtulabilir. Bir savaşçının silahı onun insanlığıdır.”(2) Diyerek (bir anlamda) Avrupa’nın değerleri olarak evrenselleştirilmeye çalışılan demokrasi-insan hakları-özgürlükler klişelerinin aldatıcılığına karşı anarşizan bir duruşun öne çıkmasına öncülük etmektedir. Bu öncülüğü nedeniyle Fransız sağ/muhafazakarları tarafından vatana ihanetle suçlanacak ve idamı istenecektir. Ancak Fanon’un sömürgesizleştirme çabası Sartre gibi varoluşçu bir filozof üzerinde oldukça etkilidir. Temsilciliğini üstlendiği varoluşçu tezlerin tezahürlerini Cezayir direnişinde görmesi onu ziyadesiyle heyecanlandıracaktır.

Elbette ki, Avrupa’yı Fransa’dan ibaret görmek eksik bir değerlendirmeye kapı aralayabilir. Ancak kolonyal geçmişi ve modern Avrupa’nın inşasına yaptığı ideolojik ve siyasal katkı bu ülkeyi diğerlerinden farklı kılıyor. İber Yarımadası’ndaki Müslüman ilerleyişinin önünü kesen tarihsel misyonu ise onu emsalleri arasında bir adım daha öne çıkarıyor. İmparatorluk mirasından edindiği anti-İslam tecrübesini her fırsatta kullanmaya çalışmasına şaşırmamak gerek. Kaldı ki kolonyal geçmişi onu Müslüman toplumlar hakkında ciddi bir oryantalist birikimin varisi kılmıştır. Napolyon’un Mısır işgalinden derlediği olağanüstü bilgi birikiminden, Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesinin mimarlarına yaptığı ideolojik rehberliğe varıncaya kadar Müslüman toplumlarla oldukça yakın temasa sahiptir. Küstah ve kibirli tavrının ardında bu temasın sağladığı avantajı görmek mümkün…Mısır üzerine yapılan yürüyüşe, görevleri daha önce hiç olmadığı bir biçimde Mısır’ı gözlemlemek olan bir bilim ekibi de katılmıştır. Elde edilen sonuç yirmi dört ciltlik “Mısır Betimlemesi” adlı ansiklopedik çalışmadır. Bu çalışma için yazılan genel önsözde “Mısır’ın Afrika ile Asya arasında yer alan ve Avrupa’yla iletişimi kolay, eski kıtanın merkezi bir ülkesi olarak tavsif edilmesi (burayı beyaz adamın incelemesi için meşru bir yer haline getirmektedir). Homeros’tan Platon’a oradan İskender’e kadar uzanan kadim tarihten alıntılar yapılarak devam eden önsöz, “hatırı sayılır bir güç haline gelen herkesin, ister Asyalı ister Batılı olsun, gözünü Mısır’a diktiğine işaret ederek (bir anlamda buradaki varlığını ) meşrulaştırmış olur. (3) Mısır, İngilizlerin Hindistan deneyiminden sonra Beyaz adam için oldukça önemli bir operasyon alanı olacaktır. Afrika üzerindeki hegemonya buradan edilen tecrübeler ışığında tahkim edilecektir. Tunus-Fas-Cezayir ve ardından Orta Afrika ülkeleri üzerinde kurulan sömürgeci tahakküm bugün bile oldukça güçlü bir etkiye sahiptir. İkinci dünya savaşı sonrası süreçte bağımsızlıklarını kazansalar da sömürge öncesi dönemden farklı bir durum söz konusu değildir.Ulusal sembolleri, marşları ve meclisleri vardır. Ancak sömürgecinin miras olarak bıraktığı “akıl” ulusal/milli kültür içerisine zerk edilerek devam ettirilmektedir. Fanon’un da yerinde çözümlemesiyle “milliyetçi siyasi partiler hiçbir zaman sömürgecinin karşısına dikilme ihtiyacı hissetmezler. Tek yaptıkları sömürgeci burjuvaziden daha fazla iktidar istemektir.”(4) Milliyetçiliğin anti-emperyalist olduğu savı düpedüz bir göz boyamadan ibaretti. Bütün milliyetçilikler sömürgecinin ilham aldığı referans sisteminin ulviliğine iman etmişti. Ulusal bilincin inşasına yönelik atılan adımlar, sömürgecilerin referans sistemlerinden istihsal edilen ideolojik tortularla mümkün olabildi. Sürecin sonunda ulusal bilinç inşa edildi ve fakat (Müslüman toplumlar özelinde) pozitivist-seküler perspektifin meşruiyeti de tescillenmiş oldu. Vahiy ve nübüvvet bilgisi devre dışı kaldı.

Beyaz adam, günahlarını/cürümlerini/aşırılıklarını ve zalimliklerini gizlemede oldukça mahirdir. Susan Sontag’ın “insanlık tarihinin en derin kanseri” olarak nitelediği beyaz adam, iyi giyimli ve parlak suratlı bedeninin içinde kapkara bir kalp taşır. Çünkü O, “karga ile tilki” hikayesini dinleyerek büyümüştür. Başkasına ait olanı çalmasını iyi bilir. Çalmak için gerekiyorsa muhatabına hak etmediği methiyeler bile dizebilir. Merhum Şeriati’ nin ifadesiyle “bize geçmişte olağanüstü nitelikli medeniyetler kurduğumuzu söyleyerek önce güvenimizi kazanır. Ardından ise “bugüne söyleyecek bir şeyiniz yok” diyerek öldürücü darbesini vurur.”(5) Geçmişte inşa ettiğimiz medeniyetler bağlamında takdir edilmek bizi hoşnut eder. Ancak bu övgü ilerlemeci tarih tasavvurunun inşa ettiği bir zihnin ürünüdür. Bu zihin dinlerin geçmiş toplumların manevi/duygusal/mitsel ihtiyaçlarını temin sadedinde varolduğunu, bilimsel bilginin tekamülüyle artık hayattan çekilmeleri gerektiği tezi üzerinden hareket eder.Beyaz adam överken bile zehirlemektedir…

Fransa özelinde Avrupa’nın İslam’a karşı kibirli ve küstah tavrı karşısında Müslüman toplumların galeyana gelmesi beklenmeyen bir şey değildi. Bu galeyanın “attığın taş ürküttüğün kurbağaya değsin” sözü bağlamında nereye tekabül ettiği ayrıca tartışılmalı. Esaslı bir söylem ve eylem birlikteliğine ihtiyaç olduğu muhakkak.Tahrik altındaki zihnin düşünme yeteneğini kaybedeceği gerçeğinden hareketle sloganik, hamasi, popülist ve/veya anlık duygusal tatmin sağlayan eylemler yerine uzun erimli, sarsıcı ve bilinç inşa eden eylemlilikler üzerinde tefekkür etmek gerekiyor. Fransa özelinde Avrupa’nın Müslüman toplumları tahrik etmek için başvurduğu ve vuracağı yollar oldukça çeşitlidir. Onlar, Müslüman bilincin tahrikler karşısında kolaylıkla zaafa düşeceğini tahmin ettikleri (hatta bildikleri) için belirli periyotlarla bizi test ediyorlar. Onların beklentilerine uygun hareket ettiğimizde ( yani bu tahriklere kapılıp anlık tepkiler verdiğimizde), elleri altındaki oryantalist literatürden de destek alarak Müslüman(doğulu) toplumların (henüz) olmamışlığına dair kendi kamuoylarında dile getirdikleri tezviratların haklılığına mesnet bulmuş oluyorlar. Demek ki beklentilerine uygun olmayan tepkiler geliştirmek için çaba göstermek gerekiyor. Çünkü ne zaman ne yapacağı, hangi durumda nasıl davranacağı belli ve öngörülebilir olan kişi ve toplumlar hem manipülasyona açıktır hem de kolaylıkla sevk ve idare edilebilir. Bu önermenin tersi de doğrudur. Yani ne zaman ne yapacağı belli olmayan kişi ve toplumlar kolayca sevk ve idare edilemezler. Manipülasyona da açık değillerdir. Manipülasyona açık olmak, zihinsel sömürüye açık olmakla eş değerdedir. İktidarlar, karşılarında her zaman “öngörülebilir” davranışlarda bulunan bir toplum isterler. Öngörülemeyen davranışlarda bulunan kişi ve toplumlar genellikle tehlikeli addedilir. Bu nedenle ister siyasi ister iktisadi isterse de manevi iktidarlar olsun ellerindeki tüm imkanları (okul, medya-sosyal medya, seminer/konferans vb.) kullanarak muhataplarını öngörülebilir davranışlarda bulunan bir yığın haline getirmeye çalışırlar. Üzülerek söylemek gerekir ki, Müslüman toplumlar uzunca bir süredir “önceden kestirilebilir” eylemler ürettikleri için bu yığına dahil olmuştur. Bu yüzden şeytanca plan yapanlar kimi zaman bir karikatür, kimi zamansa bildiri veya konferans aracılığıyla hepimizin ayarını bozabiliyor. Oysa ki (teşbihte hata olmasın) Müslümanların “deli gibi” davranması gerekir. Deliyi korkutucu kılan şey, öngörülebilir davranmamasıdır. Sistem, kontrol ve denetim dışı olanlardan her zaman korkmuştur. Eğer Müslümanlar bugün nicelikleriyle orantılı bir caydırıcılığın mümessili olamıyorlarsa, kendilerini denetlenebilir kıvama getirdikleri içindir. Artık her şeyimiz şeffaf…Evlerimiz bile… Halbuki aziz Kur’an, şeytanın tuzaklarının muhlisler üzerinde etkili ol(a)mayacağını beyan ediyor. Demek ki muhlis olmak, kurulan tuzakları fark etmeyi tazammun ediyor. Şayet itikadımıza ihlasla bağlı isek endişe etmeye gerek yok. Peygamberimiz (s.a.v) “ size deli(mecnun) denmedikçe imanınız sahih olmaz” buyuruyor. Nitekim kendisi de en yakınları tarafından delilikle(mecnunlukla) suçlanmıştı. Delilikle suçlanan peygamberin ümmeti olan bizler, zekice atraksiyonlar peşindeyiz. Oysa ki zeka çoğu zaman pragmatik davranmaya meyillidir. Delice bir hayatı terk ettiğimiz için, zeki olanlar tarafından kolaylıkla sevk ve idare ediliyoruz. Bu süreçte Fransa özelinde Avrupa’nın kolonyal geçmişine dair çözümleme yaparak sömürgeci bilginin nasıl meşrulaştırıldığı hakkında nitelikli çalışmalar yapılabilir. Sömürgeciliğin ideolojik referansları deşifre edilerek kamuoyu farkındalığı sağlanabilir. Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesinin Fransa kültür ikliminden nasıl etkilendiği ve bu etkiden kurtulmanın yol haritası üzerinde çalışılabilir. Örnekleri çoğaltmak mümkün…

Chakrabarty’nin de eserinde dikkat çektiği üzere “dünyanın geri kalanının ölçüldüğü kıstası Avrupa’nın oluşturması”(6) hem bizi hem de bütün Avrupa dışı ulusları oldukça yakından ilgilendiriyor. Çünkü modern tarihyazımı tamamen Avrupamerkezciydi ve diğer toplum ve kültürler ilkel/primitif/barbar olarak kodlandı. Hatta Batı ve Doğu gibi kategorik ayrımlar ve karşıtlıklar bu tarihyazımının sonunda icat edildi. 18.yüzyıldaki bir Japon için Batı dendiğinde bu sözcüğün anlam dairesi içerisine Çin’de giriyordu. Doğu ise uçsuz bucaksız okyanustan ibaretti. Mekana yüklenen bu ideolojik anlam karşıtlık üzerinden konumlanmaya zemin hazırladı. Doğulu köklerinden rahatsız olan Avrupa Hıristiyanlığının kendini özel hissetmesini sağlayan bu karşıtlık, aynı zamanda varoluşsal bir zaruret halini aldı. Fransa Başkanı’nın “İslam’ın krizde” olduğuna dair vurgusu (esas itibariyle) bu Doğu-Batı ikili karşıtlığından besleniyor. Avrupa’nın kültür kodlarına uygun bir İslam icat etme arzusu taşıyor. Batı Hıristiyanlığı kendi tarihsel tecrübesinin aynısını İslam’ın da yaşaması gerektiği zannıyla hareket ediyor. Nasıl ki kendisi 1492’den itibaren Doğulu köklerinden koparak (yani Kudüs’e sırtını dönerek) Batı Roma kodları içinde (Avrupa’ya özgü olarak) yeniden var olduysa İslam’ında aynı tepkiyi vermesini bekliyor. İstiyor ki, İslam da Kudüs’e sırtını dönsün ve Avrupalı gömleğini giysin.Buna ister Batı İslam’ını inşa etmek, istersek te 11 eylül sonrasında daha da görünür olan İslam’ı ılımlı hale getirmek diyelim sonuç değişmez. Her ikisi de yeni bir yorumun gerekliliği üzerinden hareket eder ve bu yorumun Avrupa’nın kurucu paradigmasıyla ( yani Protestan Hıristiyanlıkla) barışık olmasının zarureti üzerinde durur. 11 Eylülün ardından yeni bir Kur’an tefsiri ve meali üzerinde çalışıldığı sır değildi. İslam’ın 21.yüzyılın koşullarına uygun olarak güncellenmesi arzusu “entegre edilemeyen boşluk” olarak tanımlanan Ortadoğu’nun ehlileştirilmesi için talep ediliyordu. Küresel istikbara karşı direniş örgütleyen odakların marjinalleştirilmesi bu amaca yönelikti. Soğuk savaş hikayesinin hitama ermesinin ardından “stratejik ortak” olarak tavsif edilen Türkiye’nin 11 eylül sonrasında “model ortak” lığa terfi etmesi de tesadüf değildi. Hem laikliği anayasal güvence altına almış olması hem de seküler/kapitalist/liberal değer sistemi ve dünya görüşüne olan teveccühüyle halkı Müslüman bir ülke olarak Türkiye’nin Ortadoğu’ya model olması arzulanıyordu. Mısır’da Mübarek’in devrilmesi sonrasında iktidarı devralanlara Türkiye’nin laikliği tavsiye etmesi bu bağlamda değerlendirilebilir. Afganistan ve Irak işgali için gerekçe olan 11 eylül saldırısı “şok doktrini” uygulamasının önünü açmıştı. George Bushla sert yüzünü bütün dünyaya (ama aslında Ortadoğulu Müslümanlara) gösteren sistem, Obama’ yla gönül almaya çalışacaktı. Ancak sözü edilen boşluk hala sisteme entegre edilemedi. Edilmesi de pek mümkün görünmüyor. İslam, sömürgecilerin ve onların sadık yarenlerinin tüm çabalarına rağmen küresel kapitalist/neo-liberal dünya görüşüne ve hayat tarzına karşı direnişini sürdürüyor. Batı’yı endişelendiren ve saldırganlaştıran da bu… Onlar,Londra belediye başkanı gibi Müslüman arzuluyorlar…  

Hıristiyanlık (özellikle de Batı Hıristiyanlığı) farlılıklarla bir arada barış içinde yaşamayı tarih boyunca (pek) başaramadı. Ya asimile etti ya da gettolara hapsederek dışarıda tutmaya çalıştı. Anidjar’ın deyimiyle “…din Batılı Hıristiyanlığın kendini kurmasına dayalı olarak aslında “ırk”la da bağlantılı bir kavramdır; ırk “din”i “din” de ırkı kurmuştur… Batı Hıristiyanlığında (ve daha sonraki ulusal bölünmelerinde) kan,embriyolojiye ve soykütüğüne,inanca ve ayine,yasalara ve göreneklere,şahıslara ve topluluklara,devlete ve kiliseye yatırım yapan ve bunlar tarafından yatırım yapılan en önemli element olmuştur.Kan Hıristiyani hayatın yönetici merkezi olmuştur.İşte bizim muhkem mirasımız,işte bizim Hıristiyanlığımız”(7) Modern bilgi sisteminin kılcallarına kadar nüfuz eden ırkçılık bu kültürel arka plandan beslenir. Bugün dahi Avrupa’ya göç edenler için özel alanlar (modern gettolar) inşa edil(ebil)mektedir. PEGIDA(Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar) hareketi başlangıçta marjinalken (üye sayısı 300) 2015’e gelindiğinde 20.000 üyeye ulaşıyor. CSU, parti programına “evde Almanca konuşma zorunluluğu” koyabiliyor. Alman oryantalizmi üçüncü kuşak Türkleri devşiriyor. Bu devşirme sayesinde Neo-Oryantalizm daha derinlikli sorular sorarak diasporadaki Müslümanlara muğlak ve amorf bir perspektif sunuyor.(8)

Avrupa tekbenciliği (Avro-Solipsizm) modern tarihyazımının kılcallarına kadar nüfuz etmiştir. Afrikalılar tarihlerini Avrupalı’nın oraya ayak basmasından sonraki süreç bağlamında yaşananlardan ibaret zannetmektedir. Yani esasında Afrika’nın tarihi yoktur. Afrika’ya ayak basan Avrupalı’nın burada yaşadıklarının ve gördüklerinin tarihi vardır. Benzer durum Hindistan için de geçerlidir. Hegel’in “tarihsiz halklar” ; Marks’ın “kendini temsil etme liyakatine sahip olmayan halklar” diye tesmiye ettiği Hindistan, beyaz adamın buraya adım attıktan sonraki yaşananları kendi tarihi olarak öğrenmek zorunda kalmıştır. Modern tarihyazımının “yazısı olmayanın tarihi yoktur klişesi” Hindistan’ın ve (aslında bütün Doğu’nun) şifahi kültürünü bir anda tarih dışı ilan etmiştir.

Amerikalı tarihçi Daniel J.Borstin 1955’te Porto Rico’ya yaptığı ziyaretin ardından “bu ada en azından 1898’de Amerikan Protektorası olana kadar kayda değer bir tarihe sahip değildir.” Diyecektir.(9)Bu söylem ,kayda değer tarihe sahip olmanın beyaz adamla temas kurmak sayesinde gerçekleşeceğine dair iyi bir örnektir . Bu tarihyazımı Avrupa dışındaki yerlerin değerlendirilmesinde Avrupalı gözlüğünü takmanın şart olduğunu iddia eder. Bütün tarihlerin egemen öznesi Avrupa olmak zorundadır. Avrupa dışı toplumların tarihçileri kendi tarihlerini yazarken Avrupa’ya referans verme ihtiyacı duyarken,Avrupalı kendi tarihini yazarken başkasını referans almaya ihtiyaç duymaz. Bu ilgisizlik onun akademik kariyerine de etki etmez. Husserl’e göre Batı (Yunan-Avrupa) felsefesi evrensel bilim üretme kapasitesine (mutlak teorik içgörüler) sayesinde sahipken Doğu felsefesi mitik-dini yapıda olduğu için bunu yapamaz.(10) Bu yüzden Avrupa’nın geçmişten bugüne gelinceye kadar etkili ne kadar düşünürü varsa, Fransa başkanının dile getirdiği “İslam’ın Krizi” klişesine referans olabilirler. Avrupa dışı toplumların henüz olmamışlıklarına yapılan vurgular ilerlemeci tarih perspektifinin sonucu olarak belirginlik kazanır. Türkiye’nin de yıllardır kapısında beklediği AB’nin kullandığı “henüz değil” dilinin tarihsel arka planında bu tarihyazımının etkisi vardır. Kendi dışındaki toplumların ne zaman kıvama geleceğine karar verme hakkını kendinde gören bu kibirli tavır, az gelişmiş-gelişmekte olan-gelişmiş gibi kategoriler icat ederek tarihselci perspektifi meşrulaştırır. Böylece kendisi daima gelişmiş kategorisinde kalarak kendisinden sonra gelenlerin nerede ve hangi seviyede olduklarına karar verme imtiyazını elde etmiş olur. Bu imtiyaz onun ilmi/entelektüel/bilimsel ayrıcalığı için işlevseldir.Gittiği her yere üç tür şiddeti de beraberinde götürür;

1- Epistemik şiddet

2- Ontik şiddet

3- Metodik şiddet

Epistemik şiddet; bilginin mahiyetine ve keyfiyetine dair çözümleme yapar ve neyin “bilgi” değeri taşıyıp taşımadığına karar verir. Bilginin nasıl tanımlanacağına, yorumlanacağına ve kavranacağına dair yol haritası çizer. Muhatabını da bu haritayı dayatır. Ontik şiddet; varlığın mahiyet ve keyfiyetine dair çözümleme yapar. Varlığın değerini, konumunu ve işlevini tespit eder.Metodolojik şiddet ise, ilk iki şiddet türüyle bağlantılı olarak, neyin nasıl yapılacağına, bilgi ve varlıkla hangi usul çerçevesinde ilişki kurulacağına dair tespitlerde bulunur ve bu tespitlerini bağlacı/tayin edici kılar.Bu üç şiddet türüne maruz kalan halklar paradigmatik bağımsızlığını kaybeder.Bu şiddet türlerinden kurtulmanın yolu karşı şiddet üretmek değil epistemolojik, ontolojik ve metodolojik bağımsızlık için çaba göstermektir.Avrupa’nın taşralaşmasının yolu da buradan geçmektedir. Chakrabarty’nin “Avrupalılar göç ettikleri yerlerde dahi kendilerini özne olarak konumlandırdılar. Hiçbiri dillerini kaybetmedi. Bilakis yerel dili dönüştürdüler. Oysaki Avrupa’ya göç eden bir yerlinin ilk kaybettiği şey dilidir.”(11) Tespiti bağımsızlığın inşasına giden yolun köşe taşlarından birinin dil/lisan olduğunu açık eder. Sözcüklerinin/kavramlarının hürriyeti için çaba göstermeyenler, zihinsel sömürgeleşmenin mağdurları ve madunları olarak yaşamaya mahkumdurlar. Yeryüzünün lanetlileri kendi cümlelerini kurmaya başladıkları anda “beyaz adam” tasını tarağını toplayıp tarih sahnesinden çekilecektir.

Kamil ERGENÇ

NOT: Bu yazı'm "Umran Dergisi"nin 315.sayısında aynı başlıkla yayınlanmıştır.

Yararlanılan Kaynaklar

1- Frantz Fanon/Yeryüzünün Lanetlileri/Çev.Şen Süer/Versus yay./2.Baskı/2013-İst.

2-Frantz Fanon a.g.e.

3- Kültür ve Emperyalizm/Edward Said/Çev.Necmiye Alpay/Hil Yay./4.Baskı/Eylül-2016/İst.

4- Frantz Fanon a.g.e.

5- Ali Şeriati/Öze Dönüş/Çev.Kerim Güney/Kitabevi Yay./4.Baskı/1999-İst.

6-Dıpesh Chakrabarty/Avrupayı Taşralaştırmak( Post-Kolonyal Düşünce ve Tarihsel Farklılık/Çev.İlker Cörüt/Boğaziçi Ünv.yay./1.Baskı/2012-İst.

7-Gil Anidjar/Kan(Bir Hıristiyanlık Eleştirisi)/Çev.Ahmet Demirhan/Ketebe Yay./1.Baskı/2018-İst.

8-Yasin Aktay/Küreselleşme,Çokkültürlülük,Sahicilik(Sosyoloji Temrinleri)/Tezkire Yay./2015

9-Daniel Woolf/Tarihin Küresel Tarihi/Çev.Mehmet Moralı/1.Baskı/2014-İst.Alfa Yay.

10-Dıpesh Chakrabary a.g.e.

11- Dıpesh Chakrabary a.g.e.


AddThis
 

Yorum ekle