okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün90
mod_vvisit_counterDün535
mod_vvisit_counterBu hafta2035
mod_vvisit_counterBu ay6834
mod_vvisit_counterHepsi1847614

Derkenar (22)

Türkiye üniversite/akademi havzası, henüz, epistemolojik ve metodolojik bağımsızlığını elde edemediği için, son birkaç yıldır, özellikle sosyoloji ve ilahiyat fakülteleri aracılığıyla Türkiye kamuoyuna iki görkemli yalan (dolması) yutturulmaya çalışılıyor. Bu yalanlardan birincisi “Z Kuşağı” klişesi adı altında yeni bir “tür” le karşı karşıya olduğumuz gerçeğini kabul etmemizi istiyor.Bu yeni “tür”ün öncekilerden (yani x ve y kuşağından) oldukça farklı ve hatta bağımsız olduğunu görmemiz ve onlara karşı tutum/tavır ve tarzımızı (bu gerçeğe göre) belirlememiz gerektiğini iddia ediyor. Modern sosyolojinin çizdiği kavramsal çerçeveye sadık kalmamız salık veriliyor ve bilimsel bilginin de bu kategorik ayrımı desteklediği savı öne sürülüyor. İnsanlık tarihini kategorik ayrımlara tabi tutarak çözümleme çabası modern bilgi sisteminin alamet-i farikası olduğu için X,Y,Z kompartımanlarından oluşan bu yeni tür çözümlemeye şaşırmıyoruz…19.yüzyılın ünlü pozitivist kuramcılarından Augouste Comte da toplumların tarihsel serüvenini üç aşamalı olarak yorumlamıştı.(Bu “üçlü” yorumlama çabasının “teslis”ten bağımsız olmadığını bilmekte fayda var. Modern paradigmanın bütün kavramlarının, Hıristiyan teolojisinden ilham aldığına dair daha ayrıntılı bilgi için Gil Anidjar’ın Ketebe yayınlarından çıkan “Kan: Bir Hıristiyanlık Eleştirisi” adlı kitabına bakılabilir. Halihazırda bizde de cari olan sosyoloji disiplininin temel amacı, Protestan burjuva uygarlığının tarihsel tecrübesinin insanlık ailesi için “kaçınılmaz” olduğunu ispatlamaktır. Dolayısıyla sosyoloji disiplininden ilham alarak sağlıklı bir Türkiye toplumu analizi yapılamaz ve nitekim yapılamıyor. Sosyal-siyasi-hukuki-iktisadi-psikolojik modern disiplinlerin “nötr” olmadığını bu vesileyle bir kez daha hatırlamakta fayda var.)

Augouste Comte, insanlık ailesinin teolojik ve metafizik evreleri geçerek pozitivist evrede karar kıldığını; din olgusunun pozitivizm öncesi toplumların korku/hayal/büyü gibi psiko-patolojik durumlarının sonucu olarak ortaya çıktığını; aydınlanma devrimiyle birlikte bilimsel bilginin ve rasyonalitenin egemenliğine geçildiğini ve dolayısıyla artık dine ihtiyaç kalmadığını iddia etmişti. Bugün de X,Y,Z kuşakları adı altında yapılan ayrımın benzer bir muhtevaya sahip olduğu ( ve Hıristiyan teolojisinden imgeler barındırdığı) söylenebilir. Buna göre X kuşağı (takriben 1950-1980 arası) kırdan kente göç eden ilk kafileyi temsil ediyor. Bu kafilede yer alanlar, kırsalın/taşranın/köyün tüm özelliklerini üzerinde taşıyor. Bu özellikler ise (genelde) dinle bağlantılı olarak öne çıkar. Yani X kuşağı dindar, mutaassıp, ataerkil, eril vb. karakterdedir. Y kuşağı ise(takriben 1980-2000 arası) X kuşağının çocuklarıdır. Bunlar kentte doğmuştur ve fakat hala baba/ata kültüründen tam olarak sıyrılamamıştır. Bir yanıyla kente adapte olmaya çalışırken diğer yandan geleneksel kodlarını da muhafaza etmeye çalışmaktadır. “İki arada bir derede kalmak” tabiri bu kuşak için kullanılır. Babasının-annesinin geleneksel dindarlığını küçümser. Onun yerine ideolojik kamplardan birine angaje olur…Z kuşağı ise(takriben 2000 ve sonrası) Y kuşağının çocukları olarak kentleşmenin doyuma ulaştığı ve dijital dünyanın içine doğmuştur. X kuşağıyla (yani dedeleriyle) temasları ya çok zayıftır ya da zaten görmemişlerdir. Babalarından da geleneksel kodlara ilişkin pek bir şey aldıkları söylenemez. İdeolojilerin sona erdiği(!) bir zamana gözlerini açtıkları için daha özgürdürler(!) Yani bu kuşak dini/geleneksel/ideolojik kodlara yabancıdır. Kentin seküler/profan/ladini/pragmatist ve oportünist ikliminde yetiştikleri için bunlar ayrı bir “tür” dür. Buraya kadar söylediklerim (kabaca) modern sosyolojinin çözümlemesi. Dikkat edilirse bu çözümlemede din, köylü/taşralı bir bağlama hapsedilmiştir. Kuşaklar arası ilişkiler birbirinden bağımsız olarak ele alınmış ve toplum bir bütün olarak değil parçacı olarak değerlendirilmiştir. İlerlemeci tarih tasavvuruna meşruiyet kazandırılmıştır. İdeolojilerin bittiği varsayılmaktadır. Böylece gençler, kendilerinden önce yaşa(y/n)anların ehemmiyetsiz olduğuna inandırılmaya çalışılmış ve geçmişin tecrübesinden istifade etmek yerine, içine doğduğu anın akışına uygun hareket etmeleri istenmiştir. “Geçmişten kopuş” sadece geleneksel/ideolojik kodlardan kurtulmayı içkin değildir. Aynı zamanda,modern sosyoloji ve tarih disiplinleri aracılığıyla,ilkel/arkaik/primitif/tarihsel bağlama hapsedilen vahiy ve nübüvvet bilgisinden de kopuş demektir. Binaenaleyh genç kuşakların ( özellikle de Müslüman gençlerin) mübarek İslam’ın inkılabi doğasından bihaber yaşamalarını temin etmeyi amaçlamaktadır.

Öte yandan meselenin (bir de) kapitalist iktisadi düzene yaptığı katkı boyutuyla da değerlendirilmesi gerekir. Şöyle ki, kapitalizm toplumları kompartımanlara ayırarak her kompartıman için ayrı bir tüketim pazarı/müşterisi oluşturmakta ve bu pazarın sürekliliğini sağlamak için de azami gayret göstermektedir. “Z Kuşağı Moda”, “Z Kuşağı Sinema”, “Z Kuşağı Eğlence” vb. kategoriler bütünüyle pazarın egemenliğini tahkim etme amacına matuftur. Her kuşağın bağımsız/müstakil bir mevcudiyetinin olduğuna dair söylem, hem bireyselliğin tervici bağlamında oldukça işlevsel bir rol oynamakta ve önceki kuşakların mirasından teberri etmenin yolunu açmakta hem de pazarın sorunsuz işlemesine katkı sunmakta. Modernitenin, geleneği yok ederek ve bütüncül perspektifi zaafa uğratarak mevzisini tahkim ettiği gerçeği hatırlandığında, şahitlik ettiğimiz bu süreci anlamak daha da kolaylaşır. Merhum Şeriati’nin “şirk sosyolojisi” dediği parçacı değerlendirme metodunun hayata,bilgiye ve tarihe tevhidi perspektiften bakması gereken Müslümanlar arasında da karşılık buluyor olması (tek kelimeyle) inhiraftır. Yaklaşık iki asırdır Batı’nın hem teknolojik hem de ideolojik ve kavramsal çöplüğü olarak yaşamaya mahkum olan Türkiye’nin( ve birçok halkı Müslüman ülkenin) acil olarak üniversite/akademi havzasının epistemolojik ve metodolojik bağımsızlığı için ter dökmesi gerekiyor. Yoksa yalan dolmalarını yutmaya devam edeceğiz.

Türkiye kamuoyuna yutturulmaya çalışılan ikinci yalan ise birincisiyle bağlantılı olarak okunması gereken “gençlerin deizme yöneldiği” yalanıdır. Geleneksel kodlarından/geçmişinden/ideolojiden koptuğu varsayılan gençler için öngörülen yönelim “elbette” ki deizmden başkası olamazdı…(Muhtemelen ilerleyen yıllarda nihilizmi de tartışırız.) Ancak burada bir sorun var…Bir kişinin deist olabilmesi için oldukça yüksek düzeyli bir felsefi müktesebata ihtiyacı var. Bir kere Aristo’yu çok iyi bilmesi gerekir. Çünkü deist olmak (bir anlamda) Aristo gibi düşünmek demektir. Aristo ise pagan/putperesttir. İçine doğduğu Grek/Yunan politeist kültürünün çocuğudur. Ona göre tanrı en mükemmel varlıktır ve bu nedenle (bayağılıkların olduğu) dünya ile ilgilenmez. Kendi göksel aleminde yine kendini temaşa eder. Çünkü mükemmel olan (ancak) mükemmel olanla meşgul olur. Aristo’nun tanrı tasavvurunda vahiy de yoktur nübüvvet te…

Deist olmak için sadece Aristo tahsili de yetmez. Beraberinde vahiy ve nübüvvet olgusunun mahiyeti ve keyfiyetine dair de ciddi bir zihinsel çaba gerekir. Yani “vahiy nedir ne değildir?” ve “nübüvvet gerekli midir değil midir?” sorularına cevap vermek icap eder. Ardından vahiy-akıl ilişkisine dair çözümleme yapma ehliyet ve liyakatine sahip olmak lazım gelir. Tüm bunlardan sonra kişi şayet “ben vahiy ve nübüvvet bilgisi olmadan da sahih/adil/hak üzere bir hayat yaşayabilirim” diyebiliyorsa o zaman onun deist olduğuna kanaat getirebiliriz. Deizme yöneldiği söylenen Türkiye gençliği arasında bu soruları gündemine almış birinin olduğunu zannetmiyorum. Hatta bırakalım gençliği, akademi bile bu konularda (eğer alanı değilse) kafa yormuyor.

Dolayısıyla genç kuşakların deizme yöneldiği iddiasının bir karşılığı yok. Olan şey (kanaatimce) şu:

1-Genç kuşaklar kamu erkini elinde tutan dindar kadroların, dindarlıklarıyla mütenasip olmayan bir hayatın mümessili olduklarını hatta ultra-seküler bir yaklaşımı benimsediklerini gördükleri için, erk sahiplerine ve onların şahsında İslam’ın değerlerine karşı mesafeli durmayı tercih ediyorlar;

2-İslam, hayatın bütününe nüfuz edici olmaktan ziyade yalnızca manevi bir tatmin vasıtası olarak anlaşıldığı/yaşandığı ve dindarlık (genelde) ritüellere endekslenip bireysel boyutu itibariyle terviç edildiği için, bugünün küresel gerçekliğine maruz kalan genç kuşaklar tarafından anlaşılamıyor. İslam’ın kamusal alana (siyasi-hukuki-iktisadi v.b) ilişkin de iddiası olduğunu dile getiren İslamcı ideoloji ise (bir süredir) Muhafazakar Kemalizm tarafından massedildiği için, meydan, ya dini “narkoz” olarak kullananlara ya da Luther olma arzusuyla yanıp tutuşanlara kaldı. Her iki durumda da vaziyet iç açıcı değil…

Erk sahipleri bu süreci çözümleme ehliyet ve liyakatinden yoksun oldukları için(çünkü modern sosyolojinin kavramsal çerçevesini kullanıyorlar),gençliğin gidişatını daha fazla imam hatip okulu ya da ilahiyat fakültesi açarak düzelteceklerini zannediyorlar. En büyük handikap ta bu... Hayata dokunmayan dinin, teorik mülahazaların konusu olmaktan öteye gidemeyeceğini bilmelerine rağmen bunu yapıyorlar. Din, erk sahipleri eliyle dayatılmaya başladığında (benzerine geçmişte de çokça rastlanacağı üzere) kendisinden nefret edilen bir olgu haline gelir. Hıristiyanlık bu yüzden paramparça oldu… Sekülerliğin Avrupa’da bu kadar revaçta olmasının temel sebebi Katolikliğin despotik, hurafeci, çileci ve ultra-denetimci doğasıdır. İslam’ın son Elçi(s.a.v) aracılığıyla tarihe vurduğu silinmez damga, dayatarak değil ikna ile oldu… Yüce İslam’ın istisnai ferdiyet manifestosu, ahlak ve adalet öğretisi Roma-İran uygarlıklarının köleci, totaliter ve seçkinci düzenlerini darmadağın etti. Narkozcu mollalar eliyle mübarek İslam’ı Katolik kültürün ardılı gibi göstermeye çalışanlar kadar; onlara tepki olsun için elitist/üsttenci ve bağımlı akademisyenler marifetiyle Luther/Calvin çizgisinin Protestan perpektifini cilalayanlar da bu ülkenin ve ümmetin mezarını kazmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Genç kuşakların gittiği yer hakkında endişe edenlerin evvela kendi konumlarını/pozisyonlarını gözden geçirmeleri gerekiyor. Mükerrem ve mübeccel İslam’ın put kırıcı söyleminin eşlik edeceği inkılabi eylemlilik çabasının temsilciliğini üstlenmeye aday olanların öncülüğünde hareket eden kadrolar, bugünün gençliği için bir muştu olabilir.

13/12/2020

Kamil ERGENÇ

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız  

 

 

 


AddThis