okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün864
mod_vvisit_counterDün527
mod_vvisit_counterBu hafta2037
mod_vvisit_counterBu ay12268
mod_vvisit_counterHepsi1839277

Tek Parti İktidarı (Türkiye'de Seçimler 1923-1946)

Tek Parti dönemini; arşiv, gazete ve çeşitli basılı kaynaklardan faydalanılarak inceleyen eser zamana tanıklık etme ve yorumlama anlamında ciddi bir çalışma olmuştur. Kitabın özetinden ziyade analizini yapmaya gayret edersek şu sonuçları çıkarabiliriz:

            Osmanlı’nın son dönemlerinde baş gösteren ve İttihat ve Terakki çevresinde oluşan siyasi gelişmeler kendisini; “Meşrutiyet Kanunları” ve “Meclis-i Mebusan” gibi yapılarda göstermiştir. Bu yeni gelişmeler daha çok Avrupa’dan esinlenerek ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler 1923 yılına kadar devam etmiş ve Cumhuriyetin ilanıyla yeni bir sürece girmiştir.

            Yeni süreci her şeyin yeniden yapılandırıldığı bir süreç olarak okumak doğru olmayacaktır. Yani 1923 öncesi süreci doğru anlamak için en azından 1908’li yıllara gitmek lazım; hatta Abdülhamit öncesine.

1923 yılında yapılan seçimlere bakarsak milletvekillerinin; Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya’dan oluşan çoğunluk göze çarpmaktadır. (Yeni bir yapı değil devam ede gelen bir sürecin yaşandığı aşikardır.)

            Türkiye coğrafyasını aşan bir meclis yapısından bahsedilebilir. Türkiye sınırlarını gözeten milli bir meclis ve yönetim kurmaya çalışılsa da Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Selanik doğumlu olması nedeniyle bu engele takılmış ve “milli meclis” uygulamasından vazgeçilmiştir. (Sayfa: 27)

            8 Nisan 1923 tarihinde Mustafa Kemal Paşa o günlerde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi sıfatıyla birinci mecliste bulunmuş ve sonrasında cemiyetin ismini Halk Fırkası olarak değiştirmiştir. Artık sahnede Halk fırkası vardır. Mebus (milletvekili) tayin yetkisi kayıtsız ve şartsız Mustafa Kemal Paşa’ya (kendi talebiyle) bırakılmıştır. (Sayfa:36)

(Bu süreç 1946 yılına kadar böyle devam etmiş; tüm adaylar bir kişi tarafından belirlenerek halka sunulmuştur.)

            Hatta uzun bir süre seçilecek mebus sayısı kadar aday gösterilmiştir. Yani bir ilin beş vekil hakkı varsa yine beş aday ve tek parti adayı halka sunulmuştur. (Bu yapıyla “seçim-cumhuriyet-demokrasi” gibi kavramlarla adeta halk aldatılmıştır.)

            Bir kısım halk zaman zaman önlerine gelen isimlerin haricindeki isimlere de oy verme cesaretini! Göstermiştir. (Sayfa:41)İdam edilen milletvekilleri bile seçilebilme özgürlüklerini! yaşamışlardır. (Sayfa:42)Bağımsız adaylar bile Halk Fırkası tarafından belirleniyordu. Bu nasıl bağımsızlıktı? (Sayfa:45)

            Seçilme korkusu yaşayan adaylar birden fazla ilden aday gösterilerek seçilme garantisi sağlanmıştır. Bu yöntemle halkın yanlış yapma! ihtimali de ortadan kaldırılmıştır. (Sayfa:47)İkinci meclisin %30 a yakını 1908’den beri mecliste olması ilginç. (Sayfa:48)

            Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde seçilenlerin eğitim seviyelerinin düşük olması bugün bile analiz edilmesi gereken tarihi bir sorun. (Sayfa :55)İlk dönmelerde din eğitimi almış olanların oranı %25’lerde iken (sayfa:55) bu oran giderek düşmüş ve 1946 ya gelindiğinde (sayfa:327) %1’e düşmüştür. (Bu düşüş iki türlü değerlendirilebilir: Birincisi; Cumhuriyet Halk Fırkasının bilinçli bir tasarrufu, ikincisi; din eğitimin zamanla azalması. Milletvekillerinin meslek grupları incelendiğinde asker kökenlilerin her dönemde yüzde olarak başı çekmesi bir tercih sebebi olarak okunmalı. Türkiye’de yaşanan askeri darbeler ve askeri baskı unsurlarının arkasındaki tarihi arka planda bu geçmişi okumak gerekir. Bunun izleri uzun bir dönme daha devam edecek gibi görünüyor.)

            Meclisi oluşturan milletvekillerinin çoğunluğu bir sonraki mecliste de görev almış ve yaş otalaması da haliyle yükselerek devam etmiştir. Bu sürek 1946 yılına kadar devam etmiştir. Bunda meclis tecrübesinin önemsendiği gibi masum bir bakış açısıyla bakabiliriz. Bir de otoriteye sadakati de göz ardı etmemeliyiz. Otoriteye sadakat Türk siyasi tarihinde vazgeçilmez bir ahlak haline gelmiştir.

            O zamanki cumhuriyet rejimine itirazlar da olmuş ve bu yönetim sisteminin diktatörlüğe gideceği endişesinde olanlar da olmuştur. (Sayfa:63)

            İstiklal Mahkemelerinin spesifik bir davalar zinciri (hilafetin kaldırılma sürecinin başlangıcı) için tesis edilmesi manidardır. (Sayfa: 65) Evrensel ve vicdani hukuk algısına sığmayacak (kürek mahkumiyeti ilginç) kararlar verilmiş ve daha sonrasında mahkemenin verdiği kararlar siyasi olarak telafi edilmeye çalışılmıştır. (Bu günlerde de yaşanan olayları acaba 60/70 yıl sonraki nesiller nasıl yorumlayacaklar?)

            Halifeliğin kaldırılması konusunda dönemin meclisinde yapılan tartışmalar manidar. Bazı milletvekilleri hilafetin Türkiye için gerekli olduğunu savunabilmişlerdir. (Sayfa:67) 3 Mart 1924’de Halife Abdülmecit yurtdışına çıkarılıyor. İngiltere, İspanya ve Belçika gibi birçok Avrupa ülkesinde halen bin yıllık siyasi geleneklerinin uzantıları olarak “krallık” sembolü üzerinde bir sahiplenme varken Türkiye’deki bu tahammülsüzlüğe yorum yapmak zor geliyor. (Dini bir sembol olarak “papalık” halen işletilirken “hilafet” kavramı bu topluma öcü olarak gösterilmiştir. İlginçtir, her şey tek akıldan yürütülürken bazen akl-ı selim kendine yer bulabilmiştir. Örneğin; meclisi feshetme yetkisi cumhurbaşkanına verilmek istenmiş ama bu madde meclisten geçmemiştir. (Sayfa:70) Acaba bu yasa teklifine karşı çıkan vekiller bir sonraki seçimlerde aday gösterilmiş midir?)

            Şeyh Sait ayaklanması sonrası hükümet Takrir-i Sükûn Kanununu çıkararak bir gazeteyi kapatmıştır. (Sayfa:75) Devletlerin refleksini anlama konusunda tarihi ve ibretlik bir hadise. Burada hukuk müesses nizam mücadelesi olarak kendini göstermektedir. Çünkü hukuk kurulu sistemin kendi normları içerisinde sağlıklı çalışabilmesi için bir araçtır.

            Takrir-i Sükûn Kanununu uygulamaları devamında Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası (Başkanı Kazım Karabekir) da kapatılmış ve şimdilik başka bir partinin zararlı olacağı düşüncesi hâkim olmuştur. (Bu halka iki parti fazla gelmiş ve halk eski kodlarına dönmenin sinyallerini vermiştir.)

            Takrir-i Sükûn Kanununu gibi İstiklal Mahkemeleri de Atatürk’e suikast iddiası-girişimi üzerine özel olarak kurulmuştur. Tutuklananların arasında Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Rauf Orbay gibi daha sonraları Türk siyasi tarihinde yer almış isimler bulunmaktadır. Bu yargılama sürecinde 13 kişi idam edilmiştir. Ankara Valisi bile idam edilmiştir. Sistem kendini halen güvende hissetmemektedir. (Sayfa:78-79) İnönü döneminde küskünler olarak isimlendirilen bu grupla beraber olmanın yolları aranmıştır. (Sayfa:246) (Demek ki siyasi davalar yıllara sari yön değiştirebilmektedir.)

            İdari ve siyasi yapı bir sisteme oturtulamamış ve arayışlar devam etmektedir: Milletvekili aday sayıları, seçim bölgeleri, parti-devlet ilişkisi üzerinde her dönemde değişikliklere gidiliyor.

            Yıllar geçiyor ama siyasi seçimlerde sıkıntılar devam ediyordu. Muhalefete ihtiyaç vardı. Muhalefet de sistemin içinde kalmalıydı. 1930 yılında CHF’den istifa ettirilen 13 Milletvekili Serbest Cumhuriyet Fırkasını kuruyor. (Sayfa 89) (Hiçbir şey şansa bırakılmamalıydı.)

            Cumhuriyet Halk Fırkasının 15 Ekim 1927’deki kurultayında Mustafa Kemal Paşa’nın yazdığı Nutuk altı günde 36,5 saat süren bir sürede okunmuş ve partinin nizamnamesi olarak kabul edilmiştir. Laiklik ilkesi de ilk defa konuşulur olmuştur. (Sayfa:103) Atatürk’ün Nutku bir parti beyannamesi mi, yoksa bir devletin anayasa felsefesinin temeli mi?

            1928 yılında yapılan anayasa değişikliğiyle devletini dininin İslam olduğu madde hükmü kaldırılmıştır. Yine bu anayasa değişikliği ile milletvekilliği yemin metinlerinden “vallahi” ifadesi yerine “namusun üzerine söz veririm” ifadesi konulmuştur. (Sayfa:107) (Bu tür değişiklikler; bir milletin kodlarını değiştirmenin çabaları olarak görülebilir.)

            Yeni sistemin halkın her kesimine yaygınlaştırılması çabaları olarak “köylüler” ve “ameleler” den milletvekili adayları gösterildi. (Sayfa:121)

            Seçimleri en iyi takip eden gazete Cumhuriyet gazetesiydi. Bu konuda o kadar mahirdi ki mesela; seçim sonuçlarını seçimlerden bir gün öncesinde yazabiliyordu! (Sayfa:135)

            Dördüncü mecliste (1931-1935) asker kökenli milletvekilleri ilk defa yüzdelik çoğunluğunu çiftçi-tüccarlara kaptırmıştır. (Sayfa:152) Şimdiye kadar yapılan seçim sistemine yapılan eleştiriler olsa gerek, milletvekili adayları halkın içinden seçilmeye gayret edilmiştir. Rejim aslında kendi zihniyeti gereği bunun bir risk olduğunu fark etse de kontrolü elden bırakmamıştır. Muhalefeti de kendi içlerinden oluşturulması, vekil adaylarının CHF genel başkanı ve Cumhurbaşkanı sıfatıyla tek kişi tarafından seçilmesi gibi önlemler alınmıştır.

            CHF’den bağımsız bütün sosyal faaliyet yürüten örgütlere baskılar uygulanarak kapatılmıştır. Türk Ocakları da bundan nasibini almış ve 1932 yılında yeni kurulan Halkevlerine devredilmiştir. (Sayfa: 157) Halkevleri ise 1951 yılında Adnan Menderes iktidarında kapatılmıştır. (Bu noktada biraz düşünüp analiz yapmak gerekir. Siyasi erk kullanılarak elde edilen bütün kazanımlar gün gelir yine başka bir siyasi erk tarafından kaybedilebilir. Bu seçim demokrasisi sisteminin kaçınılma sonucudur. Günümüz STK formatındaki yapılar da maalesef gün gelecek kazanımmış gibi görünen faydaları tek tek kaybedecektir. Bu süreci ve sonu iyi okuyarak insana yatırım yapmak gerekir; yoksa kurumlar ve yapılar kimseye mülk değildir.)

            Ekonomide devletçi politikaların uygulanması nedeniyle 1920-1939 yılları arasında Türkiye ekonomisinde önemli bir büyüme oranı yakalanmıştır. (Sayfa:160) Liberalizmin ve kapitalizmin ekonomideki yansımaları değerlendirilirken devletçi ekonomilerle (Çin örneği de göz önüne alındığında) kıyaslaması doğru yapılmalıdır. (Unutmayalım ki bugün dünyaya hâkim olan ekonomik güç devletlerin değil sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az bir zümrenin elindedir. Onlarla mücadelenin yöntemlerini uzun uzun analiz etmek ve hayata geçirmek lazım. Tabii ki bunların zor işler olduğunun da farkındayım.)

            Ezan’ın Türkçe okunmasına ilk defa 23 Ocak 1932 yılında İstanbul’da Yerebatan Camii’nde başlandı. 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti döneminde bu uygulama kaldırıldı. (Sayfa:163) On sekiz yıl devam eden bu uygulamayı henüz Osmanlı bakiyesi olduğunu unutmayan bir topluma dayatmadan sonuç alınamayacağı tahmin edilebilirdi. (Bu tutmamıştı bekli ama birçok devrimci uygulamalar toplum hafızasını silme noktasında başarılı olmuş. Dil, yazı, kılık-kıyafet ve sosyal yapıda yapılan birçok değişiklik de başarılı! sonuçlar alınmıştır.)

            1935-1939 yıllarını kapsayan beşinci meclis döneminde “Altı Ok” tanımlanmış ve Kemalizm’in prensipleri olarak benimsenmiştir. İlk defa “Kemalizm” ifadesi rejimin anahtar kelimesi olarak kullanılmaya başlanmıştır. (Sayfa:209) Hatta Altı Ok, 1937 yılında Anayasa değişikliği ile devletin temel ilkeleri haline getirildi. (Sayfa:213)CHP artık kendini parti değil de devletin ta kendisi gibi görmenin uç uygulamalarını hayata geçirmeye devam edecektir. Bunun en absürt örneği parti genel sekreteri ile iç içleri başkanlığının; il başkanlığı ile valiliğin birleştirilmesidir. (Sayfa:209)Gerek güvenlik sorunları gerekse de seçim bölgelerinin yeniden oluşturulması gerekçeleriyle Türkiye’nin siyasi ve coğrafi yapısı sürekli değiştirilmektedir. Bunun en acı sonuçları 1935-1938 yılları arasında Dersim’de yaşandı. Komutan-vali olarak atanan bir paşa yönetiminde şehirde çıkan olaylar sonucunda binlerce kişi hayatını kaybetti (Sayfa:211-212) (Anlaşılan bugün de yaşanan Doğu ve Güneydoğu güvenlik ve yönetim sorunları Türkiye’nin tarihi derinlikleri olan kronik bir sorunu olarak devam etmektedir. Burada bir iki cümle ile çözüm önerileri sunarak çözülecek bir konu gibi görünmüyor ama şu da bir gerçek ki; güvenlik sorunu mu sosyolojik bir sorun mu? Soruyu doğru sorarsak cevabı da doğru verebiliriz.)

            Rejim kendi kodlarını hayata geçirmeye devam ediyor. Cuma gününü tatil olmaktan çıkarıp yerine cumartesi-pazarı ikame ediyor.(Sayfa:214) O günlerde bunun gerekçesi uluslararası iş dünyası ile entegre olabilmek olarak gösterilmişti.

            Mustafa Kemal ile İsmet İnönü arasındaki anlaşmazlıklar derinleşince 20 Eylül 1937’de İsmet İnönü başbakanlıktan istifa eder. Yerine Celal Bayar getirilir. (Sayfa:216) (Şimdiki CHP’lilerin göstermeye çalıştığı gibi kuzu sarması bir Mustafa Kemal-İsmet İnönü ilişkisi hiçbir zaman olmamıştır.)

            Günümüz de halen önemli siyasi aktörlerin ikinci veya üçüncü kuşak olarak siyasete devam ettiklerini görüyoruz: Faik Öztrak, Hasan Rıza Soyak, Emin Sazak

            İsmet İnönü döneminde milletvekili aday adayları ikinci seçmenlerin karar verici olduğu yoklama usulü ile yapılmıştır. Ancak bunun sonuçları hiçbir zaman açıklanmamış ve bu usul partiden uzaklaştırılmak istenenler için bir kalkan olarak kullanılmıştır. (Sayfa:229)

            Türkiye özellikle II. Dünya savaşında yoğun bir dış politika sürecinden geçmiştir. (Sayfa:264-266) (O dönemlere de bakarsak; ülkeler arasında sürekli düşmanlıklar veya sürekli dostluklar olmadığı gibi bu ikisi aynı anda da olabiliyor. Dolayısıyla Türkiye-ABD-Rusya-İran-Suriye vs. ilişkilerini bu prensiple baktığımızda anlamlandırabiliriz. )

            Köy enstitüleri ve Varlık Vergisi halen konuşulan tartışılan konulardandır. Varlık vergisi ile yapılmaya çalışılan gayrimüslim ve dönmelerin servetlerine el koymak mı, yoksa vergi sistemi kurmak mı? Bu soru kendi arasında tezat gibi görünüyor. (Sayfa:271)

            1943-1946 altıncı dönem seçimlerinde CHP 455 olan milletvekili sayısının üzerinde 533 aday adayı göstermiştir. (Sayfa:274) Yaklaşık yirmi yıldır insan aklıyla dalga geçen CHP, vitrin değiştirme gayreti içerisine girmiştir. Yoksa zihniyette bir değişiklik yoktur. Zihniyet neydi: az-küçük olsun ama bizim olsun.

            Seçimlerin bir bayrak-şenlik havasına çevrilmesi ve üzerinde ses sitemi (hoparlör) kurulu kamyonetin İstanbul’da gezdirilmesi ilginç.1945 yılı meclis bütçe görüşmelerinde; CHP milletvekilleri Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Emin Sazak hükümeti sert bir dille eleştirmişlerdir. (Sayfa:309) CHP geçmişinde çok görülmeyen bu çıkış farklı siyasi arayışların kapısını aralamıştır.

            (CHP’den ihraç edilen ve istifa eden milletvekilleri 1946 yılında Demokrat Partiyi kurmuşlardır. Demokrat Partinin çıkışını doğru okumak gerekir. CHP’nin aday süzgecinden geçerek gerekli kriterleri üzerinde bulunduran ama yürütülen siyasete de itirazı olan bir profilden bahsediyoruz.)

ELEŞTİRİLER

-          Milletvekilleri analizleri birçok açıdan yapılmış ama bölge milletvekillerinin yerellikleri üzerinden; eğitim, yaş ve meslek bilgileri de verilebilirdi.

-          Tarihler verilirken çoğunlukla yıl verilmediği için birkaç sayfa geriye gidip bakma ihtiyacı oluyor. Bu da dikkat dağınıklığına neden oluyor.

 

Ali TANDOĞAN

-         


AddThis
 

Yorum ekle