okumali

Site İçi Arama

Ziyaretçi İstatistikleri

mod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_countermod_vvisit_counter
mod_vvisit_counterBugün74
mod_vvisit_counterDün441
mod_vvisit_counterBu hafta1484
mod_vvisit_counterBu ay6283
mod_vvisit_counterHepsi1847063

Müslüman Toplumlar Madunluğun Girdabından Kurtulabilecek Mi?

Başlıkta yer alan “madun” sözcüğünü post-kolonyal okulun önemli temsilcilerinden Gayatri Spivak’ın dikkat çektiği bağlamda, yani edilgenleştirilen, sessizleştirilen(sesi kısılan), ötekileştirilen,altta kalmaya mahkum edilen,hem zihinsel kem de fiziksel anlamda mülksüzleştirilen,bilgi üretim sürecine katılması engellenen,marjinalleştirilen kişi ve toplumlar anlamında kullanıyorum. Spivak’ın Türkçe’ye “madun konuşabilir mi?” başlığıyla tercüme edilen eserinden ilham alarak seçtiğim “madun” sözcüğünün, oryantalist literatürün sömürgeciliğe (operasyonel anlamda) mesnet teşkil etmeye başladığı 18.yüzyılla birlikte halkı Müslüman beldelerde tezahür eden “yeni durumun” anlaşılmasına katkı yapacağını düşünüyorum. İlk olarak Antony Gramsci “ hegemonya altında, tarihsel kişiliği olmayan,tabi olan” anlamlarında kullanmış madun sözcüğünü. Sömürgeciliğin yalnızca askeri araçlarla değil bir bilgi sistemi (epistemoloji) üzerinden oldukça profesyonelce yürütüldüğü; düşünme biçimi, varoluş algısı, dünya görüşü ve hayat tarzı dayatmasında bulunduğu gerçeği hatırlandığında “madun” sözcüğünün manası daha iyi anlaşılabilir. Nitekim 20.yüzyılda cereyan eden iki büyük savaşın birincisi imparatorluklar devrini kapatıp Protestan burjuva kültür kodlarının ilham verdiği ulus-devlet aklını ve pratiğini ikame etti. Böylece doğrudan sömürgeciliğin (kolonyalizm) yerini dolaylı sömürgeciliğin(neo-kolonyalizm) aldığı yeni bir süreç başladı. Şimdilerde ise adına post-kolonyalizm denilen daha yeni(!) bir süreçten bahsediliyor. Bu yeni gibi görünen ve fakat aslında sadece ambalajı farklı olan süreç, sömürgeciliğin bittiği algısı oluşturarak, özgürlük/bağımsızlık sayıklamaları arasında, vaktiyle imparatorlukların yerine ikame ettiği ulus-devletlerin de altını oyarak rolünü oynuyor. İdeolojilerin bittiği,meta-anlatıların devrinin geçtiği,hakikat diye bir şeyin olmadığı, pluralizmin (çoğulculuk) tek makul ve mümkün yol olduğu yönünde dayatılan yeni gerçeklik(ler)le karşı karşıyayız. Aslında “Post” ve “Neo” ekleri hem önüne geldikleri ideolojinin hem de ilerlemeci tarih tasavvurunun meşruiyetini tescillemiş oluyor. Böylece bilinen insanlık tarihindeki en radikal kırılma (sapma da diyebiliriz) ve temel amacı İslam’ı/Müslümanları mağlup etmek olan modern paradigma sanki tarihin doğal seyri içerisinde vücut bulmuş ve insanlığın hayrını murat eden bir gerçeklik(miş) gibi algılanıyor. Bugünün Müslüman aydını/entelektüeli de başında neo ve post önekleri olan ideolojileri yeni bir şey(miş) gibi ambalajlayıp sunarak (bir anlamda) zihinsel savrulmalara katkıda bulunmuş oluyor.

Hem Neo-Kolonyalizm hem de post-kolonyalizm nihayetinde,“beyaz adamın” doğuştan üstün ve yetenekli olduğuna dair anlatıyı küreselleştirme amacıyla misyon üstlenmiştir.Bu misyonun sonucu olarak ortaya çıkan “madun” sadece Müslüman toplumlarda değil,Doğulu tüm uluslarda rastlayabileceğimiz bir gerçekliktir. Bu bağlamda başlıkta sorduğumuz soruya “evet” cevabını verebilmenin yolu, evvela beyaz adamın (halihazırda küreselleşme temayülü gösteren) ideolojik referanslarının İslam noktay-ı nazarından teşrih masasına yatırılması, içeriğindeki burjuva Protestan kodların deşifre edilmesi, kendi dışındaki toplumların fiziksel ve zihinsel varlıklarının nasıl tarumar edildiğine ve ırkçı-seküler-kapitalist karakterinin insanlığa neye mal olduğuna dair farkındalık oluşturulması gerekiyor. Sonrasında ise mübarek İslam’ın iktisadi-içtimai-siyasi-hukuki v.b beyanının, beyaz adamın inşa ettiği kavramsal ve kurumsal gerçekliğin sınırlarına bağlı kalmadan, sarih bir biçimde tebellür etmesiyle mümkündür. Elbette ki sadece teorik düzlemde değil Müslüman halkların sosyal gerçekliğinde karşılığı olan boyutları da hesaba katılmalıdır. Bu durumda Müslüman toplumları birbirine karşı (ve birbirinin hasmı kılan) ulus-devlet realitesi başta olmak üzere modern bilgi sisteminden ilham alarak inşa edilmiş sosyal bilimler literatürüyle yüzleşmek gerekecektir. Kendini Batı’nın gözüyle görmeye alışan, tavrını/tarzını/tutumunu/yönelimini ve tercihlerini buna göre belirleyen, siyasi-iktisadi-hukuki-entelektüel meşruiyetini tescillemek için Avrupalının/Amerikalının gözünün içine bakan Müslüman toplumlar için haysiyetli bir gelecekten bahsedilemez.

Doğu-Batı ikili karşıtlığına gerekçe oluşturmak değil amacım. Bu karşıtlığın epistemik şiddetten beslendiğinin farkındayım. Doğu’yu önce icat edip sonra onun üzerinden kendini tanımlayan aklın haddinden fazla araçsal, pragmatik, oportünist, ırkçı ,seküler olduğunu biliyorum. Bu nedenle bu yazıda Batı derken belli bir coğrafyayı ötekileştirmek/ düşmanlaştırmak/marjinalleştirmek niyetinde değilim. Aynı şekilde Doğu dediğimde de bütünüyle masum bir coğrafyayı kastetmiyorum. Doğu ve Batı sözcükleri coğrafi bir bölgeye atıf yapmanın dışında oldukça ideolojik bir içerikle yüklü oldukları için meseleyi anlaşılır kılmak amacıyla kullanıyorum. Sömürünün olduğu yerde sömüren ve sömürülen olmak üzere iki taraf vardır. Burada sömürüyü mümkün kılan sadece sömürenin güçlü olması değildir. Öyle olsaydı şayet 20.yüzyılda Ortadoğu-Asya ve Afrika’da halkı Müslüman beldelerde zuhur eden bütün ulus-devletlerin gerçek anlamda bağımsız olduğunu söylememiz gerekirdi. Oysa ki tamamına yakını sistematik olarak sömürülmeye devam ediyor. Sömürülenin sömürülmeye müsait(elverişli) olması durumunu gözden ırak tutmamak gerekir.

Öte yandan Doğu toplumlarının Batı literatüründe kendileri hakkında yazılıp çizilenleri içselleştirdiğini ve hatta kendisini tanı(mla)mak için bu literatürden istifade etmeyi zaruri gördüğüne de dikkat çekmek isterim. Yani “ben kimim?” sorusuna cevap vermek isteyen Doğulu, “beyaz adamın” ürettiği bilgiyi referans almak zorunda hissediyor kendisini. Şayet beni/bizi (doğuyu-Müslümanları) beyaz adam tanımlayacaksa,daha baştan mağlup (yani madunluğun girdabında debelenmeye razı) olmuşuz demektir. Çünkü bu tanım özellikle 1492’den sonra burjuva protestan aklın egemenliğinde şekillenmiştir. Bu aklın birincil amacı İslam’ı mağlup etmek, onu alternatif olmaktan çıkarmak ve mensuplarını da tarihin arka odasına (çöp sepetine de diyebiliriz) atmaktır. Nitekim bilimin 17.yüzyılda kazandığı yeni anlam sayesinde bütün disiplinler (özellikle de sosyal bilimler) Avrupa’nın yaşadığı sosyal-siyasal-iktisadi-hukuki evrimi bütün bir insanlık ailesinin kaderi olarak kodlayacak ve bunu da sosyoloji-antropoloji-arkeoloji-etnoloji-tarih aracılığıyla yapacaktır. Yahudi-Hıristiyan ittifakıyla mümkün olan bu yeni durum, en olgun meyvesini 20.yüzyılın ilk yarısı bitmek üzereyken İsrail’in kurulmasıyla verecektir. Anglo-Sakson kültürün (ve pek tabi ki Protestan burjuva pragmatizminin) ana istinatgahı olan İngiltere’nin riyasetinde Kudüs, asırlar sonra nebevi geleneğe ihanet edenlerin eline geçecektir. Müslüman toplumların “ümmet” bilincine sahip ol(a)madıklarının en görünür delili Kudüs’ün Siyonistlerce işgalidir. Denebilir ki Kudüs, nebevi geleneğin son temsilcisi Cenab-ı Peygamber(s.a.v)’in izinden gidenlerin idaresinde olmadıkça “İslam Dünyası” ndan bahsetmek mümkün olmayacaktır. Öte yandan gözden ırak tutulmaya çalışılan bir başka hakikatte şudur ki, sadece Kudüs değil, aziz ve mübarek kıblemiz Kabe de işgal altındadır. Bu işgal ise Ömer Fahrettin Paşa Medine’yi terk etmek zorunda kaldığında başlamıştır ve halen devam etmektedir. Müslüman toplumların modern paradigma karşısında yaşadıkları düş kırıklığını,mağlubiyet psikolojisini istismar ederek,özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, (neo-selefi/vehhabi) doktrin aracılığıyla nüfuz ettiği her yeri emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda endoktrine eden “Suud aklı” siyonizmden daha fazla tehlike saçmaktadır. Nitekim bu akıl, Körfez monarşileriyle de ittifaklar yaparak, İsrail’in güvenliğini teminat altına almayı öncelikli görev addetmiştir. Bir yandan petro dolarlara yaslanan iktisadi (maddi) gücü diğer yandan ise Mekke-Medine gibi bütün Müslümanların hürmet ettiği iki aziz beldeye ev sahipliği yapmanın verdiği “manevi güç” aracılığıyla Suud, halkı Müslüman beldelere kolaylıkla nüfuz edebilmekte ve oraları emperyal/kolonyal müdahaleye müsait/elverişli hale getirebilmektedir. Çeçenistan direnişinin Suud’un neo-selefi doktrin ihracıyla mecrasından saptırıldığını hatırlamak gerekir. Suriye’de halkın direnişi başladığında Eset rejiminin hapishanelerdeki selefileri neden serbest bıraktığı meselesini de teşrih masasına yatırmak gerekiyor. Literatüre “Arap Baharı” olarak geçen, ezilmiş/horlanmış/aşağılanmış Müslüman halkların isyan hareketleri Suud’un ( yanına Körfez’in diğer tiranlarını da alarak) oldukça profesyonel müdahaleleri sayesinde (emperyalist-sömürgeci odakların rızasına muvafık olarak) etkisizleştirilmiştir. Özellikle Mısır’da gerçekleştirilen darbeye verdiği destekle çok kritik bir rol oynayan Suud, adına Ortadoğu denilen bu coğrafyada huzur ve sükunun tek gerçek zemini olan İran-Mısır-Türkiye ittifakını baltalamak için küresel sistemin taşeronluğunu üstlenmiştir. Afgan-Sovyet savaşı sırasında Üsame b.Ladin-Abdullah Azzam üzerinden Orta ve Güney Asya’ya sızan Suud aklı özellikle Taliban’ın ortaya çıkış süreci ve sonrasında doktriner etkisiyle Afganistan’ın istikrarsızlaştırılmasında hayati rol oynamıştır. Sovyetlere Afganistan’da Vietnam yaşatmak isteyen ABD’nin Suud-Pakistan hattıyla kurduğu sıcak ilişki, Taliban’ın palazlanmasında önemli rol oynamıştır. Hatırla(t)mak gerekir ki Taliban nevzuhur bir yapı değildir. Batılılar tarafından icat edilmemiştir. Kendisini besleyen ciddi bir sosyolojik zemine sahiptir. Özellikle Pakistan medreseleri bu konuda oldukça işlevsel bir rol oynamıştır. Acı ama gerçek şu ki sadece Taliban değil halkı Müslüman beldelerde zuhur eden tüm örgütler (İŞİD, Boku Haram, Şebab, El Kaide,FETO v.b) yoktan var edilmiş yapılar değil bilakis Müslüman toplumların modern paradigmayla karşılaşmaları sonucu ortaya çıkan yeni sosyolojisinin ürettiği gerçekliklerdir. Demek ki, ideolojik aidiyetleri ne olursa olsun,örgütleri emperyalistlerin yarattığına dair anlatı ziyadesiyle kolaycı bir çözümlemedir.İster dini iddialı isterse seküler olsun hiçbir örgüt yoktan var edilemez. Her örgütün güçlü ya da zayıf mutlaka sosyolojik bir tabanı vardır. Emperyal emelleri olan ülkeler bu örgütlerin beslendiği sosyolojiyi iyi tahlil ederek kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek ister. Örgütler genellikle “kapalı devre” çalıştıkları (yani şeffaf olmadıkları ve kolektif akla yabancı oldukları için) emperyalistler tarafından araçsallaştırılmaları, manipüle edilmeleri kolaydır. Örgütün başındaki karizmatik kişiyi ikna etmek yeterlidir. Bu yüzden tüm emperyalist odaklar “tek aklı/tek adamı” sever. Çünkü kolektif aklı ikna etmek zordur. Bu akıl, şeffaflıktan yanadır ve eleştiriye azami derecede önem verir. Eleştirinin olduğu yerde düşünsel tekamül imkanı vardır. Böyle ortamlar (kolay kolay) manipüle edilemez/aldatılamaz… Ama tek akıl öyle değildir… Yanılma ihtimali daha yüksektir… İslam dünyası toplumlarının en büyük zaaflarından biri (ve belki de en önemlisi) kolektif akıldan yoksunluktur. Çünkü eleştiri kültürü (tam manasıyla) oluşmamıştır ve bundan dolayı da düşünsel tekamül zayıftır. Cemaat yapılarının ekserisi karizmatik kişilerin kontrolündedir ve özeleştiriye kapalıdır… Merhum Aliya İzzetbegovic “elimde olsa İslam dünyasının bütün mekteplerine “tenkit” dersi koyardım.” Derken kastettiği (kanaatimce) budur.

Seküler/Stalinist çizgiyi temsil ediyor olmasına rağmen PKK/PYD/YPGgibi örgütler bile Müslüman toplumlardan taraftar/militan/sempatizan devşirebilmektedir. Tüm bu örgütler yeri geldiğinde emperyal amaçlar için araçsallaştırılabilmektedir. Ama bu durum onların emperyalistler tarafından üretildiği anlamına gelmez. Taliban için de durum aynıdır. Afgan sosyal gerçekliğinin sonucudur. Bu gerçekliğin farkına varanlar Afganistan’daki iktidar değişiminden maksimum fayda devşirmenin yolunu arayacaktır. Nitekim Türkiye’nin de aralarında bulunduğu Çin-Rusya-Tacikistan-Özbekistan-Hindistan-İran hatta Avrupa’dan kimi ülkeler Taliban’la müzakere zemini arayışına girdiler. Doğu Türkistan’da İslam’a savaş açan Çin, Taliban gibi “radikal” bir örgütle masaya oturmakta sakınca görmüyor. Moskova’da PYD’ye ofis açma izni veren Rusya ‘da aynı şekilde… ABD-Taliban görüşmelerinin Katar üzerinden yapılıyor olması yukarıda Suud aklı özelinde dikkat çektiğim neo-selefi/vehhabi/ literalist yaklaşımın tesir alanını göstermesi bakımından manidardır. Malum Katar, hem refahtan şımarmış Körfez tiranlıklarının hem de küresel kapitalizmin baronlarının “zahiri aşırılıklarına” ev sahipliği yapan “yapay ve sentetik bir “garnizon devlet” tir. Böyle bir yerin Taliban’la müzakere üssü olması, küresel kapitalist sistemin direksiyonunda olanların emellerini açık etmesi bakımından dikkat çekicidir. Başını Suud’un çektiği Körfez tiranlıklarının küresel kapitalizmle Taliban arasında oynadığı “arabulucu” rol, Müslüman toplumların nasıl bir yarına uyanacağının işaretlerini taşıyor. Afganistan’ı yaklaşık kırk yıldır neo-selefi doktrin üzerinden iğfal ederek (buranın) emperyalizmin operasyon sahası haline gelmesinde (Pakistanla beraber) oldukça önemli bir rol oynayan Suud/Körfez aklı, Müslüman toplumların sahih bir perspektif inşa ederek modern/post-modern paradigmayla yüzleşme ve aşma kabiliyeti geliştirme imkanlarını baltalama görevini 21. Yüzyılda da sürdürecek gibi görünüyor. Binaenaleyh Suud’un bu tutumu devam ettikçe Ortadoğu’nun selamete erişmesi mümkün görünmüyor.

Öte yandan, Türkiye özelinde, Taliban( ve benzerlerinin) literalist doktrininden kaynaklı “kaba softa ham yobaz” söylemini/tutumunu/tavrını ve tarzını gerekçe göstererek,burjuva Protestan kültür kodlarıyla içiçeliği aşikar olan modern paradigmayı (Fransız devrimi pratiğinden ilham alarak) ithal eden Osmanlı-Cumhuriyet seçkinlerine minnet ve şükran duymamızı isteyen hatırı sayılır bir kitle de var. İki kötü arasında tercih yapmak zorundaymışız gibi… Cumhuriyet modernleşmesinin kazanımlarına işaret edip, Taliban özelinde, İslam’ın ilkel/primitif/arkaik/barbar bir değer sistemi olduğuna inanmamızı bekliyorlar. Dinin manevi bir tatmin vasıtası olarak işlevsel olabileceğine ya da (ihtiyaç halinde) ulus-devlet çıkarlarının teminat altına alınmasında rol üstlenebileceğine inanıyor ve fakat aynı dinin siyasi-iktisadi-içtimai-hukuki v.b alanlara vaziyet edebileceğine, ontolojik-epistemolojik ve metodolojik referans kaynağı olabileceğine inanmıyor, ihtimal vermiyorlar. Zihinsel sömürüye maruz kalmanın sonucu olarak ortaya çıkan bu durum tam da “beyaz adamın” istediği Müslüman modeli olarak belirginlik kazanıyor. Küresel sistem (bir yandan) Suud riyasetindeki Körfez tiranlıkları eliyle, aziz ve mübarek İslam’ı (tıpkı Katoliklikte olduğu gibi) incelik-derinlik ve zarafetten uzak,bağnaz,şiddet üreten,karanlık ve sadece cezai müeyyideler içeren bir gerçeklik olarak sunmak suretiyle Müslüman toplumları modern/post-modern/seküler/kapitalist/neo-liberal gerçeklikle uzlaşmaya davet ederken, diğer yandan ise (uzlaşmak istemeyenler için) batıni/içrek/işraki/ezoterik bir perspektif önerisinde bulunarak etkisizleştiriyor. Her halükarda kendisini emniyete alıyor… Esasında her iki durumda da Müslümanların “madunluğu” devam ediyor ve hatta kalıcılaşıyor. Çünkü ister literalist/zahiri yoruma isterse de batıni/içrek/işraki yoruma teşne olsun fark etmez dışarıdan tanımlanan, yorumlanan bir gerçeklik var karşımızda. Bir türlü kendi tercihlerinin öznesi (ve elbette kendisi) ol(a)mayan, nerede durduğu ve neyi temsil ettiği hususunda modern paradigmanın şekillendirdiği sosyal bilimler disiplinlerine referans vermek zorunda kalan bir gerçeklik… Tanımlayan değil tanımlanan, belirleyen değil belirlenen, özne değil nesne, etken değil edilgen…

Bu durumun ortaya çıkışında Mısır’ın kolonize edilme sürecinin rolünü hatırlamak yararlı olabilir. Napolyon’un Mısır seferi klasik işgal girişimlerinden farklı olarak, askerlerin yanında filolog,antropolog,tarih felsefecisi v.b bilim adamlarının da olduğu bir operasyon olarak istisnaidir. Bu operasyona çıkmazdan evvel Napolyon oryantalist literatürün Doğu/Müslüman toplumlar hakkında ürettiklerinden ziyadesiyle istifade etmiş ve kanaat önderlerinden şu tavsiyeleri almıştır:

a) Etnik-mezhebi farklılıkları alabildiğine derinleştir ve bu farlılıkların birlikte yaşama iradelerini tahrip et.

b) Batıni/içrek/işraki/ezoterik/mistik yaklaşımları destekle ve özendir.

Yaklaşık iki asır önce yapılan bu öneriler bugün de (ne eksik ne fazla) yürürlüktedir. Denebilir ki Müslüman toplumlar yarının dünyasına haysiyetli-onurlu bir şekilde erişmek istiyorlarsa (öncelikle) etnik-mezhebi farklılıklarını “sorun” olmaktan çıkarmaları gerekiyor. Ancak 20.yüzyıla ulus-devlet aklıyla tanışık-barışık ve hatta içselleştirmiş olarak merhaba diyen Müslüman toplumların zihinleri ziyadesiyle kirlenmiştir. Bu kirlerden arınmak kısa sürede mümkün görünmemektedir. Oldukça yoğun ve sistematik çabalara ihtiyaç vardır. Burjuva protestan kültürün siyasal tecrübesi/gerçekliği olarak tarih sahnesine çıkan ulus-devlet, toplumu/ülkeyi bir makine gibi tasavvur etmiş, devleti ise bu makinenin mühendisi olarak konumlandırmıştır. Hegel’in tarifiyle söyleyecek olursak ulus-devlet tanrının yeryüzündeki yürüyüşünün temsilidir.

Ulus-devlet boşluktan nefret eder. Standartlaştırmaktan yanadır. Bir etnik kimliği merkeze alarak diğerlerini ona göre tanımlar/tarif eder. Bu tanım ve tarife razı olmayanları tedip eder, hizaya getirir. Toprağa “sınır” çizerek kutsar ve kutsadığı bu toprak üzerinde tanrı buyruğunun değil rasyonel/araçsal aklın egemenliğinden yanadır. Sınırları içindeki herkesi kendi ürettiği (aslında manipüle ettiği ve çarpıttığı) bilgi ile endoktrine eder. Meşruiyetini sağlamak için tarihi yeniden yazar. Hatta olabildiğince kadim, şanlı bir tarih icat eder. Dinin ehemmiyetinin farkındadır. Ulusun bilincinden dini soyutlayamayacağını bilir. Bu nedenle ulusal bir din dili ikame etmeye çalışır.

I.Dünya savaşı imparatorluklar devrini kapatıp ulus-devlet örgütlenmesinin küre ölçeğinde cari olduğu bir sürecin fitilini ateşledi. Hilafete ev sahipliği sapması münasebetiyle ayrıcalıklı konuma sahip olan Osmanlı’nın bünyesinden yirmiden fazla devlet çıktı. Bu devletler içinde sadece Türkiye, sınırlarının cetvelle çizilmesine izin vermedi. Kendisine dayatılan emperyalist gerçeklikle( Sevr anlaşması bağlamında) uzlaşmak yerine, kendi gerçekliğini inşa etmeyi yeğledi ve başardı. Bu başarı Türkiye’nin doğrudan sömürgeleşmesini engelleyici bir rol oynadı. Henüz 16.yüzyılın ikinci yarısında Avrupalı tüccarlara imtiyaz tanıyan (kapitülasyon) Osmanlı Devleti, 19.yüzyıldan itibaren “yarı sömürge” durumuna düşmüştü. Türkiye’nin I.Dünya savaşı sonrası verdiği mücadele bu yarı sömürgenin “tam sömürge” olmasını engellemeye matuftu. Ancak Türkiye, sınırlarının cetvelle çizilmesine razı olmamanın bedelini ağır ödedi. Osmanlı’dan Cumhuriyete tevarüs eden modernleşme tecrübesi burjuva Protestan kültür kodlarının (sorgusuz sualsiz) ithaliyle sonuçlandı. Böylece Türkiye’nin İslami referanslar temelinde bir sosyal gerçeklik inşa etme imkanı ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Ulemanın yerini aydınlar/gazeteciler/münevverler aldığı için epistemolojik-ontolojik ve metodolojik bağımlılık had safhaya çıktı. İktisadi-siyasi-hukuki-içtimai-akademik tüm sahalar bu bağımlılıkla malül hale geldi. Artık kendi sözcüklerimizle değil “beyaz adamın” sözcükleriyle konuşuyorduk. Bu durum “madunluğumuzu” pekiştirdi. Ulus-devlet aklına teslim olmanın sonucu olarak milliyetçi referanslar ana istinatgahımız oldu. Fakat burjuva protestan uygarlığının Doğulu/Müslüman toplumlara milliyetçilik aracılığıyla nüfuz ettiğini fark edemedik. Böylece milliyetçilik bir yandan ulusun onurunu-şerefini-vakarını-izzetini-bağımsızlığını koruduğunu iddia ederek mevzisini tahkim ederken diğer yandan İslam’ın ulusal bilinci zaafa uğrattığını, kültürel asimilasyona aracılık ettiğini söylüyordu. Böylece ulusa özgü din icat edildi. Arap İslam’ı, Türk İslam’ı,Fars İslam’ı,Kürt İslam’ı v.b… Müslümanların düşünsel mirası da bu ulusal din diline göre kategorize edildi. Türklere Maturidi-Hanefi gelenek, Kürtlere Şafii-Eş’ari gelenek,Araplara Selefi-Hanbeli Gelenek, İranlılara ise Şii-Mutezili gelenek uygun görüldü.Ümmet bilincini zaafa uğratan bu yaklaşımın halen yürürlükte olduğunu üzülerek müşahede ediyoruz.

Ulusal zindanlardan çıkıp zaaflarımızla yüzleşmedikçe Müslüman toplumların bu parçalanmışlık halinden kurtulması kolay görünmüyor.Ortadoğu özelinde bu yüzleşmeyi yapabilecek tarihi-kültürel-entelektüel derinliğe sahip üç ülkeden bahsedebiliriz. Türkiye-İran ve Mısır… Gerek tesir sahalarının genişliği, gerek oldukça dinamik genç nüfusları ve gerekse de İslam kültür ve medeniyetine yaptıkları katkı itibariyle bu üç ülkenin (şayet bir mutabakat zemini inşa edebilirlerse) bölgenin (ve dünyanın) huzur ve sükununa ciddi katkıları olacağını söyleyebiliriz.Bu zeminin inşa edilmesi halinde,bu ülkeler,kapitalist/neo-liberal dünya sisteminin tekerine çomak sokarak yeni bir düzenin inşası yolunda mazlum-mustazaf halklara önderlik edebilecek kapasiteye de sahiptirler. Çanakkale ve İstanbul boğazlarıyla Türkiye, Hürmüz Boğazı’yla İran, Süveyş Kanalı’yla Mısır Dünya deniz ticaretinin ana omurgasını oluşturuyorlar. Ayrıca bu ülkeler siyasi etki sahaları itibariyle de oldukça geniş bir alana hitap ediyorlar. “Arap Baharı” olarak kayıtlara geçen sosyal patlamaların bu üç ülkenin tesir sahasında olması meseleyi daha da anlaşılır kılmaktadır. Mısır’da İhvan Hareketi’nin siyasi ayağına yapılan darbenin ana sebebi, Mursi’nin Türkiye-İran-Mısır yakınlaşmasına dönük adımlar atmasıydı. Darbenin Suud riyasetindeki Körfez tiranları ve Mısır’daki Selefi siyasal hareket tarafından hemen desteklenmesi küresel sistemin kimlerle nasıl iş tuttuğunu anlamak için açıklayıcıdır.

Ulus-devletlerin mantar gibi bittiği 20.yüzyılın başında kasıtlı olarak devlet olmalarına izin verilmeyen ve Türk-Arap-Fars ulusları arasında paylaştırılarak (yeri ve zamanı geldiğinde) bölgenin istikrarsızlaştırılması için kendilerinden istifade edilen Kürtlerin durumunun düzeltilmesi de yukarıda sözünü ettiğim üç devletin katkısıyla mümkündür. Ortadoğu’da, gerek demografik yapısı gerek diğer uluslarla birlikte sahip olduğu tarihi hafıza ve birlikte yaşama tecrübesi gerekse de İslam’a olan bağlılığı-sadakati itibariyle oldukça güçlü olan Kürt halkının 20.yüzyıl boyunca Arap-Fars-Türk ulusları tarafından maruz kaldığı eziyetlerin son bulması için, sözünü ettiğim üç devletin, sorumluluk alması gerekiyor. Aksi taktirde bölgenin huzurunun sağlanması mümkün olmayacak ve emperyalist-kolonyalist emeller doğrultusunda kolaylıkla istikrarsızlaştırılabilecektir. Ancak gerek Türkiye gerekse de İran ve Mısır ulus-devlet aklının tekdüze/basmakalıp/birörnek perspektifiyle öylesine büyülenmişlerdir ki bu meseleyi çözüme kavuşturmaları (şimdilik) mümkün görünmemektedir. Bunu bilen küresel sistem, evvela Irak’ta şimdilerde ise Suriye’de yakinen müşahede ettiğimiz üzere, emellerine adım adım ulaşmaktadır. Sıranın Türkiye ve İran’a gelmeyeceğini ise kimse iddia edemez… Müslüman toplumların ulus-devlet paradigmasına rıza göstermeleri sonrasında bir türlü bitmeyen kendi aralarındaki kavgaları sistemin işine gelmektedir.Yapay/sentetik bir devlet olan Pakistan’ın kuruluşlunda da rastladığımız bu durum, öyle görünüyor ki, geleceğimizi karartmaya devam edecek. İlginç bir tesadüf (!) olarak İsrail’le aynı tarihte kurulan Pakistan din milliyetçiliğini referans almıştı. Başlangıçta doğu–batı olarak ikiye ayrılmış daha sonra Doğu Pakistan Bengaldeş olarak bağımsızlığını ilan etmişti. Ulusalcı saplantılar sebebiyle iki Müslüman toplum arasında cereyan eden kavgaların sonucuydu bu durum. Ancak kavgalar yine bitmedi. Bu sefer kendi içindeki etnik gruplarla kavgaya tutuştu Pakistan… Hatırı sayılır bir Peştun nüfusa sahipti ve Afganistan ile arasındaki sınır Peştunları ikiye bölmüştü. Zaten Pakistan’ın Afganistan ilgisinin en önemli sebeplerinden biri de Peştun nüfusuydu. Taliban bu zeminden besleniyordu ve palazlanması Pakistan sayesinde mümkün olmuştu.Sovyetleri mağlup eden Afgan halkının Ahmet Şah Mesut-Burhanettin Rabbani gibi Peştun olmayanların riyasetinde kurduğu hükümet Pakistan tarafından kabul görmediği için Taliban sahaya sürüldü ve Afganistan harap edildi. Sovyetlerle yapılan savaşta verilenden daha fazla kayıp iç savaşta verildi. Esasında Afganistan’ın bu hale gelmesinde Pakistan’ın vebali ABD’den az değildir. Pakistan sadece Taliban’ın palazlanmasına yardım etmedi. Aynı zamanda Suud’un neo-selefi/vehhabi doktrininin Afganistan-Pakistan medreselerine nüfuz etmesine de yardımcı oldu. Afganistan’daki savaş Pakistan’ı Ortadoğu’da benzerine çokça rastlayacağımız (bir tür) muhaberat devleti haline getirdi. Farklı isimler altında birçok örgüt bu ülkenin sevk-idare-lojistik ve eğit-donat himayesinden istifade etti. Bu durum devletin güvenlik bürokrasisine ve silahlanmaya daha fazla yatırım yapmasını sağladı. Böylece halk fakirleşti ve “gözü dışarıda” oldu.

Türkiye’nin son on yıldır Suriye özelinde yaşadıkları(maruz kaldıkları) Pakistan tecrübesini hatırlatıyor. Sınırın öte tarafında oluşan “otorite boşluğu” isimleri farklı onlarca örgüt tarafından dol(durul)uyor. Bu örgütlerin arasında seküler/stalinist olanlar olduğu gibi neo-selefi/vehhabi olanlar da var. Bizzat Türkiye’nin eğit-donat programından geçip savaşanlar da… Bu durumun muhaberatçı, güvenlikçi yaklaşımları besleyeceği ve silahlanmaya yatırımı arttıracağı aşikar. Muhaberatçı-güvenlikçi yaklaşımların revaçta olduğu toplumlarda iki yüzlülük artar ve kişilik bozuklukları ortaya çıkar. İnsanların birbirlerine olan güveni sarsılır. Eleştiri ve özeleştiri kültürü oluşmaz/gelişmez. Bu kültürün oluşmadığı yerde de düşünsel tekamül olmaz. Herkes (başına bir iş gelmesin diye) olduğundan farklı görünmeye, düşündüklerinin tam tersini söylemeye başlar. Ben bilinci (şahsiyet/ferdiyet) gelişmez. Akli olgunluğun en önemli işareti olan siyasal bilinç inkişaf etmez. Üzülerek söylemek gerekiyor ki Müslüman toplumların büyük bir çoğunluğu muhaberatçı-güvenlikçi devlet aygıtları tarafından yönetiliyor ve bu durum ümmetin çocuklarının/gençlerinin entelektüel kapasitelerinin imha edilmesine sebep oluyor.

 

NOT: Bu yazı'm Umran Dergisi'nin 326.sayısında aynı başlıkla yayınlanmıştır.

 

Kamil Ergenç


AddThis
 

Yorum ekle